“Selefi Akımın Kökleri ve Bugünkü Pratikleri”
Özgür-Der Ümraniye Şubesi tarafından gerçekleştirilen, “Selefi Akımın Kökleri ve Bugünkü Pratikleri” başlıklı panel, Çamlıca Sabahattin Zaim Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi.
Panel konuşmacı olarak Oktay Altın ile Murat Özer katıldı. Yöneticiliğini M.Ali Kaçmaz’ın yaptığı panelde ilk olarak Oktay Altın konuştu. Altın özetle şunları söyledi:
Selefiliği değerlendirmek zor, çok uzun bir tarihi geçmişi olan bir konudur. Coğrafya olarak ta çok geniş bir coğrafyaya yayılmış bir düşünce ekolüdür. Selefilik hakkında söyleyeceğimiz şeyler bazı bölgeler için doğru geçerli olurken başka bölgeler için tam örtüşmeyebilir. O yüzden bütünü gözeterek bir şeyler söylemeye çalışacağız inşallah. Ama her halükarda haksızlık edersek öncelikle kendini o ekole, o düşünceye nispet eden arkadaşlardan helallik diliyoruz. Selefilik, halefin karşıtıdır, geçmiş anlamına geliyor. İşte bu anlamda da selefilik ilk dönemi öne çıkaran ve dinin en iyi şekilde sahabe tarafından algılandığını-anlaşıldığını daha sonra tabiinler tarafından daha sonrada tebeut tabiin tarafından en iyi şekilde anlaşıldığını düşünüyor. Bizlerinde o dönemki sahabe-tabiin-tebeut tabiine tabi olarak, onları takip ederek dini en iyi bu şekilde yaşayabileceğimizi düşünen bir düşünce ekolüdür.
Adında da anlaşılacağı gibi geçmişe çok fazla atıf yapan bir ekoldür. Ama daha sonradan muhdes olan geleneğe karışan yada daha sonradan ortaya çıkmış olan şeylere karşıda sert tutumuyla tanınıyor. Aslında selefle selefiliği bir çok araştırmacı ayırıyor. Bende bu ayırımın kısmen doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü selef bir vakıa olarak var. Yani Hz.Peygamberin eğittiği bir sahabe var, sahabenin eğittiği bir tabiin var. Bunlar bir vakıa olarak karşımızda duruyor. Ama selefiye dediğimiz zaman bugünden yola çıkarak o günleri algılamaya çalışan ve bugüne taşımaya çalışan bir ekolden bahsediyoruz ki bu ekolün oluşması tarihi bir süreç içerisinde gerçekleşiyor. Şöyle genel olarak baktığımızda bugün selefiye diyebileceğimiz ekolün başlangıcı hicri 3.asırlara kadar dayanıyor. Sahabe döneminde Müslümanlar dünyanın bir çok yerine yayılmaya başlıyor ve coğrafya birden çok genişliyor. Dolayısı ile daha önce hiç karşılaşılmamış yeni düşünceler yeni dinler yeni örf ve geleneklerle Müslümanlar karşılaşmaya başladılar. Ve toplu halde ihtida hareketleri de başladı. Bu anlamdan Hz.Peygamber döneminde görülen saf İslam anlayışı bu yeni toplumları kucaklaması ile birlikte bir takım sorunlar da baş göstermeye başladı.
İslam dünyasında genel olarak 2 ekol ortaya çıktı diyebiliriz. Birincisi ehli hadis dediğimiz bir ekol, ikincisi ehli rey dediğimiz ekol. Ehli hadisle ehli reyin sorunları çözme hususunda biraz farklılıkları var. Ehli hadis yaşanan her sorunu Hz. Peygamber dönemine götürülerek çözüleceğini düşünüyor. Ehli rey ise sorunun doğduğu vasatın peygamberimizin yaşadığı dönemden farklı olduğunu, muhatap kitlenin de Kuran’la muhatap olan ilk kitleden farklı olduğunu dolayısı ile farklı yöntemlerin kullanılması gerektiğini iddia eden bir ekoldür. Bu iki ekol arasında şiddetli tartışmalar oluyor. Bunun somut yansımalarından biri Ahmet bin Hanbel’in yaşadığı mihne olayıdır.
Mihne olayı selefilik akımının başlangıcı olarak kabul ediliyor. Mihne olayında: tartışmanın bir tarafında mutezile diğer tarafında da Ahmet bin Hanbel var. Mutezile Kuran’ın mahluk olduğunu savunuyor. Ahmet bin Hanbel buna şiddetle karşı çıkıyor. Harun Reşit döneminden sonra mutezile iktidarda kendine yer buluyor. Yer bulmasının sebebi de o dönem yunan felsefesine karşı cevap olarak mutezile yine o tarz bir delilli cevap verme yetisi geliştiriyor. Çünkü muhatap yani başka dinlere sahip bu gruplar sizin delil olarak kabul ettiğiniz Kuran’ı ve hadisi delil olarak kabul etmiyor.
Dönemin Abbasi iktidarı da, farklı felsefi gruplarla mücadele tarzından dolayı mutezileyi ön plana çıkarıyor, Ahmet bin Hanbel de tutuklanıyor. Bu olaylar yabancı bir düşünce ile karşılaşıldığı bir döneme tekabül ediyor.
Daha sonra Ahmet bin Hanbel düşüncesini, çizgisini takip eden, sürdüren epey bir alim oluyor. Mesela Süfyani Sevri, El-Zaim hatta imam Şafii. Ebu Hanife’yi de bu çizgiden, ekolden olarak sayıyorlar . Şuan Suudi Arabistandaki ulema dört mezhep imamını da selefi çizginin mensubu olarak sayarlar. Ahmet bin Hanbel, İmam Malik, Şafi ve Ebu Hanife’yi bu ekolden sayarlar ama Ebu Hanife ile ilgili genellikle bir dipnot konulur, bir parantez açılır. Yani Ebu Hanife ile ilgili amalı bir savunma vardır. Ama Suudi Arabistan alimleri Ebu Hanife’yi de diğer imamlar gibi rahmetle anar, saygı gösterirler.
İslam dünyasının yaşadığı ikinci büyük sorun olan haçlı seferleri ve Moğol saldırılarının olduğu dönemde İbni Teymiyye’yi görüyoruz ki bu yıllar 1300 lü yıllardır. İbni Teymiyye, selefiliği bir akım haline getiren en önemli şahsiyet olarak karşımıza çıkıyor. İbni Teymiyye, yunan felsefecilerinin sözlerinin, düşüncelerinin ön plana çıktığı bir dönemde, “hayır bunların hiç birisi önemli değildir, önemli olan Allah Resulü’nün ne dediğidir” diyerek delillerini ortaya koyuyor. Geleneksel İslam düşüncesine yönelik eleştiriler getiriyor, yeniden ictihad yapılması gerektiğini savunuyor.
1999 da vefat eden Suriyeli Selefi alim Nasru bin Alvani bütün hadisleri elden geçirmiş, sahihlik konusunda yeniden tasnif etmiştir. Bu davranış diğer mezhep imamları takipçilerince pek cesaret edilen bir davranış değildir. Oysa selefi alimler ibadetler dahil olmak üzere ictihadın sürekli yapılması gerektiğini savunuyorlar ama savunurlarken de var olan nassı var olan delilleri genellikle harfi anlamda alıyorlar. Yani dili mecazı olan farklı anlamlara hamledilebilen ya da bir vakıayı kendi içinde değerlendirmeden ziyade var olan harfi, metni alıp olduğu gibi uygulamaya dönük bir yaklaşımları var ve bu açıdan da epeyce bir eleştiri alıyorlar diğer ehli rey tarafında.
Mutezile bu anlamda mezheplere karşıydı yani mezhepçilik yapılmaması gerektiğini, mezhep fanatikliği yapılmaması gerektiğini savunuyordu. Eğer Allah Resulü’nün bir sözü varsa Ebu Hanife’nin ya da başkalarının ne dediği önemli değil diye düşünüyorlardı.
İbni Teymiyye, bidat olarak gördüğü şeylere karşı yönelttiği eleştiriler onun talebesi olan ibn Kayyım yine güçlü bir şekilde orataya çıkması ve Kur’an’dan ve sünnetten uzaklaşıldığına dair tezleri ciddi anlamda etki oluşturmuş ve biladı şam dediğimiz bölgede bu düşüncenin daha sistematik ve köklü bir şekilde yerleşmesine neden olmuştur.
Daha sonra tarihe baktığımız zaman selefi akımın sıçrama yaptığı 3. olayda Muhammed bin Adbulvehhab’ın 1700 lü yılların ortalarında Suudi Arabistan’da ortaya çıkışında görüyoruz. Adbulvehhab’ın hareketini diğer hareketlerde farklı kılan güçlü bir siyasi desteğe de sahip olmasıdır. Adbulvehhab, Suud ailesi ile yapmış olduğu anlaşma ile siyasi bir güce de ulaşıyor bu da Vahhabi hareketini tarihteki diğer hareketlerden daha etkin olmasını sağlıyor. Bugün Suudi Arabistan’ın armasındaki iki kılıç: “umera” ile “ulema”yı temsil eder yani devleti “ulema” ile “yöneticiler” birlikte yönetirler. Bugün ise Suudi Arabistan’da ulemanın rolü ciddi anlamda azalmıştır. İpler daha çok uremadadır.
Abdulvehhab’ın hareketini diğer hareketlerle kıyasladığımızda biraz sert olduğunu görüyoruz. Bu sertliğin birkaç sebebi var: birincisi neşet ettiği ortamdaki insanlar ki bu insanlar zaten sert insanlar. İkincisi göçebelerin, bedevilerin çok yoğun olduğu bir bölge, yerleşik bir bölge neredeyse yok gibi ve kuran hadis gibi külliyatlara sahip değiller. O dönemde kabir tapıcılığı çok ilerlemiş insanlar kabirlere tapar hale dönüşmüşlerdi. Adbulvahhab böyle bir ortamda ortaya çıkıyor ve şiddetle bunlarla mücadele ediyor, mücadele ederken de o bedevi yapının getirdiği sertlik oldukça etkin oluyor.
İbni Teymiyye ile Adbulvahhab’ı karşılaştırdığımızda ibni Teymiyyenin bu anlamda çok daha “alim” olduğunu farklı görüşleri ve sorunları çözmede ictihadı daha iyi kullandığını ama Adbulvahhab’ın genellikle İbn Teymiyye’nin bir taklitçisi diyebiliriz.
Suud selefiliğini konuştuğumuzda birde C.Afgani-M.Abduh-R.Rıza çizgisi de selefi olarak kabul ediliyor birileri tarafından. Benzerlikleri çok fazla, geleneği eleştirme konusunda, Kuran’a dönme konusunda, Resulün sahih sünnetine dönme hususunda vurguları aşağı yukarı aynıdır. Mezheplere yaklaşımı aynıdır. Tasavvufu her iki ekolde eleştirir. Fakat ciddi selefi düşüncesine sahip kişiler, bu iki akımın birbirine yakın olmakla birlikte, C.Afgani-M.Abduh çizgisinin farklı olduğunu ve selefiliğin dışında olduğunu savunur. Afgani çizgisinde Kuran’ı anlama konusunda vahiy ortamı, nüzul sebebi gibi hususlar önemlidir. Fakat bu yaklaşım selefi çizgide pek yoktur, Kuran ne demişse o dur, lafızlar olduğu gibi alınır, mecazın Kuran’da olmadığına inanılır. Ama aralarında etkilenmeler vardır.
İhvan’a gelince, selefi düşüncenin ihvan’a yönelik ciddi eleştiriler vardır. Hasan el-Benna’ya yönelik sert eleştiriler vardır. Fakat yine ihvan’a mensup Seyyid Kutup ise biraz farklıdır. Örtüştükleri noktalar vardır.
Suud selefiliğine baktığımızda da 2 ana çizginin olduğunu görüyoruz. Birincisi Bin Baaz’ın temsil ettiği resmi çizgidir. Bunlar hükümetle hemen her konuda aynıdırlar. Hükümetin ürettiği tüm politikaları onaylar durumdadırlar. Diğer çizgi ise Alvani çizgisidir. Nasruddin Alvani çizgisi daha sivil diyebileceğimiz bir çizgidir. Suudi Arabistan’da ciddi anlamda takipçileri var. Bunlar siyasetle pek ilgilenmiyorlar. Bireysel ibadetler gibi konulara daha fazla ilgi duyuyorlar.
Mısır’da da selefilik denince Nur Partisi akla gelir. Nur Partisi seçimlere katıldı. Arap baharı diye isimlendirilen halk ayaklanmalarına en hazırlıksız yakalanan grup bence selefilerdir. Çünkü önceden sahip oldukları düşünceler ile şuan ki düşüncelerini çok iyi özümseyip örtüştüremediler. Bugün Mısır’da selefilerin büyük bir çoğunluğu darbe karşıtıdır ve Mursi’nin yanındadır. Ama bazı Suud’a yakın selefiler de darbeyi destekliyor.
Cihadi selefilik ise kaide merkezli silahlı mücadeleyi savunur. Mısır’da silahlı mücadele yapan silahlı gruplar vardı Halit El-İslambuli’nin içinde bulunduğu cemaati İslami ve Tekfir Velhicce örgütleri en önemli örneklerdir.
İkinci konuşmacı olarak Murat Özer ise selefiliğin bugünkü pratikleri ile ilgili özetle şunları söyledi.
Bugün İslam dünyasında selefilik çok konuşuluyor ve anlamaya çalışılıyor. Çünkü bugün selefiliği bir şekilde temsil eden küresel cihad hareketi sadece İslam dünyasında değil dünyada yaşanan bütün küresel savaşta, sahada olduğu için, savaştığı için, önemli bir aktördür. Ve aslına bakarsanız mazlumların, mağdurların, Müslümanların, mustazafların liderliğine oynuyor. Küresel Cihad’ın kendilerini akidevi ve siyasi olarak hamlettileri selefilik artık tüm dünyada sıkça konuşulur hale geldi. Selefilik genel olarak kategorize edecek olursak ehli sünnettir. Ehli sünnetinde 3 temel akidevi unsurundan yani eşari, maturudikle beraber 3 unsurundan birini temsil etmektedir. Ama ne yazık ki Türkiye’de selefilik ehli sünnetin içerisinde değerlendirilmiyor genel kanaat olarak. Türkiye’de ehli sünnet denilince heletik inançlardan beslenen Muhittin İbn Arabi’nin neo platonik felsefe ile buluşturduğu ve 12.yüzyılda Anadolu topraklarında tamamıyle Endülüs’le beraber şekillendirdiği gayrı İslami, eklektik bir inancın islamla yoğrulmuş, şamanizmle yoğrulmuş, Zerdüştlükle yoğrulmuş işte bu sebeple heletik dediğimiz bu inanç sisteminin ehli sünnet olduğu düşünüyorlar. Bu düşünce ile de çatışsan, bu düşünce ile uzlaşma noktaları olmayan selefiliğin ehli sünnet akidesi dışında olduğunu iddia ediyorlar. Tabi bu gerçekçide değil, bilimselde değildir. Tamamıyle uydurmadır, cehaletle izah edilmektedir. Bu iddiada bulunanlarda aslında kendi akidelerini de bilmemektedirler.
Selefiliği biz 2 veche de değerlendirebiliriz. Birisi Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Körfez ülkeleri gibi emperyal devletlerle, çıkar örtüşmesi yaşayan güçlerin başını çektiği bir selefilik akımı. Buna ben teorik selefilik diyorum. Ama gerçekte selefiliği ortaya çıkaran temel amil olan siyasi noktadan tamamı ile bu hareketi uzaklaştırmış bulunmaktadır. Ahmet bin Hanbel siyasi bir tutum ortaya koyduğu için selefilik orataya çıkmıştır. İbn Teymiyye aynı şekilde içinde siyasi bir direniş hattı koyduğu için selefi hareketin en temel alimlerindendir. İbn Teymiyye hem Moğol istilasına karşı mücadele etmiştir. Daha sonra Adbulvahhab’da hem tuğyana karşı, hurafe ve bidata karşı hem de küfür güçlerine karşı bir mücadele hattı oluşturduğu için selefiliğin en önemli imamlarından 3.kuşak imamlarından biri haline gelmiştir.
Doğal olarak selefi dediğimiz hareket aslında temelde siyasi bir anlamı ihtiva etmektedir. Bir kelam mezhebi olarak bence telakki edilemez. Siyasi bir anlam ifade etmektedir. Selefilik başlı başına siyasi bir harekettir. Günümüz itibariyle selefilik çok daha fazla siyasi bir anlamı ifade ediyor. Selefiliğe siyasi anlamda bakacak olursak İslam’ın esasları ile yani naslarla alakalı hususlarda son derece katı ve uzlaşmacı olmayan, sosyal hayattaki pratikleri açısından uzlaşmacı olmayan ve siyasileşmiş bir hareketi ifade ettiği için diğerleri tarafından diğer Müslümanlar tarafından bir tanımlama aracı olarak kullanılmaktadır. Teorik selefilik dediğimiz Suud’un başını çektiği bu selefi anlayışın bazı açmazları var.
Birincisi son derece şekilcidir. Kılık kıyafet sakalın uzunluğu vs. son derece şekilcidir. İkincisi mensuplarına dar bir bakış açısı vermektedir. Ve mensuplarını kendisi politik olmakla birlikte kendilerine tabi olan kitleleri depolitik yapmaktadır. Bu da ümmetin çıkarlarını değil kralın çıkarlarını önceleyen ama İslam ümmetinin maslahatını kesinlikle görmezden gelen bir anlayışa sevk etmektedir. İşte bunun pratik örneği Mısır’dır. Suud krallığı Mısır’da darbecileri destekleyip binlerce Müslümanın katledilmesine göz yummuş hatta teşvik etmiştir.
Ayrıa bu selefilik ayrıntılarla sürekli ümmetin kafasını meşgul etmeye çalışmaktadır. Pantolonun paçasının kısalığından namazların rükunlarına kadar uzun uzun tartışmalara girmeyi yeğlerler. Çünkü böylece ümmetin asıl önündeki sorunları konuşmayı, görmeyi ötelemiş olurlar. İşte bu başka bir kötü akıma kapı açmaktadır. Bu kötü niyetli akımın adı tekfirciliktir. Tekfircilik böylesi bir dar bir zihniyet şekillere takılan ayrıntılara takılan ümmetin maslahatını düşünmeyen bir anlayıştan beslenen gayrı İslami bir anlayışın apaçık bir adıdır. Bu yönüyle selefilikten beslenmektedir. Tekfircilik selefiliğin bozulmuş yada uç bir noktası değil başlı başına İslamla alakası olmayan İslam dışında üretilmiş bir akım olarak farklı farklı ekollerin içerisinde de tekfirci eğilimler, akımlar çıkabilir. Ama tekfircilik İslami ekollerle alakası olamayan bir akımdır.
Cihadi selefiliğin seyrinde en önemli nokta kurtuluş savaşları dediğimiz süreçlerden yani Libya’daki Ömer Muhtar’ın hareketinden Cezayir kurtuluş savaşına kadar 20.yüzyılda ümmetin gerçekleştirmiş olduğu kurtuluş savaşı hareketlerinden selefi hareket 1979 daki Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesiyle başlayan o süreçte tarihin akışına müdahil olmuştur. Ve orada ümmetin gençlerini tek bir hedefte tek bir amaca yöneltme konusunda başarı ortaya koymuşlardır.
Bugün küresel cihadi anlayış dediğimiz anlayışın temelleri 1979’da Afgan-Rus savaşında atılmıştır. İkinci büyük kırılma ise dönüm noktası diyebileceğimiz şey 11 Eylül saldırılarıdır. 11 Eylül saldırıları, doğrusuyla yanlışıyla İslam ümmetinin içerisinden bazı gençlerin kendilerini feda etmesiyle Batıya karşı bir meydan okumanın sadece bir parçasıdır. Bu sebeple İslam tarihi açısından bir DÖNÜM noktası değildir ama önemli bir noktadır.
Küresel cihadi anlayışın cihadi selefilik anlayışı açısından da ciddi bir anlam ifade etmektedir. Çünkü bu önemli bir meydan okumayı beraberinde getirmiştir. Ve bugün Afganistan’daki ve Irak’taki savaşların temel gerekçesini oluşturmuştur.
İslam dünyası 20.yüzyılın başında kendisini sufiliğe nispet eden Müslümanlar vasıtasıyla bir meydan okuma gerçekleştirirken bugün ise kendisini selefiliğe nispet eden Müslümanlar vasıtasıyla tüm dünyaya bir meydan okuma gerçekleştiriyorlar.
Senusi hareketler ya da İmam Şamil’in hareketlerini dikkatle incelediğimizde aslında bizim kafamızda yer eden klasik rabıtayı savunan sufi anlayışla alakalarının olmadığını görebiliriz. Daha fıkıhçı, İslamın temel nasları konusunda daha katı bir yaklaşıma sahiptirler.
Ama sonuç itibariyle bugün gelinen noktada İslam ümmetinin bir meydan okumasından bahsedeceksek bu hareket, küresel cihadi hareketlerdir. Sadece el-kaideyi kasdetmiyorum bu zihniyette olan pek çok hareketten bahsediyorum. Irak’ta, Felluce’de Amerikan askerlerine kök söktüren harekette yine bu küresel cihadi harekete mensup olan gruplardır. Burada dünyanın değişik coğrafyalarından gelen Müslüman gençleri bir ümmet potası içerisinde kaynaştırmıştır.
Cihadi Selefiliğin İslam ümmetine kazandırdığı bazı şeyler vardır, bunlar:
Birincisi küresel bir başkaldırıdır. Bu başkaldırıyı gerçekleştirenler kendilerine refere ettikleri kişi Seyyid Kutub’tur. Tüm dünyadaki küresel cihadcıların kurucu önder olarak gördükleri tek kişi vardır o da Şehid Seyyid Kutup’tur.
İkincisi, küresel cihadi anlayış İslam ümmetinin içerisinde ciddi anlamda bir ümmet vurgusunu öne çıkarmıştır. Afganistan’da Taliban ile yakınlaşmıştır ve bu bence büyük bir başarıdır.
Sonuç olarak, bu hareket temelde bir ıslah hareketidir. Dini düşüncede bir tecdidi savunmaktadır. 14 asırdır İslam dünyasının içerisindeki tüm İslam dışı unsurları ayıklanması, temizlenmesini hedeflemektedir.
Panel, konuşmacıların sunumlarının ardından soru cevaplarla son buldu.
Özgür Der Ümraniye Şubesi’nin bir sonraki programı:
14 Aralık Cumartesi “Türkiye Solu ve Sol Kemalizm” Konuşmacılar: Musa Üzer – Nevzat Çiçek