Özgür-Der Siverek'te Bu Hafta
Siverek Özgür-Der de alternatif eğitim seminerleri Mahmut HANPOLAT'ın sunduğu 21. YÜZYILA İSLAM’IN ÇAĞRISI adı ile devam etti.
Mahmut Hanpolat seminerinde şunları belirtti;
Bugün İslam dünyasında müslümanlar çok boyutlu bazı problemlerle karşı karşıyadırlar. Bu problemlerin önemli bir kısmı yaşanılan coğrafyaya has mahallî problemler iken bir kısmı da bütün İslam ümmetini ilgilendiren ortak sıkıntılardır ve üzerinde durmamız gereken önemli bir alanı işaret etmektedir. "21.yüzyıla İslam'ın çağrısı" başlığı altında İslam dünyasının başını ciddi şekilde ağrıtan bu ortak sıkıntılardan bahsetmeye çalışacağız.
Çağımızı her yönüyle anlama ve bu çağda kendimize en uygun pozisyonu belirleyebilmenin yolu her şeyden önce kendimizi tanımamızdan geçer. "Kendimiz" derken kastettiğim şey bize hayat bahşeden temel kaynaklarımız ve tarihimizdir. Bu dinin temel hedeflerinden, gerçekleştirmeye çalıştığı büyük değişimlerden habersiz olan her tür girişim akamete uğramaya mahkûmdur.
İslam her şeyden önce mutlu insanı inşa etmeye çalışır. Onu mevcut yaşamıyla (dünya) ve yaşam ötesiyle (ahiret) anlamlı bir bütün haline getirmeye çalışır. Zira ancak bu bütünlük "mutlu insan"ı mümkün kılar. Kâinatta anlamsız, ruhsuz, pusulasız ve darmadağınık bir yaşamı tercih eden insana bilgi, iman ve şuur aşılar. Onu bulanık yapış yapış bir balçıktan mücerret bir ruha yüceltir. Ona kimlik kazandırır. Anlamsız bir yığından anlamlı bir bütün oluşturur. Kâinata ve insana mükemmel bir mana yükler. Böylelikle insan artık başıboş bir sefil olmadığının farkına varır.
İslam insanın yaşam, ölüm ve kâinatla ilgili handikaplarını "gaybe iman" olgusuyla çözerken bir yandan da onu karmaşık toplumsal ilişkiler ağının bir parçası olarak kabul eder ve bu alanla ilgili (adaleti tesis etmek üzere) müdahalelerde bulunur. Böylelikle İslam insanın hem içsel serüvenini hem de toplumsal serüvenini ilahi bir çerçeveye oturtmaya çalışır.
İnsanlık tarihi boyunca gönderilen bütün peygamberler insanın ve toplumun bu çok yönlü kompleks yapısını adaletle kuşatılmış bir zemine oturtmaya çalışmışlardır. İnsanın içsel ve toplumsal bunalımını gaybe iman ve tevhit olgularıyla çözümlemeye çalışmışlardır. Akidede ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında tevhidi esas alan İslam şirke karşı savaş ilan etmiştir. Bu savaş bir yandan ontolojik, ideolojik, felsefi anlamda şirkin çelişkileri ve tutarsızlıklarıyla mücadele şeklinde yürütülürken bir yandan da müşrik zihniyetin toplumu fesada sürükleyen her türlü tahakkümcü yaklaşımıyla mücadele şeklinde tezahür etmiştir. Resulüllah (sav) hiçbir zaman şirkle salt soyut bir mücadele yürütmemiştir. Onun mücadelesi ete kemiğe bürünmüş somut bir mücadeleydi. O şirki zihniyetin ürettiği pratiklerle, davranış kalıplarıyla, zulümle, adaletsizlikle mücadele ediyordu.
Dolayısıyla İslam bir yandan putlarla mücadele ederken bir yandan da diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının hesabını soruyordu. Köleleştirilen insanları özgürleştirmenin mücadelesini veriyordu. Bir yandan toplumu fesada sürükleyen zinayı yasaklarken bir yandan da haksız kazanca ve sömürüye neden olan faizi yasaklıyordu. Toplumsal tabakaları, sınıfları darmadağın ederek köle ve zenci Bilal ile Mekke'nin lideri Ebu Süfyan'ı eşit sayıyordu. Bunlar ve bunlara benzer birçok ilkeyle İslam derin bir cahiliye çukurunda olan bedevi bir toplumdan evrensel bir medeniyetin çekirdeğini oluşturmayı başarıyordu.
Resulullah'ın (sav) vahye dayalı olarak oluşturduğu toplumsal yaşam pratiği, üzerinde çokça düşünülmesi gereken, araştırılması gereken bir alandır. Onun bedevi bir toplumda gerçekleştirdiği o eşsiz devrim her yönüyle anlaşılmadan İslam'ı anlamak olanaksızdır. Onun Allah'ın yardımıyla oluşturmaya nail olduğu o büyük medeniyet hamlesini sünnet olarak kabul edeceğimiz yerde nasıl oturup nasıl kalktığına dair oluşturulan külliyatları sünnet olarak kabul etmemiz içinde bulunduğumuz girdabın sebebi hakkında bize önemli ipuçları verir.
Resulullah'ın Rabbine kavuşması müslümanların yönetim konusunda tartışmalarını beraberinde getirmiştir. Dört halife dönemi özellikle Hz. Ali'nin yapıcı tutumlarından dolayı az hasarla atlatılmıştır. Fakat çok geçmeden tren raydan çıkarılmıştır ve kerbela faciası yaşanmıştır. İslami yönetim hilafetten saltanata doğru evrilirken müslümanlarda birbirlerini boğazlayacak sebepleri çoktan bulmuşlardı. Halkın biat ettiği bir halifenin şura ile yönettiği devlet, padişahın bildiği gibi yönettiği bir devlete dönüşmüştür.
14 asırlık tarihin belli dönemlerinde ilim ve fen adına önemli gelişmelerin kaydedildiği görülür ama ilahi vahyin berraklığının üstü örtülmüştür ne yazık ki. İslam tarihinin çeşitli dönemlerinde İslam'ın hurafelerle doldurulmuş taklidine karşı mücadele veren büyük alimler yetişmiştir ama bunların mücadeleleri köklü değişimlere yol açacak bir çığır açamamıştır.
Köhne bir dini anlayışla kitlelere zulmeden ve bu zulümlerine dini kılıflar bulmaya çalışan zalim hükümdarlarla doludur bizim tarihimiz. Haliyle ümmet her geçen gün geriye giderken skolastik düşünceyle yüzleşen, coğrafi keşifler, Rönesans ve Reform hareketleriyle bilimde ve teknikte büyük açılımlar yapan Batı, ümmet üzerinde tahakküm oluşturmanın araçlarını da yavaş yavaş ele geçirmeye başlıyordu. Her geçen gün içine biraz daha kapanan ümmet, Batı karşısında ne yapacağını şaşırmış bir durumda iken bizi yönetenler gündemimizden bir daha düşmeyecek olan bir kavramı çözüm olarak fikriyatımızın merkezine yerleştirdiler: Batılılaşma.
Batılılaşma olgusunun bu topraklarda ne şekilde cereyan ettiğiyle ilgili elimizde önemli ölçüde veri vardır. Bizim batılılaşmamız batıdan bize doğru tam bir kültür emperyalizmi şeklinde tezahür etmiştir. Aslında bizim batılılaşmamız bize onur, şeref, asalet, adalet, özgürlük bahşeden temel dinamiklerimizden doktriner anlamda kopuşumuzun tarihidir. Pratik anlamdaki kopuş zaten asırlar önce başlamıştı.
Batılılaşma dediğimiz ve bugün için tarihsel, psikolojik ve sosyolojik bir olgu haline gelen mefhum 21.yüzyılda modernleşme, sekülerleşme, küreselleşme gibi anahtar kavramlarla hala zihinleri ciddi şekilde meşgul etmektedir. Bütün bu kavramlar esasında bizi kimliksizleştirmenin kapısını aralayan kavramlardır. Burada söz konusu olan, iki medeniyet arasındaki etkileşim değil Batı medeniyetinin İslam medeniyetini ortadan kaldırmaya yönelik tahakkümcü yaklaşımıdır.
Toplumumuzu derinden sarsan modern seküler kültürün tüm davranış kalıplarının bugün ortaya çıkan olgular olduğunu söylemek yanılgı olur. Aslında dünya merkezli (ahreti dışlayan veya önemsemeyen)düşünce, gününü gün etme anlayışı, sınırsız cinsel özgürlük, sınırsız tüketim vs gibi modern zamanlara has davranış ve düşünce kalıplarının ilkel şekillerinin bundan yüzyıllar öncesinde de var olduğunu söylemek yanlış olmaz. Modernizm bu ilkel şekilleri yaygınlaştırdı, kurumsallaştırdı. Deyim yerindeyse ideolojisini oluşturdu. Felsefi altyapısıyla ve teknolojik araç gereçleriyle modern-seküler yaşam tarzı salt kendi toplumunun yeni değer sistemlerini oluşturmakla kalmadı İslam ümmetine de gözünü dikti ve yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bir takım kavramların (modernleşme, küreselleşme)ardına sığınarak yeni değer sistemlerinin tüm kodlarını damarlarımıza enjekte etmeye başladı.
Modern seküler kültürün bu tedrici ideolojik ve kültürel sömürgeciliğinin bir sonucu olarak ucube bir toplum haline döndük. İslam yaşamımızda sadece şablonik birtakım ritüellerle temsil edilir oldu. Bu yüce dinin derin içeriği boşaltıldı.
Bu anlamda Batı İslam'a karşı savaşını oryantalizm denilen ve esas amacı temel kaynaklarımızla ilgili kafa karışıklıkları oluşturmak olan bir alan açtı. Oryantalistler Kur'an'ı ve Resulullah'ın (sav) hayatını müslümanlardan daha istekli bir şekilde araştırdılar. Oryantalistlerin özellikle bu alanda yoğunlaşmalarının sebebi belliydi. Kur'an ve Sünnet, yakılıp külleri sağa sola savrulmuş bir ümmeti yeniden diriltme rezervine sahip iki temel kaynaktı müslümanlar için. Bunu başarabilselerdi İslam ümmetine karşı kıyamete kadar sürecek kesin bir zafere ulaşacaklardı.
Kur'an ve sünnete yönelik saldırılarında kimi lokal kazanımlar elde ettikleri bir gerçek ise de bütüncül bir başarı elde edemediler. Kaynaklarımızı yok edemediler ama kimliğimizi yok edebildiler. Ucubeliğimiz de buradan kaynaklanıyor zaten. Asıl kaynağını özel yapılmış kılıflar içinde duvarda özel bir yere asarak ona en büyük saygıyı gösterdiğini düşünen ama duvara astığı ilahi kaynağın öğretilerinden habersiz olan insanlardan müteşekkil bir toplum… Kaynakları ortadan kaldırmakta başarılı olamayan Batı konsepti tüm çabalarını ümmeti kimliksizleştirme üzerinde yoğunlaştırmıştır. Bunu yaparken de modern paradigmalarla kendilerince ümmetin zayıf olduğunu düşündükleri yumuşak alanlarına darbeler vurmaktan geri kalmamışlardır. Özellikle kadın hak ve özgürlükleriyle, çok eşlilikle, hırsızın elinin kesilmesiyle ilgili alanlarda yoğun tartışmalar yapılarak insanların zihinleri bulandırılmaya çalışılmıştır. Bu noktada müslümanların bazı konulardaki katı ve gelenekten beslenen ama İslami olmayan tutumları da onların bu saldırılarını beslemiştir.
Sistematik bir şekilde yürütülen bu saldırılarla sonuçta İslam'ı toplumsal alanın dışına itmeyi başarmışlardır. Özünden sapan dinin bünyesi yüzlerce hurafeyle ayrıca bulandırılmıştır. Tabi ki İslam ümmetinin içinden bu türden sistematik saldırılara karşı koyup İslamı gerçek çehresiyle yeniden gündemleştirmeye çalışan müslüman önderler olmuştur. Muhammed İkbal, Ebul Ala Mevdudi, Cemaleddin Afgani, Reşit Rıza, Muhammed Abduh, Hasan el Benna, Seyyid Kutub, Ali Şeraiti ve daha ismini sayamayacağımız nice önder şahsiyet çok ciddi çabalar
sarf etmişlerdir. Bir kısmı bu uğurda canını feda ederek şehitlik mertebesine yükselmiştir. Bu çabalar sonucundadır ki İslam dünyası uyanış hareketlerine şahit olmuştur. Bu hareketler bir çığır açarak İslam'ın tarih sahnesinden henüz çekilmediğini, modern seküler şirkin medeniyet tasavvuruna karşı İslam'ın da bir medeniyet iddiası taşıdığını bütün dünyaya haykırmışlardır. Böyle bir medeniyet iddiasıdır Batı'yı bu kadar korkutan. Bu uyanış bir karabasan gibi onların uykularını kaçırmaktadır.
Bu uyanışı baltalamak için ellerinden gelen her hileli oyunu oynadılar ve oynuyorlar. İslamizasyon politikaları bu uyanışı baltalamak için oluşturuldu. Ilımlı İslam modelleri bu amaçla finanse ediliyor.
Tam da bu noktada bir tıkanıklıktan bahsetmek gerekiyor. Bir medeniyet iddiasıyla ortaya çıkan bu uyanış kendini yenileme ve çağın gereksinimlerine, problemlerine çözüm üretme noktasında ciddi bir zafiyet gösterdi. Gerekli açılımları yapamadı. Bu çığırı açan müslüman önderler üzerlerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdi. Ama onlardan bayrağı devralan nesil mirasyedi olmayı tercih etti. Şundan bahsetmek önemli olsa gerek: Kur'an ve sünnet temelli İslami anlayış" açılımı tahrife uğramış dini anlayışın yerine gerçek dini ikame etme yolunda atılmış yerinde bir adımdı. Bu, yoğunlaşılması gereken alanı işaret etmesi bakımından da önemliydi. Bu anlayış (Kur'an ve sünnet merkezli İslami anlayış) ne yazık ki bir slogan olarak kaldı. Muttaki, ihlaslı ve adaleti tesis etmeye çalışan müslümanlar olarak Kur'an ve sünnet üzerinde yeteri kadar yoğunlaşılmadı. Kur'an'ı savunan ama ondan habersiz olan kişiler olduk. Hal böyle iken evrensel bir İslam medeniyeti kurma iddiamız havada kalır.
İslamın aslına döndürülmesi noktasında önemli bir rezerve sahip olması gereken uyanış hareketlerinin ciddi sıkıntılarından biri de içinde yaşadıkları toplumla sağlam-sağlıklı bağlar kuramamış olmalarıdır. (Özellikle bu coğrafyada bu durumu daha yakından müşahede etmekteyiz.) Bu kopukluğun sebeplerinden biri her ne kadar müslümanların İslama bulaşmış olan hurafelerden kurtulmaya çalışırken verdikleri mücadele olsa da bu durum kopukluğa bir mazeret olarak gösterilemez. Müslümanlar Kur'an'dan ve sünnetten ilham alan ve bulunduğu coğrafyanın sorunlarına çözüm üreten bir söylem geliştirememişlerdir. Daha çok başka coğrafyalardan ithal söylemlerle durum kurtarılmaya çalışılmıştır. Müslümanlarda tıpkı resulullah (sav) gibi bir taraftan tevhit mücadelesi verirken bir taraftan da şirkin toplumdaki tüm tezahürleriyle mücadele etmek zorundadırlar. Şirkin tezahürleri her coğrafyada farklı olabilir. Bu durum İslami uyanış hareketlerini toplumdan koparan en büyük sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Ayrıca, gerçek İslam'ı topluma sunma iddiası taşıyan yapılanmaların önemli bir zafiyetleri daha göze çarpmaktadır: Hizipçilik. Bu ruhsal hastalık her şeyin doğrusunu ben bilirim, Allah indinde en makbul olan benim, en mükemmel çözümlemeleri ben yaparım vb şekillerde tezahür eder. Çoğu zaman birçok noktada ortak paydalar paylaşıyor olmalarına rağmen birbirine mesafeli duran ve zamanla düşman olan bu tür yapılanmaların örneğini bulmak güç değildir. Bu hizipçi mantıkla hareket eden yapılanmalar kendilerinin zaman zaman yapmış oldukları hataları İslam'a mal etme gibi vahim bir hata yapabilmektedir. Bu da zamanla kur'an'dan beslenmeyen, cemaate has bir din algısı oluşmasının önünü açmaktadır. Bu hatalardan dolayı İslama davet için gidilen kişiler cemaate davet edilmişlerdir. Bir tarafta Kur'an İslam'ı bir tarafta cemaat İslam'ı…Bu problem İslam ümmetinin hemen hemen bütün coğrafyalarında ve birçok cemaatinde görülmektedir.
Halbuki ümmeti oluşturan her bir parçanın Kur'an'ın bölünüp parçalanmayı eleştiren ve mahkûm eden anlayışına riayet etmesi bir zorunluluktur. Bize namazı farz kılan ayetler ne kadar gerçekse kardeşlik hukukunu esas alan ayetlerde o kadar gerçektir. O halde neden bu ayetlerin gerekleri yerine getirilmiyor sorusuna cevap vermemiz gerekiyor. Hani Kur'an bizim temel kaynağımızdı? İşte suçüstü yakalandığımız noktalardan biridir bu. Lafla peynir gemisi yürümüyor. Kur'an temel kaynağımızdır, demekle iş bitmiyor. Bu kaynağın yaşadığımız sorunlarla ilgili çözümlerini uygulayabileceğimiz programlar oluşturmadıkça "Kur'an temel kaynağımızdır." Sözü havada kalıyor artık.
Dolayısıyla Kur'an'ın açık naslarının emriyle bu parçalanmışlığı ortadan kaldırmanın yolları aranmalıdır. Bu hizip mantığıyla İslam'a çok büyük zararlar verdiğimizin ve bundan dolayı hesaba çekileceğimizin farkında olunmalıdır. Doğrunun sadece bize olduğu yanılgısından kurtulup her bir yapının cemaatin bazı doğrulara sahip olabileceği gerçeğini kabullenerek tüm çabalarımızı doğruları birleştirip yanlışlardan kopma üzerine bina etmeliyiz. Ortak paydalar üzerine vurgu yapılarak geliştirilecek bir diyalog süreci olumlu gelişmelere kapı aralayabilir.
Ümmetin en önemli sorunlarından biri de demin ifade ettiğimiz problemle bağlantılı olan Sünni-Şii ikilemidir. 21.yüzyılda bu ikilem ümmetin kaşınmaya en müsait yaralarından biridir. Siz bu yaraya merhem olmadıkça düşmanlarınız bu yarayı kaşımaya devam edecektir. Irak'ta bu yara çok kanatıldı ve Lübnan'da kanatılmaya çalışılıyor.
Bu iki mezhebin bütün aykırılıklarının ortadan kaldırılması mümkün değildir. Ancak karşılıklı saygı anlayışı üzerine bina edilen bir yakınlaşma çalışmasının gerçekleşmesi zor değildir. Bu şekilde samimi birtakım çabalar geçmişte gösterildi ama yeteri olgunluğa ulaşmadan söndü. Bu konuyla ilgili son olarak şu söylenebilir: Sünni-Şii kardeşliği sağlanmadıkça dünyada gerçek anlamda bir İslam ümmetinden bahsedilemez.
21 yüzyıla İslam'ın çağrısını taşıyabilecek olanlar, kendi problemlerinden, çıkmazlarından, vizyonsuzluğundan kurtulmuş olan İslami uyanış hareketleridir. Bu yüzyılda adaletin teminatı "aydınlığı" ve "dindarlığı" takva, ihlas ve hikmet temelinde birleştiren müslümanların önderlik edeceği uyanış hareketleridir.