Siverek'te “Kur'an'da Siyak ve Sibakın Önemi” Semineri
Siverek Özgür-Der’de alternatif eğitim seminerleri Cengiz Çalan'ın sunduğu “Kur'an'ın Anlaşılmasında Siyak ve Sibakın Önemi” konusu ile devam etti. Seminerden önemli notlar...
Özgür-Der Siverek Temsilciliği'nde bu hafta "Kur'an'ın Anlaşılmasında Siyak ve Sibakın Önemi" başlıklı bir seminer sunan Cengiz Çalan'ın sunumunun özeti:
Kur'an'ın Anlaşılmasında Siyak ve Sibakın Önemi
Günümüzde Müslümanların en temel problemlerinden bir tanesi hiç kuşkusuz, Kur'an'ı kendi sistematiği içinde değil, önyargılardan oluşmuş, mezhebî taassup, parçacı bir yaklaşımla okumaları ve bütününden koparılmış bir yöntemle inceleme ve araştırma yapmalarıdır.
Müslümanlar, Kur'an hakkında doğru bilgi ve düşünceye sahip değildir. Varlık ve hayata dair görüş ve beyanları Kur'an'a göre değil, sahip oldukları teamül ve parçacı yaklaşıma göre şekillenmektedir.
Kur'an-ı Kerim; en son kitap ve evrensel bir mesajdır. İlahi öğretiler bu kitabın bütününe dağılmıştır. Kur'an'ı okuyan ve kendisinden yararlanmak arzusunda olan Müslümanların, Kur'an'a bir bütün olarak yaklaşmaları ve okumaları gerekmektedir.
Kur'an-ı Kerim'in olaylara bakışı, muhtelif surelere dağılmış ayetleri birlikte okumakla gerçekleşir. Sadece bir ayeti ele alarak ilgili konu hakkında yorum getirmek Kur'an'ın onayladığı bir durum değildir. Ayetlerin anlam bütünlüğünü Kur'an'ın değişik pasajlarında aramak ve birlikte okumak bir zorunluluktur.
Ayetler yalnız başına değil, birbiri ile olan münasebetle değer kazanır. Ayetler, bir binanın tuğlaları gibi birbiriyle irtibatlıdır. Birkaç başlık altında örnekler vermek konunun anlaşılmasına katkı sunacaktır.
A) Hevaya Uydurmak
İnsan genel itibariyle yaşamaya eğilimlidir. Kolay kolay canından geçmez. Ancak Müslüman bir kimse ise 'Allah yolunda öldürmek veya öldürülmek' ile ilgili ayetleri görmezlikten gelemez. Ne var ki, kişinin İslam anlayışı tek yönlü olarak 'hoşgörü' ve 'uzlaşma' üzerine kuruluysa, bu tür ayetlerin anlamını gevşetebilir. Mesela cihad kavramının Peygamberimiz dönemindeki anlamı nesh edilir. Artık o kalemle yapılmalıdır! Hem ülke içinde harp olmaz! Kardeş kardeşi kırar. İslam buna kesinlikle müsaade etmez(!) İç savaş çıkarsa, birçok Müslüman telef olur. Buna delil bulmak için Müslümanların en önemli kaynağı olan Kur'an'a başvurulur ve Kur'an hevaya uygun olarak kullanılır. Örneğin; "... Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın" ayeti kanıt olarak öne sürülür. Şimdi bu ayeti öncesi ve sonrasıyla birlikte okuyalım: "O halde, artık zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnızca Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Ancak vazgeçerlerse, zulüm işleyenlerin dışındakilere karşı tüm düşmanlıklar sona erecektir. Saldırmazlık örfünün geçerli olduğu aylarda size saldıranlara siz de karşılık verin. Zira saldırmazlık örfünün ihlali, adil karşılık (yasasın)a tâbidir. Böylece, eğer bir kişi size saldırıda bulunursa, siz de onun saldırdığı gibi saldırın. Ancak Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve Allah'ın, kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıyanların yanında olduğunu bilin. Ve Allah yolunda harcayın, kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve iyilik yapmaya azimle devam edin. Unutmayın ki, Allah iyilik yapanları sever" (Bakara, 2/193-195).
Görüldüğü gibi pasifliğe, sinmişliğe, sığınmacılığa delil getirilen ayetin öncesinde hiçbir cezalandırılma korkusu duymadan Allah'a ibadet edilinceye ve hiç kimse başka bir insana korku ile boyun eğmek zorunda kalmayıncaya kadar savaş emredilmektedir. Yani mü'minler kendilerine saldırı yapıldığında topluca karşı koymalıdırlar. Cihadın, Allah yolunda savaşanların yiyecek, binek ve silah gibi ihtiyaçlarını karşılayacak kendine özgü gerekleri vardır. Bunun için can ile cihadın yanında mal ile cihad da zorunludur. Allah yolunda mal harcamak emrinin hemen ardından, insanın kendini kendi eliyle tehlikeye atmaması emri gelmiştir. Kendini tehlikeye atmama konusu ferdi planda da, cemaat planında da geçerli bir olgudur. Tabii ki bu da Allah tarafından kendini feda etmek ve şehid olmak gibi bir bağlayıcı emrin bulunmadığı durumlar için söz konusudur. Kendini kendi eliyle tehlikeye atmak, olsa olsa ferdin, veya cemaatin, makul hazırlıklar veya gerçekleştirilmesi hikmetle planlanmamış büyük hedefler olmaksızın düşmanlarla savaşa girişmesidir. Yoksa bu ayette zulme 'birlik ve beraberlik' adına ses çıkarmamak ve 'evet efendim'ci tavırlar takınmak, kafirlere karşı pasif tutum içinde olmak ve onlara boyun eğerek zilleti kabullenmek şeklindeki pasif tutuma delil alınacak bir işaret yoktur. Kendini eliyle tehlikeye atmak, mal ve can ile cihad etmekten kaçınmaktır.
B) Yanlışı Ayete Onaylatmak
İnsanların atalarından veya sosyal çevreden aldıkları kültürel mirası terk etmeleri veya sorgulamaları oldukça zordur. Araplar arasında başlayan İslam, kısa bir müddet içinde İran'a, Kuzey Afrika'ya, Orta Asya'ya, Bizans'ın içlerine ve Hindistan'a kadar uzanmış, buralardaki inanç, gelenek, görenek ve medeniyetlerle karşılaşmıştır. Bu arada İranlılar, Kuzey Afrika halkları ve Türkler topluca İslam'ı kabul etmişlerdir. Müslümanların karşılaştığı diğer milletlerden de İslam'ı kabul edenler olmuştur. Böylece İslam bu milletlerin İnanç ve medeniyetleriyle bir iletişime girmiştir. Gerçi o dönemlerde Müslümanlar etkileyen ve diğerleri de etkilenen konumundaydılar. Ancak Müslümanların da kimi alanlarda diğer milletlerden etkilenmeleri kaçınılmazdı. İslam'ı kabul eden milletler, kimi inanç ve geleneklerini de beraber getirmiş ve onlara İslami bir kılıf giydirmişlerdir. Buna bir örnek de şeyhlik kurumudur. Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla bir şeyhe bağlanmanın, onunla rabıta yapmanın (Ferit Aydın, Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, İst., Ekin Yay., 1996. s. 36) ya da ölülerden yardım dilemenin caizliğine/gerekliliğine delil getirilen "Allah'a ulaşmak için vesile arayın" (5/Maide 35) ayetinin öncesine ve sonrasına bir bakalım: "Allah'a ve elçisine karşı savaş açanların ve yeryüzünde fesadı yaymaya çalışanların büyük kısmının öldürülmeleri veya asılmaları veya döneklikleri yüzünden büyük kısmının ellerinin ve ayaklarının kesilmesi, yahut yeryüzünden sürülmeleri yalnızca bir karşılıktan ibarettir. İşte bu, onların dünyada uğradıkları zillettir. Öteki dünyada ise korkunç bir azap bekler onları, ancak siz onlardan daha güçlü hale gelmeden önce tevbe edenler hariç. Çünkü bilmelisiniz ki, Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır. Siz ey imana ermiş olanlar! Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, O'na ulaşmak için vesile arayın ve Allah yolunda cihad edin ki, mutluluğa erişebilesiniz. Şüphe yok ki, hakikati inkara şartlanmış olanlar, Kıyamet Günü'ndeki azaptan kurtulmak için yeryüzündeki her şeyi ve hatta iki kat fazlasını fidye olarak teklif etseler de kabul ettiremezler. Çünkü şiddetli bir azap bekler onları" (Maide, 5/33-36). Bir rivayette İbn Abbas şöyle demiştir: "O'na yaklaştıracak bir yol arayın" ayeti "ihtiyaçlarınızı O'ndan isteyin" anlamındadır. Mevdudi bu ayetin "Allah'ın yakınlığını ve razılığını kazanmanıza yardım edecek her türlü aracın peşinde koşun" anlamına geldiğini söylemektedir. Görüldüğü gibi ayetteki vesileyi "şeyh" olarak ya da onunla rabıta yapmak şeklinde anlamak mümkün değildir. Yoksa Peygamberimiz zamanında da böyle bir kurum hemen ihdas edilirdi. Eğer denirse ki, şeyh, Müslüman bir lider konumundadır ve onun İslam'a uygun tavsiyelerine itaat etmek açısından vesile olması söz konusudur, bu anlayışta bir sakınca yoktur. Zira iyi insanlarla birlikte hareket etmek de sevap getirici bir unsurdur. Ancak yanlış olan 'vesile' kelimesini sadece bir insana bağlamaktır. Ayetin anlamı geneldir. Yerine göre avret yerini örten bir elbise, hayırlı amelleri arttırmaya yarayacak bir araba da hayırlı işler işlemeye birer 'vesile' olarak görülebilir. Ne var ki, vesilenin şeyh olduğunun söylenmesi büyük oranda ahirette ondan şefaat beklentisinden kaynaklanmaktadır. Bu beklenti ise, putları Allah'a yaklaştırsınlar diye benimseyen anlayışa benzemektedir ve İslamiliği kesinlikle söz konusu değildir (10/Yunus 18, 39/Zümer 3).
C) Ayetten Zorla İtikad Çıkarmak
Buna örnek suni itikadi tartışmalara neden olan "Sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yarattı" ayetidir. Eşariler, bu ayeti, Yüce Allah'ın insanların amellerini de yarattığının delili olarak ileri sürerler ve insanın kendi amellerini yarattığını, dolayısıyla onlardan sorumlu olduğunu ileri süren Mutezile'ye karşı bir dayanak olarak gösterirler. Şimdi bu ayeti öncesi ve sonrası ile beraber ele alalım: "O (İbrahim) kavminin putlarına gizlice yaklaştı ve 'Ne o! Yemiyor musunuz? Neyiniz var ki, konuşmuyorsunuz?' dedi. Sonra üzerlerine yürüyüp onlara sağ eliyle vurdu. Bunun üzerine diğerleri koşarak O'na doğru geldiler. O, "Siz" dedi, 'Kendi ellerinizle yaptıklarınıza mı tapıyorsunuz? Oysa sizi de, sizin yapmakta olduklarınızı da yaratan Allah'tır"! Onlar: 'Bir odun yığını hazırlayın ve O'nu ateşin içine atın' diye bağırdılar" (Saffat 37/91-97).
Üzerinde ihtilaf edilen bu kelami konuyu bir kenara bırakarak şunu söylüyoruz: Bu ayeti bir ön kabule kanıt ve dayanak olarak ileri sürenler, bunun Yüce Allah tarafından doğrudan doğruya insanların ve amellerinin yaratılması bağlamında ifade edilmiş bir söz olmadığını gözardı ediyorlar. Ayrıca, ayetin sözünü ettiğimiz kelami konu ile ilgisi yoktur. Ayet, Hz. İbrahim'in kavmine yönelttiği eleştirilerin anlatıldığı ayetler grubunun akışı içinde yer almaktadır. Çünkü onun kavmini de, kendi elleriyle yonttuklarını da Yüce Allah yaratmıştır. "Yapmakta oldukları" ifadesi, tapmak üzere put yontmak anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla ayette, Hz. İbrahim'in söylediği bir söz aktarılmaktadır. Eğer ayetler grubunun tamamı göz önünde bulundurulursa, bunun tek başına, bütünden ayrı olarak anlamlandırılmasının mümkün olmadığı, insanların ve amellerinin yaratılışı ile ilgili bir rabbani açıklama niteliğinde olmadığı görülecektir. (İzzet Derveze, Kur'an'ül Mecid, Ekin Yay., İst., 1997, s. 169)
Ayetin bir ayetler silsilesinin parçası olduğu göz önünde bulundurulduğunda, delil olarak sunulduğu konu ile ilgili olmadığı açıkça ortaya çıkacaktır. Hatta kıssanın akışı içinde ibadet, yontma, ateşe atma, bir komplo hazırlama gibi fiillerin İbrahim peygamberin kavmine nispet edildiğini, bu amellerin onlardan sadır olduğunun vurgulandığını bir an için göz ardı etsek bile yukarıdaki ayeti, insanın ve fiillerinin yaratılışı konusu ile irtibatlandırmak imkânsızdır.
D) Kur'an ve Hikmet
Hikmetin ne olduğu, felsefe ile ilişkisinin olup olmadığı, Allah katından belli kişilere verilip verilmediği, neleri kapsadığı konuları zihinleri meşgul etmiştir. Bu nedenle Elmalılı Hamdi Yazır Bakara sûresinin 269. ayetinde geçen hikmet kelimesini 17 sayfa yorumlamıştır. (Elmalılı Hamdi Yazır. Hak Dini Kuran Dili, İst., Eser Neşr., 1979,11,915-932) Bunu onun tefsir üslubu olarak, yani kelimenin ilk geçtiği yerde değerlendirmesine de bağlayamayız. Çünkü aynı kelime daha önce dört yerde geçmekte fakat özet -belki de gerektiği kadar- yorum yapılmaktadır. Felsefenin geleneksel kesimlerce olumsuz karşılanıyor olması bazılarının hikmeti ön plana çıkarmasına neden olmuş ve Kur'anî bir kavram kullanılarak bir nevi İslam felsefesine temel oluşturulmuştur. Ancak ön plana çıkarılan ayet (2/Bakara 269) gerçekten felsefi içeriğe sahip midir yoksa başka bir konu ile mi ilgilidir? Ayetin tümünü okuyarak anlamaya çalışalım: "Şeytan sizi fakirlik endişesi ile korkutur ve cimriliği telkin eder. Oysa Allah, size bağışlamasını ve lütfünü vaat eder. Allah kudret ve egemenlikte sınırsızdır, her şeyi bilendir. Dilediğine hikmet bağışlar ve her kime hikmet bağışlanmışsa doğrusu ona en büyük servet verilmiş demektir. Ama derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz. Çünkü başkaları için her ne harcarsanız ve neyi (harcamak için) adarsanız, Allah onu mutlaka bilir. Ve (hayırda bulunmayı engelleyerek) zulüm işleyenler, kendilerine yardım edecek kimse bulamazlar" (Bakara, 2/268-270)
Görüldüğü gibi ayet ne kulların fillerini yaratmalarından, ne de felsefi düzlemde bir 'hikmet'ten bahsetmiyor. Ayetin bağlamından, hikmet sahibi olanın, şeytanın dar yollarını değil. Allah'ın geniş yolunu takip ettiği anlaşılıyor. Şeytanın cimri takipçilerine göre ise akıllılık, servetleri ile övünmek ve her zaman daha fazla kazanmaya çalışmaktır. Bunun aksine kendilerine gerçek hikmet verilen Müslümanlar bu tür bir tutumu akılsızlık olarak kabul ederler. Onlara göre hikmet, kendi gerekli ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra servetini cömert bir şekilde Allah yolunda sarfetmektir. Birinci grubun bu dünyada daha zengin ve rahat bir hayat yaşaması mümkündür. Fakat bu dünya hayatı yaşanılacak hayatın tümü değildir. Bu dünya hayatı, ölümden sonra da devam edecek hayatın sadece küçük bir parçasıdır. O halde bu dünya hayatının kısa zevkleri için ebedi hayatini feda eden kimse çok hikmetsizce davranmaktadır. Akıllı olan ise, bu dünya da hayatından en iyi şekilde yararlanan ve bu dünyada az bir servete sahip olsa da Ahiret'teki ebedi hayat için kendisini hazırlayan kimselerdir.
Kur'an'ın bütünlüğünü dikkate almayan, onu anlamak için gerekli gayretin içinde olmayan ve çaba sarf etmeyen kim olursa olsun çalışmalarında başarısız kalacaktır.
Kur'an küçük parçalardan meydana gelmiş bir yapıya benzer. Bu yapının bütün unsurlarını dikkatle incelemek gerekir. Her surenin kendi içinde ve Kur'an'ın diğer sureleriyle olan anlam bütünlüğünü göz ardı etmek mümkün değildir.
Ayetleri, siyak - sibaktan ve Kur'an bütünlüğünden kopartılarak anlamak ve sonuca ulaşmak mümkün olmadığı gibi, bu yöntem faydadan çok beraberinde zarar getirmektedir.
Kur'an'a parçacı yaklaşmak ve bu yöntemle ondan hüküm çıkartmak aynı zamanda bir sapmadır. Bu yaklaşım tarzı sahibini hedefe ulaştırmaz. Daha çok hedefinden uzaklaştırır. Ayetlerin içerik ve amacını anlamadan delil olarak sunan anlayış vahyin amaç ve hedeflerini anlamamıştır. Kur'an'dan bir ayet alarak kendi düşüncesini ispatlamaya çalışan kişiler, vahyi kendi bilgi dağarcığının seviyesine indiriyorlar. Kur'an'ın seviyesine yükselmek isteyenler ise vahyi kendi yapısı ve bütünlüğü içinde ele alırlar. Dolayısıyla Müslümanlar Kur'an'ı kendi seviyelerine indirmeye değil, kendilerini Kur'an'ın seviyesine yükseltmeye gayret etmelidirler.
Kur'an-ı Kerim bir bütünlük çerçevesinde ele alınıp okunduğu zaman anlaşılması kolaylaşacak, faydalanmak isteğinde bulunanların ufku açılacak ve geniş bir perspektif yakalanacaktır. Ancak ayetler ruhundan kopartılarak sadece fikhi ve kelami meselelere delil gösterilmek için okunduğunda ilahi mesajın önüne bir set çekilmiş olacak ve bakış açısı daralacaktır.
Delil aramak ve görüşlerini ispatlamak adına ayetlere başvuran anlayış, Kur'an-ı noter makamı olarak görüyor. Bu zihniyet için Kur'an tasdik makamıdır. Dolayısıyla Kur' an-a parça parça değil, bir bütün olarak başvurma zarureti ortaya çıkmaktadır.
Ayetler arasında bir çelişki söz konusu değildir. Aksine bir ahenk ve insicam söz konusudur. Birbirinden farklı zannedilen ayetler, aslında birbirini tamamlayan ve aynı amaca yöneliktir. Bu sebeple görüşlerini ispatlamak maksadıyla ayetleri delil gösterme gayreti içinde olanlar büyük bir yanlış içindedir.
Kendi görüşünü ispatlamak için vahye başvurulması sonucu birçok Kur'an anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşım mezhebi, kelami ve tasavvufi tefsirlerin oluşmasında etkisi azımsanmayacak kadar büyüktür. Hatta büyük bir iştahla okuduğumuz büyük tefsirler de bundan nasibini almışlardır.
Esas olan anlamı bütünde aramaktır. Parçalardan yola çıkarak bütünü yakalamak mümkün değildir. Herhangi bir meseleyi etraflı bir şekilde ve bütün yönleriyle ortaya koymadıkça anlaşılması mümkün olmayacaktır. Ana fikrin ortaya çıkması için bu yönteme gerek duyulmaktadır. Metnin ana fikrini yakalamak buna bağlıdır. Parçacı yaklaşım her zaman sapmaya açıktır. Bütünlükten koparılmış parçacı yaklaşım tarzı, nasların anlaşılmasına katkı sunmaz ve vahyin önünde ciddi bir engel teşkil eder.
Kur'an bir bütün olarak ele alındığı zaman kişiye geniş bir bakış açısı sağlayacaktır. Parçacı yaklaşım tarzı ve bütünlükten bigane kalmış bir araştırma ve inceleme şekli, Kur'an'ın hedef ve amaçlarına ulaştırmayacaktır. Kur'an'ın kendine has üslubu ve sistematik yapısını dikkate almadan yapılan çalışmalar yetersiz kalacaktır. Kur'an'ın hayata bakış açısını iyice kavramak için bütüncül olarak yaklaşmak bir gerekliliktir. Bu yöntem Kur'an'ın anlaşılması için olmazsa olmaz kaidelerdendir.
Zamanla oluşan kanaat, önyargı ve düşünceler neticesinde Kur'an'ın herhangi bir suresinde bir ayet olarak olaylara çözüm getirmek, Kur'an'ın anlaşılmaması için yapılmış bir çabadır. Bu bağlamda siyak ve sibakın önemi ortaya çıkmakla beraber, Kur'an'ın bütününe dağılmış ve birbiri ile bağlantılı olarak ayetlerin ışığında bakma gerekliliği ortaya çıkıyor.
Parçacı yaklaşım aynı zamanda bir hastalıktır. Bu hastalık bütünü görmeyi engeller. Bir ressamın büyük bir ustalıkla çizdiği resmi parçalara ayırırsak acaba tam bir manzara ortaya çıkabilir mi? İşte tam bir görüntü ve tam bir mana yakalayabilmenin yolu parçaları bir araya getirebilmek ve objektifleri geniş tutmaya gayret etmektir.
Asıl maksada ulaşmak için nasıl ki bütünü görmek gerekli ise, aynı şekilde Kur'an'ın bütün hükümlerini kabul etmek ve hayata tatbik etmekte o şekilde gereklidir. Bazı kimseler muamelatla ilgi kısmını alırken bazı kimselerde siyasi konuları ihtiva eden kısmını referans olarak almaktadırlar. "onlar kitabın bir kısmını kabul edip bir kısmını inkâr mı ediyorlar" (2/Bakara 85) Kur'an iyice incelendiğinde bütün konuların iç içe olduğu keşfedilecektir. Konular birbirini tamamlar. Çünkü Kur'an bir medeniyet projesidir. Hayatın bütün unsurlarını birlikte sunar. Sosyal, siyasal, ekonomik ve hayatın diğer unsurlarını…
Bütün niyetler, çabalar ve gayretler vahyin anlaşılması için ise, o takdirde kitabı kendi üslubu ve bütünlüğü içerisinde okumak gerekir. Hiç kimsenin ayetleri kendi mezhebi, kanaati ve kendisinde oluşan önyargılara göre anlam bütünlüğünden kopartarak malzeme yapması şeklinde bir lüksü olamaz, olmamalıdır.
Bir şeyi anlamak için, öncelikle onu tanımak gerekir. Dolayısıyla Kur'an'dan hüküm çıkartmak, yorumlamak ve kesin bir yargıya varmak için önce Kur'an'ın özelliklerini, nasıl bir kitap olduğunu, onu anlama yöntemini-üslubunu ihtiva ettiği konuları ve en önemlisi ayetlerin birbiri ile olan bağlantılarını bilmek ve tanımakla gerçekleşir.
İslam'ın Hayat ölçülerini ve değerlerini ortaya koymak için Kur'an'ın bütünlüğü dikkate alınmalıdır. Bunun dışındaki yöntemler ve parçacı yaklaşımlar istikametten sapmaya neden olur.
Kur'an giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşan kitaplar gibi değildir. Konular ve ayetlerin manaları Kur'an'ın tamamına dağılmıştır. Bu nedenle bir mesele hakkında yargıya varmak için devamlı okumak ve bütününü birlikte görmeye azami derecede gayret göstermek gerekir.
Kur'an'ın seviyesine yükselmek için onu başucu kitabı haline getirmek ve onunla bir dost gibi olmak gerekir. Kişi dostunu tanımakla ilişkisini geliştirir. Müslümanların hayatın rehberi olan Kur'an'la böyle bir münasebetleri vardır. Dolayısıyla ayetlerin ve surelerin birbiri ile olan bağlantıları, mantığı ve düşünce sistemi derinden analiz edilmelidir.
Kur'an kendi anlam örgüsü ve mana bütünlüğü içinde okunmadığı takdirde doğallığını kaybeder. Her şeyden önce doğru karar vermek için olayın tamamını görmek gerekir. Bütünü görmeden bir yargıya varmak doğru olmayan sonuçlara götürür.
Muhtelif surelerde geçen ve aynı anlama gelen ayetlerin irtibatı sağlandığında objektif bir bakış açısı ortaya çıkacaktır. Böylelikle parçacı yaklaşımdan uzak bir perspektif yakalamak mümkün olacaktır. Bu perspektif Müslümanlara olaylara vakıf olmayı da beraberinde getirecektir. Dolayısıyla meselelere hâkim olmanın çaresi bütün parçaları bir araya getirerek bir bütün oluşturmaktır. Fıkhi hükümlerimiz, ölçü ve değerlendirmelerimiz Kur'an'ın kuşatıcı ve bütüncül ruhuna uygun olmalıdır.
Kur'an ayetleri siyak ve sibaklarına dikkat edilmeden ele alınıp değerlendirilirse hata edilir. Çünkü Kur'an'da ele alınan bir konu her defasında çok değişik boyutlarıyla anlatılır. Aynı konunun anlatıldığı farklı farklı yerlerde meseleye hep değişik perspektiflerden yaklaşılmıştır. Bu sebepledir ki Kur'an-ı Kerim'in konularına göre yapılan fihristlerden istifade ederek varılacak hükümler eksik ve hatadan hali olamaz.
Ayetlerden kulluk bilinci elde edip buna uygun hareket edebilmek için; kovulmuş şeytandan Allah'a sığınmak (16/Nahl 98) ve Allah'ın adıyla gereği gibi okumak (2/Bakara 12), ilahi vahyin Rahmani manasına ulaşabilmek için okurken acele etmemek (75/Kıyamet 16-19), Kitab'a bir bütün olarak yaklaşmak (2/Bakara 85), İlahi hitabın yakınlığının şuurunda olmak (41/Fussilet 44), İlahi vahye muhatap olmanın getirdiği sorumluluk bilincine ulaşmak (43/Zuhruf 44), vahye karşı hiçbir kuşkuya kapılmamak (2/Bakara 26), akletmek (10/Yunus 100), iman etmek (2/Bakara 121), hükme teslim olmak, yaşanması gereken hükmü ertelemeden salih amellerde bulunmak (7/Araf 3), ilahi vahye ters düşmekten sakınmak, muttaki olmak (24/Nur 34) ve ihsanda bulunmak (46/Ahkaf, 12) gerekir.
Ayetleri anlamada zikrettiğimiz bu şartlara uyulmadığı sürece rahmetle ve bereketle karşılaşmak imkânsızdır. Kur'an-ı Kerim'in üstün vasıflarının getireceği rahmete, Kur'an'da zikredilen bu şartları dikkate alan kimseler nail olabileceklerdir. Çünkü bu mesele Kur'an-ı Kerim'de net bir şekilde zikredilmiştir. Mesela Kur'an bütün insanlar için açık bir zikirdir, uyarıp korkutucu bir kitaptır, şifadır, hidayettir, nurdur. Ancak bütün insanlar için zikir, şifa, hidayet, nur olmasına rağmen insanların bunlara kavuşabilmesi, bu konuda zikredilen şartlara riayet etmeleriyle mümkün olmaktadır. Kur'an'ın zikrinden iman edenler, düşünüp akledenler ve korkup sakınanlar yararlanabileceklerdir.