Zor zamanlarda umut, anlam ve gayret
Özgür-Der Muş temsilciliği 2024-25 eğitim sezonunda ilk seminerini Doç. Dr. Ferhat Kardaş'ın sunduğu "Zor zamanlarda umut, anlam ve gayret" konusu oldu.
Seminerde Ferhat Kardaş'ın gerçekleştirdiği konuşma:
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü,
bilgelik çağıydı, ahmaklık çağıydı,
inanç devriydi, inançsızlık devriydi,
aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi,
umudun baharıydı, umutsuzluğun kışıydı;
her şey önümüzdeydi, önümüzde hiçbir şey yoktu;
ya hepimiz doğrudan cennete gidiyorduk ya da tam tersine.
Bu ifadeler 1859 yılında yazılmış. Charkes Dickens’ın iki şehrin hikâyesi kitabının başında geçer. Ama aslında tam da bugünü anlatıyor. Umudun ve umutsuzluğun, bilgeliğin ve ahmaklığın, inancın ve inançsızlığın bütünüyle birbirine karıştığı bir devirde yaşıyoruz. Tam böyle bir düzlemde gönül coğrafyamız yine çok zor bir dönemden geçiyor. Bugün yeni bir Moğol istilası yaşıyoruz. Moğollar 1258 yılında Bağdat’a girdiğinde tarihin en büyük katliamlarından birini yaptılar. Dicle nehri günlerce kan ve mürekkep renginde aktığı söylenir. Bağdat’ta ortada kalan cesetlerin kokusu haftalarca şehri içinde durulmaz duruma getirir. Bugün Gazze’de ve Lübnan’da modern bir Moğol istilası yaşıyoruz. Şehirler, kütüphaneler, camiler, kiliseler yakılıp yıkılıyor. Bu coğrafya bugün defnedilmeyen cenazelerle doldu.
Bugün yaşadığımız zorlukları 5 başlık altında toplayabiliriz.
Birinci Zor Zamanımız; kendi kişisel ve ailesel imtihanlarımızdır. Burada her birimiz sürekli bir sınanma içindeyiz.
İkinci Zor Zamanımız; ülke olarak içinde bulunduğumuz genel vaziyet. Burada da çeşitli alanlarda yaşadığımız zorluklar var.
Üçüncü Zor Zamanımız; Muhafazakâr kesimin yaşadığı bazı sorunlardır. Muhafazakâr camia uzun zamandır sermayeden tüketmeye başladı. Aile ile ilgili, gençlikle ilgili, eylem-söylem tutarlığı ile ilgili, inandırıcılık ve güvenle ilgili ve zamanın meydana okumalarına karşı üzerinde ayrıntılı düşünülmüş kapsamlı çözümler üretememekle ilgili sorunlar var. Bütün bunların yanında genel bir hasar tespit raporu oluşturamama ve muhasebe sorunları var.
Dördüncü ve en zor zamanımız; Genelde dünyanın, özelde gönül coğrafyamızın içinde bulunduğumuz durum. Filistin, Lübnan, Yemen, Suriye, Sudan, Arakan, Libya… Uzun yıllardır bu coğrafya ölümün, kanın, gözyaşının, iç savaşların ve işgallerin kol gezdiği yerler haline geldi.
Beşinci Büyük Zorluğumuz da; bütün bunların okunma biçimi ve kabullenilmesi problemi. Burada da iki önemli sorumuz var; eleştirel düşünme becerilerimiz eksik ve öz-eleştiri yapamıyoruz. Bu boşluğu da kronik bir hamaset dolduruyor. "Ben olsam, Müslüman Doğudaki tüm mekteplere 'eleştirel düşünme' dersleri koyardım. Batı’nın aksine, Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur." diyor bilge lider Aliya. Uzun zamandır sorunlarımızla yüzleşme cesareti gösteremiyoruz; bunun yerine suçlamayı, günah keçisi aramayı, sorunları halı altına süpürmeyi ve eleştirel düşünen insanları sistematik olarak dışlamayı tercih ediyoruz. Bu tutum da önceki dört zorluğu aşmamızı engelliyor.
Bütün bu sorunlarla yüzleşmeye nerden başlamalıyız?
Bütün bunlara karşı başlamamız gereken yer şu; güzel yalanlarla avunmak yerine, acı gerçeklerle yüzleşmek... Aliya İzetbegoviç 1997 yılında Tahran İslam Konferansında Müslüman ülkelerin liderlerine şöyle bir konuşma yapmıştı;
" Çok açık konuştuğum için beni bağışlayın. Güzel yalanların bir yardımı olmaz, ama acı gerçekler ilaç olabilir. Batı çöküntü içinde ya da dejenere olmuş değil. Kendi kendini kandıran komünizmin "Çürümüş batı " propagandası, bunun acı bir şekilde ödedi. Batı çürümüş değil. Güçlü, örgütlü ve eğitimli. Okulları bizimkilerden iyi ve kentleri bizimkilerden temiz. Batı'da insan haklarının düzeyi yüksek ve fakirler ile sakatlara toplumsal yardım iyi örgütlenmiş durumda. Batılılar çoğunlukla sorumlu ve dakik kişiler. Bunlar, onlardan edindiğim tecrübelerim. Onların ilerlemelerinin karanlık yönünü de biliyorum ve bunun, gözümden kaçmasına izin vermiyorum. İslam en iyisi -bu hakikat- , ama biz en iyisi değiliz. Bunlar iki farklı şey ve her zaman onları karıştırıyoruz. Batı'dan nefret etmek yerine, onunla rekabet etmeliyiz. Kur'an bize bunu emretmiyor mu ? " Hayırlı işlerde yarışın. " Din ve bilimin yardımıyla, ihtiyaç duyduğumuz gücü yakalayabiliriz. Uzun ve zor bir yol bu, Kur'an'ın bahsettiği zirveye doğru yorucu bir tırmanma; ama başka yol da yok."
Yakın zamanda arabayla İtalya’ya kadar yolculuk yaptım. Yolculuk boyunca 11 ülkeyi gezdik. Hiçbir yerde, hiçbir sorun yaşamadık. Hz. Peygamberin sözleri geldi aklıma; “Bir zaman gelecek devesine binen bir kadın Allah’tan başka hiç kimseden korkmadan Hîreden yola çıkıp (Mekke’ye gelecek ve) Kâbe’yi tavaf edecek…”
Bugün bu coğrafya selamet yurdu olmaktan uzaklaştı. Bunda Batı’nın da etkisi var elbette. Tarihsel bir okuma bize bununla ilgili çok şey söyler. Ancak tek neden olarak bunu görmek resmin bütününü kaçırmak ve sorumluluktan kaçmak olur. Bugün işimizde dürüstlük, ahlakımızda güzellik, yaşayışımızda adalet, idaremizde liyakat yoksa, bunun sorumlusu biziz; küresel sistem, Batı, ekosistem veya coğrafya değil.
Acı gerçeklerimiz önümüzde… Bunları; savunmaya girmeden, başkalarını suçlamadan, bunları kan davasına dönüştürmeden kabullenmekle başlamalı. Bugün kronik acı gerçeklerimiz tefrikadır, ırkçılıktır, mezhepçiliktir, hamasettir, yoksulluktur, cehalettir, adaletsizliktir, liyakatsizliktir, duyarsızlıktır, sorgusuz itaattir.
Pascal “Görmek isteyenler için yeterince aydınlık, görmek istemeyenler için de yeterince karanlık var” der. Biz her imtihanın bir imkân olduğuna ve her zorlukla birlikte bir kolaylık olduğunu iman ederiz. O yüzden her zaman korkuyla umut arasında bir yerde dururuz. Haddimizi aşıp Allah’ın rahmetinden umudumuzu kesemeyiz. Bugün bize düşen temel sorumluluk bütün bu acıların ortasında umudu, anlamı ve gayreti bulmak…
Bütün bu acı gerçeklere karşı umudu nasıl koruyacağız?
Mehmet Akif İnan Mescid-i Aksa üzerine bir şiirde şöyle der;
Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu Varıp eşiğine alnımı koydum Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu
Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Götür müslümana selam diyordu Dayanamıyorum bu ayrılığa Kucaklasın beni İslâm diyordu
Aynı Mehmet Akif İnan, umut Gazeli şiirinde de şunu söyler;
Soyundum çileye dönmemesine Bilendim ışıktan gözyaşlarıyla
Acılar umudu buldurur bize Bir zırha büründüm bu çağa karşı
Bütün bu acılar ve acı gerçekler bize umudu buldurmalı ve bu vahşet çağına karşı bulabildiğimiz her türlü vesileyle güçlü bir zırha bürünmeliyiz. Bugün bizi öldüren yeis, zalimleri canlandıran umuttur. Bugün bizi öldüren tembellik, zalimleri canlandıran gayrettir. Bugün bizi öldüren hamaset, zalimleri canlandıran bilim ve teknolojidir.
Şimdi hikâyenin en başına dönelim. İmtihan sayfamızın açıldığı yere.
Meselenin hakikati şu; kimse bize cennet bahçesi vadetmedi.
Hikâyemizin en başında Allah meleklere yeryüzünde bir halife yaratacağım dediğinde, melekler “yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın” demişlerdi. Allah da “ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurmuştu. Sonra Hz Âdem’i yarattı. Ona isimleri, eşyanın hakikatini, ilmi öğretti ve meleklerden ona secde etmesini istedi. Şeytan dışındakiler secde etti ve Şeytan “beni ateşten, onu çamurdan yarattın” diyerek secde etmeyi reddetti. Hz. Âdem cennet bahçesinde yasak ağaç dışında dilediği gibi yiyip içme özgürlüğüne sahipti. Sonra şeytanın sonsuz yaşam ve sonsuz saltanat vaadiyle yasak meyveden yediler ve cennetten çıkarıldılar. Ondan sonra bizim imtihanımız başladı. Meselenin hakikati şu; cennet bizim konfor alanımızdı. Emanet-i Kübraya layık olacak donanım ve yeterlikler için uygun bir zemin değildi. Sınanmamız, pişmemiz, olgunlaşmamız gerekiyordu. Dağların, denizlerin, diğer canlıların yüklenmekten korktukları emanete gerçekten sahip çıkmamız için yeterince sınanmamız gerekiyordu. O yüzden imtihanımız zorluk, dert, hastalık, ölüm gibi acı gerçekler üzerine kuruldu. Önce buradan başlamak gerekiyor.
Buradan neler çıkarmamız gerekiyor; dertsiz, imtihansız bir yaşam potansiyelimizin ortaya çıkmadığı bir yaşamdır. Sezai Karakoç’un ifadesiyle “yağmurdan sonra büyürmüş başak ve meyvalar sabırla olgunlaşırmış” Bu yüzden insanlığın en ağır musibetlere maruz kalanları peygamberler olmuştur. Bunun da yine nedeni sınanma, diğer insanlardan ayrışma ve gerçek potansiyellerinin ortaya çıkması. Elmas ve kömürün bileşeni karbondur. Elmas daha derinlerde şekillenir ve kömüre göre daha fazla basınca maruz kalır.
Burada hepimizin önünde duran bir referans olarak Hz. Peygamber’in hayatı var. Onun yaşadığı zorlukları hatırlayalım. Daha doğmadan babasını, henüz altı yaşındayken annesini kaybetmiş, yetim ve öksüz olarak büyümüş. Can yoldaşı eşini ve altı çocuğunu kendi elleriyle toprağa vermiştir. En büyük işkenceleri öz amcasından görüyor. Yolu kesiliyor, namaz kılarken üzerine deve işkembesi bırakılıyor, suikastlere uğruyor, Taif’te taşlanıyor, bütün akrabalarıyla birlikte ağır bir boykota maruz kalıyor, Öyle ki açlıktan ağaç kabukları yemeye başlıyorlar. Evinden yurdundan sürülüyor. O kadar ağır bir boykot ki Mekkenin fethi gününde “yarın Kinaneoğullarının yurdunda olacağız” deyip, boykota uğradığı zamanlara hatırlıyor. Yol arkadaşlarının ağır işkencelerle ölümüne tanık oluyor. Kendisine şan, şöhret, zenginlik, kadın ve Mekke’nin reisliği teklif ediliyor. Hepsini elinin tersiyle itiyor.
Bütün bunlardan payımıza düşen temel bir anlam var; 1. Zorluklar bizi potansiyelimizle buluşturur. “Allah sevdiği bir kulunun evcil bir hayvana dönüşmesine izin vermez, onu zorluklarla, engellerle, musibetlerle yoğurarak güçlü bir aslan haline getirir” demişti bir düşünür. Yaşadığımız kişisel zorluklara ve toplumsal zorluklara bu çerçeveden bakmak lazım.
Her zor zamanın ve her imtihanın gerektirdiği bir ahlaki sorumluluk var. Zor zamanların ahlâkı neyi gerektirir;
1. Zor zamanlar ahlâkımızın sınanma anlarıdır. Bu süreçlerde her koşulda kendimize yakışanı yapmak zorundayız. Bu süreçlerdeki imtihanımız hakkaniyetli olmak ve kavga ettiklerimize benzememektir. Her şey yolundayken, alınması gereken bir risk yokken, bir yol ayrımında değilken, bir güçle sınanmamışken, bir çıkar çatışması yaşanmazken, bir fedakârlık gerekmiyorken çoğu insan iyi, anlayışlı, adil, ilkeli, dürüsttür. Sonra bir imtihan gelir ve indirir yüzlerden tüm maskeleri. Asıl mesele o anlarda insan olarak kalabilmektir. Bilge lider Aliya şöyle der;
“Görüyorsunuz, Allah karşımıza acı veren bir imtihan çıkarmıştır. Boğazlandık, kadın ve çocuklarımız öldürüldü, camilerimiz yıkıldı ama biz kadın ve çocukları öldürmeyeceğiz, kiliseleri yakmayacağız. Bunu yapmayacağız çünkü bu bizim yolumuz değil. Biz muzaffer olacağız çünkü biz başkalarının dinine, milliyetine ve farklı kanaatlere saygı gösteriyoruz ve çünkü bu zor durumumuzda bile temiz insanlar olmaya çabalıyoruz. Ve başkalarının ibadethanelerini yıkmak bize her hâlükarda yasaklanmıştır.”
2. Zor zamanlar sabrımızın sınanma anlarıdır. Hz. Peygamber bir gün, çocuğunun kabri başında feryat eden bir kadına rastladı. Acılı anneye, “Allah’a isyan etmekten sakın ve sabret!” diyerek nasihatte bulundu. Üzüntüsünden Allah Resûlü’nü tanıyamayan kadın, “Bana karışma! Benim başıma gelen senin başına gelmedi ki!” diyor. Bir müddet sonra kendisine nasihat edenin Resûl-i Ekrem olduğunu anlayınca Peygamberimizin huzuruna gelerek özrünü beyan ediyor. Bunun üzerine Rahmet Elçisi (s.a.s), şu tavsiyede bulundu: “Gerçek sabır, musibetin geldiği ilk anda gösterilen sabırdır.”
3. Zor zamanlar potansiyelimizin sınanma anlarıdır. Bu anlar bizim için bir meydan okumadır. Bize gerçek potansiyelimizle buluşmak için yeni bir fırsat kapısı açar. Demirin ateşte şekil görmesi, buğday tanesinin toprağın altına gömülerek yeşermesi gibi insan da zorlukların ve imtihanların değirmeninde öğütülerek güçlenir. Psikoloji bilimi buna travma sonrası büyüme ya da yılmazlık diyor. Zorlu yaşam koşullarında büyüyen insanların psikolojik sağlamlık düzeyleri o yüzden daha fazladır. Bugün kırılgan insanlar devrinde yaşıyoruz. Mezarlığa uğramamış, otogardaki ayrılıklara tanıklık etmemiş, ameliyathanelerin önündeki çaresiz bekleyişi görmemiş, bir yaraya merhem olmamış, açlık çekmemiş, aldatılmamış ve yarı yolda bırakılmamış insanlar bilgelik peşindeler ve popüler kitaplardan hayatın anlamını arıyorlar. Bununla ilgili güzel bir araştırma var; birisi özel tür bir kertenkele buluyor ve bakmak için evine getiriyor. İlk günler bütün uğraşlarına rağmen kertenkeleye bir şey yediremiyor. Günden günde kertenkelenin solmasına ve zayıflamasına tanıklık ediyor. Elinden gelen bütün girişimlere rağmen kertenkeleye bir şey yedirmeyi başaramıyor. Bir gün ilginç bir şey oluyor. Okuduğu gazetenin bir parçası elinde düşüyor ve kertenkelenin üstüne düşüyor. Kertenkele bir anda canlanıyor, üstündeki gazeteyi parçalıyor ve az uzağındaki yiyeceklere hızla ilerleyip onları yiyor. O kertenkele fıtratı tembellik içinde yeme-içmeyi kabul etmeyen bir türmüş, Zorluklarla mücadele ettikten sonra besleniyormuş aslında. Bizim hikâyemiz de bu. Bu yüzden önümüzdeki zorluklara, engellere ve imtihanlara bu açıdan bakmak lazım… Bu imtihan, zorluk ve engelle Allah Bana ne anlatmak istiyor?
Zor zamanlarda somut olarak nasıl bir anlayışı içinde olmalıyız? Ve bütün yaşadıklarımızdan sonra nasıl bir anlam üretmeliyiz?
Öncelikli sorumluluğumuz haddimizi bilmektir. Yani sınırlılığımızı bilmektir. Allah’ın gazabından öte gazap, Allah’ın rahmetinden öte rahmet din kılığına bürünmüş ruhsal hastalıklardır sadece. Bizler sınırlı varlıklarız. Bu sınırları aşınca Allah’ın sorumluluk ve hüküm alanına giriyoruz. Resmin bütününü kaçırmak daha derin bir zaaf: Hikâye dünyada tamamlanmıyor. Bu durum elbette pasiflik, atalet, tembellik veya duyarsızlık gibi hallerin içine sürüklememeli. Tam tersine, daha çok gayretin, daha çok umudun, daha çok sabır ve sebatın talibi haline getirmeli bizi. Çünkü tevekkül ve umut atalet ve pasiflik değil, tam tersine aktif bir adanmışlıktır. Önce devemizi iyi bağlamalı, daha sonra tevekkül etmeliyiz. Önce develerimize sahip çıkmalıyız. Ebabiller tevekkülün hakkını tam anlamıyla verebildiğimiz bir zeminde gelir. Karşımızda büyük bir yangın varsa, o yangına karınca misali su taşımak için gayret içine girmeliyiz; yangının büyüklüğü karşısında kilitlenip kalmak veya gece gündüz yangının büyüklüğüne dair analizler yapmak değil. Veya karşımızda dünyayı yutan bir karanlık varsa, bize düşen olabilecek her vesileyle bir aydınlık oluşturmak.
İkinci önemli sorumluluğumuz zaferden değil, seferden sorumlu olduğumuzu hatırlamaktır. Sonuçtan değil, çabadan sorumluyuz. Nihai menzilden değil, yolculuğun kendisinden sorumluyuz. Umudun, anlamın ve gayretin en büyük kaynaklarından birisi budur. Sonuç, zafer, başarı odaklı her girişimin insanın yanlışa sevk etme, onu bir yerde hüsrana uğratma ve zemine sert bir şekilde çarpma ihtimali var. Biz üzerimize düşeni yaparız, sonucu olumlu veya olumsuz, başarılı veya başarısız kılmak bizimle ilgili değildir artık. Ancak elimizden gelenin en iyisini yaptığımızda çok büyük olasılıkla olumlu sonuca da ulaşıyoruz. Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır…
En önemlisi de; temel sorumluluğumuz insan yetiştirmektir. Bunun için önce kendi nefsimizden başlamalı. Nefsini ıslah edemeyen bir insan başkasını ıslah edemez. Bugün en büyük eksiğimiz, en zayıf yönümüz insan yetiştirmeyi ihmal etmektir. Bugün bir kaht-ı rical yaşıyoruz. İhaleyle, kadroyla, makamla, koltukla uğraşmaktan insan yetiştirmeye zaman ve enerjimiz kalmadı. Bizim hikâyemiz şuraya döndü; “Şehri imâr ederken nesli ihyâ etmeyi unuttuk, bugün ihmâl ettiğimiz nesil imâr ettiğimiz şehirleri tahrip ediyor. Her gün izlediğimiz üçüncü sayfa haberleri bunun için yeterli kanıt sunuyor. İnsan yetiştirmekten daha elzem bir meselemiz yok. Binalarımız ve imkânlarımız var ama her geçen gün içindeki insan niceliği ve niteliği azalıyor.
Umudumuz baki, gayretimiz daim, yolculuğumuz güzel olsun.”