Siverek'te “Modernizme İslami Bakış” Semineri

Siverek'te “Modernizme İslami Bakış” Semineri

Siverek Özgür-Der'de Cengiz ORHAN “Çağdaş Kavramlar- Modernizme İslami Bakış” başlıklı bir seminer sundu.

Özgür-Der Siverek Temsilciliğinde alternatif eğitim seminerleri Cengiz ORHAN’in sunduğu “Modernizme İslami Bakış” semineri ile devam etti.

Orhan’ın seminer notları;

Giriş

Hem vahiy yoluyla insana bildirilen kutsal olanı, hem de insanlık tarihinde bu kutsal mesajın açılıp kendisini göstermesiyle oluşan ve oluşumundan günümüze kadar elde ettiği o muazzam ilmî birikimi ihâtâ eden Geleneksel İslam Düşüncesi, günümüzde bazı kesimler tarafından yeniden yorumlanma çabası içine girildiği aşikârdır. Bu çaba öyle sistematik bir şekilde yürütülmektedir ki İslam düşüncesi, çağdaş kavramlar üretmek suretiyle tartışma alanına çekilmek istenmektedir. Bu kavramların başında günümüz Müslümanlarının zihnini karıştıran ve epeydir meşgul eden “İslam Modernizmi” gelmektedir. İslam Modernizmi kavramını terminolojik açıdan incelediğimizde, İslam ile Modernizm terimlerinin bir arada kullanılması, aslında görüldüğü kadar masum bir kullanım değildir. Burada asıl amaç; İslam’ın geleneksel düşünce yapısıyla batının tarihinden kopmuş, sekülerleşmiş düşünce yapısını bir araya getirmek suretiyle mezcedilmeye çalışıldığı görülmektedir. Dolayısıyla İslam’ın, batı düşüncesiyle yeniden yorumlanarak ortaya batıyla bütünleşmiş bir İslam anlayışı çıkarılmak istenmektedir. Biz de Müslümanlara musallat edilmek istenen bu temel problemin menşeine, gelişim süreçlerine ve fertlere yaptığı etkilere farklı açıdan bakıp açıklık getirmeye çalışacağız.

Tarihsel Süreç

Modernite kavramsal olarak; toplumun, ilah merkezli bir zihinsel zeminden uzaklaştırılmak suretiyle, kaynağını aklın oluşturduğu bir zemine çekilme sürecini ifade eder. Daha geniş bir ifadeyle; “küresel boyutlarda insan zihninin kutsaldan arındırılmasını ve varlığı, sadece görünen dünya perspektifinden okumaya geçiş dönemini anlatır.”

Modernite, batı menşei bir fikir fenomenidir. Her ne kadar batıdan oluşmuş olsa da, günümüzde bu akımdan etkilenmeyen hiçbir toplum yoktur. Tabî bu etkilenmeyi biz burada dînî açıdan inceleyecek olsak da bunu sadece dinle sınırlandırmak doğru olmaz. Nitekim modernite, insanlık tarihi açısından teknolojik alanda büyük atılımlara yol açmışsa da bu akımın İslam’la ilişkilendirildiğinde ne gibi reaksiyonlar meydana getirebileceği çok iyi idrak edilmelidir. Bu da ancak modernitenin ana felsefesinin iyi anlaşılmasından geçer.

Tarih araştırma metodunun gereğince, tarihî bir olgunun şimdiki zamanda daha iyi anlaşılabilmesi için, onun tarihsel oluşum sürecinin iyi bilinmesi gerekir. Dolayısıyla, modernitenin de iyi anlaşılabilmesi bu metotla mümkün olabilecektir.

Modernitenin tarihsel oluşum sürecini Rönesans, Akıl Çağı, Aydınlanma Çağı ve İdeolojiler Çağı başlıkları altında incelemek mümkündür.

Rönesans

Rönesans, Fransızca “yeniden doğuş” anlamına gelen bir deyimdir. Sanat ve düşünce alanında Ortaçağ’dan sonra açılan bir “dönem”e bu isim verilmiştir. Bu hareket, 16. yüzyılın İtalya’sında; kadîm Yunan ve Roma sanatına dönüş hareketi olarak başladı. Zamanla din merkezli düşünceden bağımsız düşünme ve davranış geliştirme hareketine dönüştü.

İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından alınması, buradaki bazı din adamlarının İtalya’ya geçmelerine yol açmıştı. Bunların beraberlerinde getirdikleri bazı eserlerin incelenmesi Rönesans’ın doğuşunda büyük ölçüde rol oynamıştır.

Rönesans’ın en büyük özelliği, Ortaçağ’ın sanat ve düşünce alanındaki dar, bağnaz, dînî ölçüler ve değerlerden temellenmiş görüşü ortadan kaldırmasıdır. Bunun yerine, düşünce ve sanat hayatında Eskiçağ’ın, Eski Yunan ve Roma ilkelerinin esas tutulmasıdır.

Diyebiliriz ki modernite; ilk olarak fertlerin, sonra da kitlelerin kiliseye (skolâstik düşünceye) karşı geliştirdikleri haklı bir tepkidir. Neden haklı? Çünkü skolâstik düşünce, ortaçağ din adamlarının dini kendilerine göre yorumladığı, temelini kişisel faydacılığın oluşturduğu, insan fıtratına fevkalâde aykırı normları içermekteydi. Dolayısıyla, böyle bir dinin normlarını uygulamak mecburiyetinde kalan insanların, bu normları kilisenin yorumladığı gibi değil de farklı bir yorum getirerek yeniden okumaları, bununla beraber özgürlüklerini elde etme çabaları gayet tabii bir tepkidir. Ancak yeri gelmişken önemli bir hususa dikkat çekelim: Aydınlanma öncesi batı dünyasında, insanların sosyal hayatının tümünü denetleyen, mensuplarının ihtiyaçlarını karşılayamayıp aksine zihinsel üreticiliğini engelleyen ve toplum içerisinde her alanda mutlak otorite sahibi skolâstik bir din anlayışı hâkimdi. Böyle bir anlayış ile ümmetinin tüm maslahatlarına her zaman ve mekânda cevap verebilme potansiyeline sahip, her ferdin kişisel hak ve özgürlüklerine, her türlü zihinsel üreticiliğine müdahale etmeyip; bilakis teşvik etmeye riayet eden ilahî bir din olan İslam’ı aynı kefeye koymak kabul edilemez bir yaklaşımdır. Üstelik skolâstik düşünceye uygulanan o haklı tepkinin çeşitli sebepler gösterilerek İslam’a da uygulanması gerektiğini söylemek ve bu söylemin gerekçelerinden biri olarak; Müslüman toplumların günümüz modern çağa ayak uyduramamalarının altında yatan en temel sebebin geleneksel İslamî düşünce yapısı olduğunu iddia etmek -ki bu iddiayı bugün modern düşünce savunmaktadır- hiçbir mantıkî zemine oturtulması mümkün olmaya bir iddia-dır. Çünkü ilahî bir din olan İslam’la fıtratı bozulmuş Ortaçağ din anlayışını kıyaslamak, kıyasın şartlarına aykırıdır.

Akıl Çağı

Bu çağ; toplumun sosyokültürel ve bilimsel hayatının her noktasında kilisenin mutlak katı hegemonyasının sorgulanmaya başlanıp, fertlerin kiliseye ihtiyaç duymadan akıllarını kullanarak, insanlığa faydalı çalışmalar yapabileceklerinin farkına varılmaya başlandığı dönemi ifade eder. Bu dönemde din adamlarının ortaya koydukları bazı tezler, halk içinde öne çıkmış düşünürler tarafından bilimsel çalışmalarla araştırılmak suretiyle çürütülmeye çalışılmıştır, nitekim çürütülmüştür de. Buna suyun kaldırma kuvveti, yerin çekim kuvveti, dünyanın sistematik hareketinin keşfi gibi bilimsel çalışmalar örnek gösterilebilir. Bu çalışmalar, kiliseden bağımsız düşünmenin ilk hamleleriydi. Bu hamleler, Aydınlanma Çağına atılan adımları teşkil ediyordu. Bu adımlar ise; Giardano Bruno isimli İtalyan filozof, evrende Dünya’dan başka birçok gezegen olduğunu söylediği ve sonsuz bir uzay anlayışına sahip olduğu için Roma’da Engizisyon mahkemesi tarafından yargılanıp ölüm cezasına çarptırılması, ceza olarak da; kazığa bağlanıp, diri diri yakılmak suretiyle infaz edilmesi gibi Avrupa toplumuna ağır bedeller ödetmiştir. Aynı zamanda bu çağ, Aydınlanma Çağı’nın zihinsel alt yapısının şekillendiği dönemdir.

Aydınlanma Çağı

Aydınlanma Çağı; olarak adlandırılan tarihsel dönem, Aydınlanma felsefesinin 18. yüzyılda doğup benimsenmeye başladığı dönemdir. Batı toplumunda 17. ve 18. yüzyıllarda gelişen ve akılcı düşünceyi eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, önyargılardan ve ideolojilerden özgürleştirmeyi ve yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan, düşünsel gelişimi kapsayan, dönemi tanımlar. Aydınlanma felsefesi ya da 18. yüzyıl felsefeleri genel olarak insanın kendi yaşamını düzenlemesini yeniden gündeme almış, hem düşüncenin hem toplumsal yaşamın köklü değişimlere uğrayacağı bir sürecin fikirsel/felsefi başlatıcısı olmuştur. Bu yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen Fransız devrimi (1789), ve ardından gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel anlamda etkilerini ve kaynaklarını aydınlanma felsefesinde bulmaktadır. Din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini bu süreçte akıl merkezli toplumsal düzenlemeler arayışı alır. Geniş ve genel anlamıyla aydınlanma, Ortaçağda hüküm süren dünya görüşüne karşı yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması ve temellendirilmesi olarak belirtilir.

Hakikaten bu dönem kilise ile bilimin arasının açıldığı, din adamlarının tanrı ve din adına bilimsel faaliyetlere müdahalelerinin arttığı, buna karşılık tabiatla ilgili taze bilgilere, genel geçer sonuçlara ulaşan batılı bilginlerin tanrıya ve dini inançlara başvurmadan âlemi ve her şeyi açıklayabildiklerine kani oldukları bir dönemdir. Yine bu dönem, çok ileri giderek akıl, “Tanrının var olduğunu, iyi ve kötüyü bilebilecek durumdadır; dolayısıyla vahye gerek yoktur” düşüncelerinin hem deistlerde hem de tabiî din anlayışını savunanlarda kendini gösterdiği bir dönemdir.

Aydınlanma felsefesinin insanlara empoze ettiği bazı fikrî fenomenler vardır. Bunların en başında; bu dünyayı anlamlandırabilmek için, yaşanılan gezegende artık insanlığın tanrı gibi fizik ötesi varlığa ihtiyaçlarının olmadığı iddiasıdır. Binaenaleyh; insan ve evrenin anlaşılabilmesi, yukarıda modernitenin tanımında da belirttiğimiz gibi; insan zihninin kutsaldan arındırılmasıyla ve varlığı, sadece görünen dünya perspektifinden okumakla mümkün olabileceği tezi ileri sürülmüştür. Aslında aydınlanma, yüzyıllardır Avrupa’da hâkim ola gelen Hıristiyan skolâstik düşüncesinin modernite ve sekülerizm dalgasıyla yıkılışının adıdır.

Sekülerizm, günümüz Türkiye’sinde halen tartışıla gelen bir olgudur; çünkü sekülerizm, batıdan müteşekkil olmasına rağmen din ve devlet ilişkisi açısından batıyı, Türkiye’deki gibi etkilememiştir. Tabi bunun izah edilebilir çeşitli sebepleri vardır. Bunlardan biri; batıdaki din ve dindarlık olgusunun Türkiye’dekinden bütünüyle farklılık göstermesidir. Amerika’da devlet başkanının göreve gelirken İncil’e el basması normal karşılanırken, böyle bir olayın yani; Kur’ân’a el basarak yemin etmenin günümüz Türkiye’si siyaset anlayışında irticaî bir hareket olarak algılanması bu farklılığın en bariz göstergelerinden biridir.

Şu çok iyi bilinmelidir ki; küresel sekülerizm ve buna bağlı olarak oluşan laiklik kavramı; batının kendi kapitalist düzenini doğu dünyasına empoze edebilmek için ve aynı zamanda bu toplumlarda modernist-reformcu zihniyeti hâkim kılabilmek için kullandığı en önemli araçlardan biridir. Günümüzde popüler olan “değişim, modernizasyon” gibi kavramlar da bu bağlamda düşünüldüğünde, bu kavramların neye hizmet ettikleri açıkça görülmektedir.

İdeolojiler Çağı

Bu dönemde birbirine zıt ideolojiler, yeryüzünde bir cennet kurma vaadinde sosyal mühendislik projeleri üretti. Hedef insanı mutlu kılmak, dünyada âdil ve barışçı bir düzen tahsis etmekti. Ancak bu meyanda geliştirilen ideolojilerin çoğu totaliter rejimler üretti. Dini insana bir tehdit, kitleleri uyutan bir afyon olarak algıladıklarından din adına ne varsa, ya yok ettiler ya da kontrol altına aldılar. Dine ılımlı yaklaşanları da vardı elbet. Ancak bunların ortak noktası sekülerizme olan inançlarıydı.

Hiç kuşkusuz bu tarihi devirlerin en önemlisi, modernitenin dünya sahnesine girdiği, ideolojik kodlarını içerisinde barındırdığı Rönesans ve bu ideolojik kodların zihinlerde zirve yaptığı Aydınlanma Çağı’dır. Bu iki süreç zarfında meydana gelen toplumsal olayları neden-sonuç ilişkisi içerisinde incelediğimizde, aslında modernitenin İslamî düşünce yapısında ne gibi sorunlar teşkil edebileceğini az çok tahmin edebiliriz.

Modernitenin tarihsel gelişim süreci bütünsel bir bakış açısıyla incelendiğinde, ana felsefesinin; düşünce özgürlüğünün ve fertlerin her alanda bireyselleşmelerinin bir sonucu olarak “farklılaşma-ayrışma” olgularından oluştuğunu ve buna mukabil bu kavramları toplumsal yapıya enjekte ettiğimizde, toplum içerisinde farklı ideolojiler, farklı kurumların oluştuğunu görürüz. Nitekim bu ayrışmayı, günümüz modern dünyasının toplumsal yapısında da bariz bir şekilde müşahede etmekteyiz. Ancak bu “ayrışma” kavramsal olarak şahısların dinî fikir yapılarını etkilediğinde, ortaya “ bana göre din” ya da “ona göre din” anlayışı meydana getirecektir. Dolayısıyla, herkes dinini kendi şahsi arzularına ve kendi dünyevî ihtiyaçlarına göre yorumlayacağı için, toplumda dini dünyaya yamama furyası başlayacaktır ki bu durum gayet tabiî bir sonuç olacaktır. Artık, insanların ilahi zemine oturtulmuş tek bir din anlayışı yerine, kişiden kişiye farklılık gösteren bir beşerî din anlayışını benimsemelerine yol açması kaçınılmazdır ki bunu aklın ve mantığın dâhilinde düşünmek kabul edilemez.

Kur’an Açısından İnsanın Kendine Yabancılaşmasının Temel Sebepleri

Günümüz insanının yüz yüze kaldığı önemli problemlerden birisi de kendine yabancılaşmadır. Yabancılaşmanın, insanın taşımış olduğu güncel zihniyeti, değer anlayışı, gerçeklik anlayışı, hayat tarzı, dünya görüşü ile yakından ilişkili olduğu görülmektedir. İnsanın; fıtrat üzere yaşamadan, tevhit düşüncesiyle bütünleşmeden ve üzerine düşen sorumluluklarını yerine getirmeden bu köklü problemden kurtulabileceğini söylemek zor gözükmektedir.

Aydınlanma dönemi ve endüstri devriminden bu yana, aşağı yukarı iki-üç asırdan beridir insanlık, tarihin farklı bir aşamasına uyum sağlayarak yaşayabilmesinin sancılarını çekmektedir. Batı’nın bilimsel, teknolojik, ekonomik ve askeri güç alanlarında geldiği noktanın; tüm dünya insanları üzerinde kültürel, sosyal, siyasal etkileri açıkça bilinmekte ve görülmektedir.

Çok çeşitli bilgi ve kültür havzalarından beslenen ama oluşum ve gelişimini batı içinde gerçekleştirip bütün dünyaya yayılan bu aşama; modernizm, postmodernizm, çağları olarak da adlandırılmaktadır.

Kendine göre bilimsel bir zihniyeti, değer anlayışı, bir gerçeklik algılayışı, bir hayat tarzı ve dünya görüşü, bir teknolojisi hatta bütün bunların ötesinde insana farklı bir bakış tarzı olan bu zorlu merhalenin, beraberinde getirdiği en önemli sorunlardan birisi de insanın kendine yabancılaşması problemidir.

Dini bilgi, inanç ve değerlerden uzaklaşmanın bir neticesi olan yabancılaşma, ahlakî ve kültürel karmaşada etkisini hissettirerek, hakikat ve kimlik krizine yakalanan kalpleri ve zihinleri derinden etkilemektedir.1 İnsanı, bilgisini, hayattaki amacını ve nihaî mukadderatını doğrudan ilgilendiren bu derin problemin çözümü, insanı insan yapan değerlerin yeniden gözden geçirilmesinde yatmaktadır. Kur’an açısından bu problemin ve çözümünün birtakım ana sebepleri şunlardır.

Fıtrattan Uzaklaşma

Fıtrat sözlükte; karakter, mizaç, boyuna yarmak, ikiye ayırmak, yaratmak gibi anlamlara gelmektedir. Yaratma esas alındığında; varlıkların yokluktan varlığa Allah’ın yaratması ile çıkışı şeklinde anlaşılmıştır. Istılahta fıtrat; yaratılış, varlıkların belli yetenek ve yatkınlıklara sahip olmaları anlamlarına gelir.2 Fıtratın tevhit, İslam olduğu da söylenmiştir.3 Çünkü insan, yaratılıştan “Allah’ı tanımaya eğilimli, hak dini benimsemeye yatkın olarak doğmuştur.”4 Buna göre fıtrat; ilk yaratılış anında, varlıkların sahip oldukları temel özelliklerini, karakterlerini ve dış tesirlerden henüz etkilenmemiş ilk saf durumlarını belirten bir ifade olmaktadır.

İnsan suresindeki “Şüphesiz biz insanı, meniden yarattık ve onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple onu işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör”1 ifadeleri; insanın belli bir amaç çerçevesinde yaratıldığını, bu amacı gerçekleştirebilmesi için, akıl, duyu gibi yeteneklerle donatıldığını, sonra da kendisine vahiyle yardımda bulunulduğunu anlatmaktadır. Kur’an’da insanın maddi varlık yapısını karşılayan kelime ‘beşer’, maddî yapısını anlamlı kılan ruhsal yönü temsil eden kavram ise ‘insan’ ifadesi2 olduğuna göre, insanın varlıklar içersinde maddî yapısıyla değil; akıl, duygu, bilgi, ibadet gibi özellikleriyle ön plana çıktığını ve seçkinleştiğini söylemek mümkündür.

İnsanın fıtrat üzere olmasının en güzel bir anlamını, “Yemin olsun nefse, onu düzenleyip iyiyi-kötüyü ayırt etmesini ona öğretene! Nefsini arındıran kurtulmuştur, onu azdıran ise ziyandadır”3 ayetinde görmekteyiz. Öyleyse insanın fıtrat üzere oluşu, her bireyin yaratılıştan sorumlu ve ahlaklı bir varlık olduğu tezine açık bir temel teşkil ettiği gibi’4 nefsin arıtılmasının fıtratın vazgeçilmezi olduğunu da göstermektedir.

Kuran’ı Kerim’de Hz. İbrahim’in diliyle anlatılan; “şüphesiz ben, tüm benliğimle, gökleri ve yeri yaratan Allah’a yöneldim ve müşriklerden değilim”5 ifadesi, insan fıtratının bir Allah’a iman ve ibadet ile yoğrulduğunun en güzel bir ifadesidir. Yaratılıştan Allah’ı tanımaya eğilimli, hak dini benimsemeye yatkın olan insan için 6 İslam, fıtratın dinidir. “İslam dini, gerek inanç, ibadet ve ahlak ilkelerindeki evrensel boyutla; gerekse insanın yapısal özellikleriyle bire bir örtüşmesi sebebiyle, bu ihtiyaca en iyi şekilde cevap verebilecek bir dindir.7 İşte bunun için kararlı ve sağlam bir şahsiyetin oluşumu, insanın kendine yabancılaşmaması, ancak insanın yaratılış fıtratı olan İslam’la bütünleşmesinden geçmektedir.

Bu durumda insan hayatını anlamlı kılan şey, hayata değer katan temel özellik, insanın fıtratına uygun davranarak kendinden beklenen sorumlulukları yerine getirmesidir. İnsanlık vazifelerini ihmal eden ve sorumsuz bir hayat yaşayan insanlar, gerçek anlamda insanlık değerini de yitirmiş,1 kaçınılmaz olarak kendilerini yalnızlık ve yabancılaşmanın kucağına terk etmiş olacaklardır. Kur’an’la, fıtratla, hak ve hakikatle barışık olmayan insan hep fıtratıyla çatışmak zorunda kalacak, iç bütünlüğüne kavuşamayacak, hayatını verimli ve mutlu olarak yaşamaktan mahrum kalacaktır.2

Hak dinden uzaklaşan insan, tabiatına aykırı hareket ettiği için, kendine yabancılaşmaktadır. Çünkü ‘fıtratta tevhit asıl, küfür ise arızîdir.’3 Din, insan doğasına dayanan gerekli bir olgu olduğundan, onu kaldırmak mümkün değildir.4 Öyle ise yapılması gereken, fıtratla uyum içersinde kalarak, insanı doğasına uygun doğrultuda geliştirmektir.

Tevhit’ten Uzaklaşma

Modern çağların fikir babaları olan aydınlar, felsefeciler insanlara; moral ya da dinamik bir kaçınılmazlıktan ziyade entelektüel bir formül olarak bu dünyayı yaratan ve yöneten bir yaratıcının yerine, dünyayı açıklayan bir prensip olarak Helenleştirilmiş tanrı fikrini önermişlerdir.

Oysaki Kur’an’ın ortaya koyduğu dünya görüşünde Allah’ın varlığı ve birliği temel esastır. O Allah’ın varlığını ve birliğini insanlara bir ilke olarak sunmakta, onlardan da bunu temel prensip olarak benimsemelerini istemektedir. Bu ilke İhlâs Suresi’nde şöyle özetlemiştir. “Ey Muhammed! De ki: O Allah’tır; tektir. Allah, hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şey kendisine muhtaç olan; doğurmamış, doğmamış olan, hiçbir dengi bulunmayandır. “5

Allah, varlıklar içersinde hiçbir varlığa benzemeyen, kendine özgü bir varlıktır. Evrendeki düzen ve uyumun gerekçesi Allah’ın varlığı ve birliğidir: “Eğer yerde ve göklerde Allah’tan başka tanrılar olsaydı ikisi de bozulurdu.”6 O, evreni hem yaratan, hem düzene sokan, hem amacını belirleyen, hem de anlamlı kılan varlıktır. O, her varlığı hem var eden hem de varlığını devam ettirendir. Her şey, kendisi için belirlenen hedefe doğru hareket etmektedir. Çünkü “Allah her şeyin ölçüsünü koydu ve hedefini gösterdi”7 Yüce Allah’ın evreni yaratması ve evrende bir düzenin olması, O’nun aşkınlığını ve her şeye kadir olduğunu gösterir.

Kuran insan için temel hareket noktası olarak tek tanrı inancını (tevhit) yerleştirmiştir. Buna göre Allah, tüm evrenin ve insanın tek yaratıcısı, yegâne sahibi ve biricik hâkimidir.1 O ta baştan insanı yaratırken onu karanlıkta bırakmamış ona, bilme, düşünme, anlama ve kavrama yetilerini vermiş, iyiyi kötüden ayırt etme imkânı, irade ve hürriyet lütfetmiş, ona gerçeği öğretmiş, hatalarına karşı duyarlı olup tövbe edenleri de bağışlamıştır.2 Varlığa dilediği gibi tasarruf etme yetkisi sunmuştur.3

Bununla beraber insan başıboş ve sorumsuz bir varlık da değildir.4 Çünkü İnsan ancak tevhit çerçevesinde kalarak varlığını gerçekleştirebilir. İnkârcılık, şirk, nifak insan benliğini parça parça eder, onu karanlıklara sürükler ve insanı kıymetsizleştirir.5 Dünya hayatı bir imtihan sürecidir. İnsan bu hayatın sonunda Allah’a dönecektir. İnsan Allah’ın kendisine indirdiği hidayet rehberi Kuran’a göre davranmalıdır. Gerçek amaç ahirette başarıya ulaşmaktır. 6 İnsan dünya hayatının sonunda Rabbine dönecek ve dünyada sorumluluk çerçevesine giren yaptığı/yapmadığı her şeyin hesabını verecektir.7 Eğer insan hidayet rehberi Kuran’a sırt dönerek onu dinlemezse, dünyada huzur ve emniyet görmeyecek; anarşi, felaket ve buhranlardan kurtulamayacaktır. Ahirette ise büyük kaygılar, ebedî sıkıntılar, sürekli azap ve bitmez tükenmez mahrumiyetler yaşayacaktır. Üstelik ahiretteki büyük ilâhî lütuflardan da mahrum kalacaktır.8

Allah’ı unutmanın sonucu şahsiyetin parçalanmasıdır. Parçalanmış şahsiyetin ahlakî bir yaşantı sürebilmesi, ahlaka dayalı sosyal ve politik bir düzen kurabilmesi imkânsızdır.9 Allah fikri ve ahiret bilinci olmadan ahlakî yaşantı olamaz.

İnsan varlıktan hareketle Allah’a ulaşabilecek kabiliyette yaratılmıştır. Allah, doğadaki olayların arkasındaki gücün insan tarafından bilinmesini istemektedir.1 Çünkü yaratılanlar, bizi Allah’a götüren ayetler, yani belgelerdir.2 Bu durumda insan, Allah’ın iki kitabı ile karşı karşıya gelmektedir. Bunlardan biri kâinat kitabı, diğeri ise Allah’ın elçileri aracılığı ile gönderdiği sözlü mesajlardır. “Kur’an kendisi ile uyarılsınlar, tek bir ilah bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara gönderilen bir bildiridir.”3 Dolayısı ile Allah hakkında sağlıklı bilgi elde etmek için bu iki kitaba başvurmamız lazımdır.

Yüce Allah, insanları ve cinleri iyilik ve kötülük yapabilecek özellikte yaratmıştır.4 Bu nedenle kötülük, özgürlüğün bir sonucudur. Kötülük, iradeli varlık olan insanın özgür olmasıyla ilgilidir. Bu nedenle kötülüğün imkânı ile kötülüğün varlığını karıştırmamak gerekir.

Allah’ın insanoğlundan istediği “Rab” olarak yalnız “âlemlerin Rabbini” tanımasıdır.5 Çünkü “Allah, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir.”6 Allah’tan başkasını Rab edinmek insana yakışmaz.7 Zaten insan Allah’tan başka bir dost da bulamaz.8 Bu durumda Kur’an’ın asıl amacının, bireyin Allah ile doğrudan ilişkiye girmesini sağlamak olduğunu söylemek yerinde olacaktır.

Sorumluluktan Uzaklaşma

Biyolojik-psikolojik yapısı, özgür iradesi ve aklıyla, şerefli bir varlık olarak yaratılan;9 imtihan edilmek üzere işitme, görme, dokunma gibi çeşitli üstün güç ve yeteneklerle donatılan,10 iyiyi kötüden ayırt edebilecek şekilde tasarımlanan11 dünyadaki diğer varlıklar da kendisinin hizmetine teshir edilen insan12 hem dünyası hem de ahireti adına çok kritik ve hayatî bir seçimle baş başa kalmıştır. İnsan, kendisine verilen bu güç ve imkânlarını nasıl, nerede ve hangi değerler doğrultusunda kullanacaktır? Akıl gibi eşsiz bir nimeti; hırs, öfke, şehvet gibi tutkularını nasıl ve nereye yönlendirecektir?

İnsanı ve onun tabiatını en iyi tanıyan Allah1 onun uyacağı temel ahlâki değerleri ve yaptırımları belirleyerek, insana bunlarla uyumlu yaşamayı önermiştir. Ne var ki fıtratıyla çatışan, Allah’ın önerilerini dikkate almayan insan, sorumsuz bir hayat yaşamak isteyen ahlâkî ve manevî düşüş tehlikesiyle karşı karşıya gelmekte2 kendisine yabancılaşmaktadır.3

İnsan akıl, irade ve fıtratını Allah’ın istediği biçimde kullanarak şerefli, yüksek, fıtratıyla uyumlu bir mahlûk olduğunu ortaya koyabildiği gibi; O’na isyan ederek tabiatının, zalim ve cahil tarafını da gösterebilmektedir.4 Karada ve denizde büyük yıkımlar insanın sorumsuz tutum ve davranışlarıyla gerçekleşmiştir.5

İnsan, canının her çektiğini yese; her heveslendiği şeye elini, gözünü ve kulağını götürse; nefsini hislerinin önüne bir top gibi atsa; bütün bunlarda hiçbir frenlemeye, durdurmaya, hiç değilse düzenleme ve ayarlamaya da lüzum görmeden kör bir gidişe uysa; bu durum onu aklı ve iradesi olmayan bir hayvanla eşit duruma getirecektir.6 Allah’ı unutan insana, kendi benliği de unutturulmakta7 böylece insan fıtratıyla, yaratıcısıyla, varlıkla yabancılaşmakla yüz yüze kalmakta ve yoldan çıkmaktadır.

Sonuç

Kur’an’ın hedefi, tevhit prensibi çerçevesinde fıtratı, yaratıcısı ve çevresiyle barışık, sorumluluğunun bilincine varan, üzerine düşen yükümlülükleri yerine getiren insan yetiştirmektir. Böylece birey, sahip olduğu donanım ve yeterlilikle; inanç, ibadet, ahlak aile ve toplumdan oluşan dünyasını, akıl, irade vasıtalarıyla ve vahyin yardımıyla mükemmel bir şekilde düzenleyip iki dünya mutluluğunu da elde edebilecektir. Aksi takdirde insanın, Allah’ın kendisini yaratmış olduğu fıtratla bütünleşmeden, tevhit düşüncesi çerçevesinde hayatını yaşamadan ve üzerine düşen sorumluluklarını yerine getirmeden; insana layık bir onurla yaşayabileceğini, yalnızlıktan ve kendine yabancılaşmadan kurtulabileceğini söylemek gerçekten zor gözükmektedir.

 

Önceki ve Sonraki Haberler