Müslümanların Yazılı, Görsel ve Sosyal Medya ile İlişkileri
Sarıyer Özgür-Der’de bu ay Bahadır Kurbanoğlu’nun sunumunu yaptığı seminerin konusu “Müslümanların Yazılı, Görsel ve Sosyal Medya ile İlişkileri” başlığını taşıyordu.
Bahadır Kurbanoğlu slayt gösterimi eşliğinde, gazete ve manşet resimleri ile hazırladığı sunumda özetle şunlardan bahsetti:
Bizde gazetenin başlangıcı Tanzimat dönemine dek uzanır. Takvim-i Vekayi ilk resmi devlet yayınıdır. Devletler gazeteyi toplumları kontrol etmek için bir propaganda aracı olarak kullanmışlardır. Bilahare sivil alanda da sözü olan çevreler gazete ve dergiler çıkarmışlardır. Abdülhamid döneminde çeşitli baskılara maruz kalan medya, 1909'lu yıllardan itibaren önce çok sesli bir ortama kavuşmuş, bir çok resmi, yarı-resmi ve bağımsız çevre/oluşumlar kendi gazete ve dergilerini çıkarmışlardır.
Bu çok seslilik Takrir-i Sükûn kanununa kadar devam etti. Bu kanunla birlikte tüm muhalif medya susturuldu. İktidarın sesi olan Hakimiyet-i Milliye, Cumhuriyet… gibi gazetelerden başka yayın organı yoktu. Yeni rejimin ilk yıllarında, Cumhuriyet gazetesi attığı başlıklarla devrimler yoluyla yeni rejimin ideolojisinin yansımalarını ve halk üzerinde algı oluşturma görevini yerine getiriyordu. Koşullara göre manşetler ve haberler ile hükümetin icraatlarını meşrulaştırıyor, muhalif sesleri ya da eylemleri tahfif, tahkir ediyor ve iktidarın bu gruplara hukuksuz müdahalelerini halka meşru gösteriyordu. Yeni rejimin ikamesinde üzerine düşen görevi icra ediyordu.
Muktedirlerin sesi olan medya, Kemalist ideallerinden ödün vermeden bugünlere kadar varlığını sürdürmüştür. 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat manşetlerine baktığımızda, Kemalist ideolojinin ikamesi için gerçekleştirilen her zorbalığı manşetlerinde yumuşatmış, halka meşru göstermeye çaba sarfetmiştir. Militarizmden, darbelerden yana tavır sergilemiştir.
Lakin Kemalist ya da Kartel medya olarak nitelenen iktidar odaklarıyla, vesayet yapılarıyla içli dışlı olan laik medyanın haricinde de, gerek FETÖ yapılanmasının operasyonlarına destek veren gazete ve TV'ler, gerekse özellikle 15 Temmuz sonrası kendisini "yerli-milli" addeden medya unsurları da maalesef benzer yöntem ve kurgularla, güçlünün sesi olma misyonunu devam ettirmiştir.
Muhalif ve güçsüz olunan dönemlerde adalet, hukuk, insan hakları, fikir özgürlüğü konularında hassasiyetleri olan çevreler, iktidarların evrilmeleriyle doğru orantılı olmak kaydıyla sahibinin sesi konumuna gelmiş; özgürlük ortamlarını tırpanlama, tek sesliliğe yönelik icraatlarını meşrulaştırma yöntemlerini devreye sokmuşlardır. Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana aradaki fark belki dozaj ve fırsat farkı olarak değerlendirilebilir. Ancak form ve içeriklerin örtüşmesi sadece zamana bağlı olarak değişmiş, öz korunmuştur.
Birinci sayfalar, kapak haberleri, resimler, manşetler, "endişelere", "korkulara", "menfaatlere" dönük olarak makbul olanla olmayanın ayrıştırıldığı zeminleri oluşturmuştur. Hainler-kahramanlar ideolojik iklime uygun şekilde belirlenip siyaset-medya ve yargının konusu olmuştur.
Medya her dönemde hukukun temel kaidelerinin çiğnendiği vasatı resmeden bir zemin olarak, halkın da bakış açısında ifsada, ölçüsüzlüğe, hakkaniyetsizliğe savrulmasında etkili bir odak haline gelmiştir. Ulusalcı-milliyetçi öğelerin baş tacı edilip her değerin üstünde kılınması, yargısız infazlar, delilsiz suçlamalar, hedef göstermeler, suçun şahsiliği, adil yargılanma ve lekelenmeme hakkının çiğnenmesi gibi hukuk dışılıkların ve zorbalıkların meşrulaştırmasında algı yönetiminde görevler üstlenmiştir. Psikolojik harekat mekanizmalarının işletilmesi misyonu da yine her dönemde medya üzerinden kurgulanmıştır. Gazeteci olarak nitelenen profesyoneller bu tabloyu net olarak okuyabilen, kimlik siyaseti üzerinden bu çarkın dönüşünü bir takım "haklı sebepler"le meşrulaştıran kadrolardır. Bu profesyonel saikler ve ideolojik yönelim ekonomiden yargıya, politikadan eğitim ve toplumsal konulara kadar kendisini hissettirir.
Aslında bilginin dolaşımının hızlandığı internet ve sosyal medya da görece benzer bir mahiyette işler. Bilginin çokluğu ile sahihliği arasında derin uçurumlar olduğu kadar, filtreleme sistemleriyle yönlendirmeler de söz konusudur. Aslında insanın genel anlamda habere, olaya, olguya bakışındaki ölçülerdeki sakatlık, bu zeminlerin etkileme ve ifsad gücünü artırmaktadır. Sonuçta bu zeminler hızlı ya da yavaş işleyen birer araç konumundadırlar.
Öte yandan bize ulaşan bilginin sahihliğine emin olmadan, çevrede yaratacağı etkiyi düşünmeden yayılmasına izin vermemeliyiz. Gözlerin, kulakların sorumluluğu, trollerin operasyonları, kes-yapıştır tekniklerinin gelişmişliği, konsolidasyon ortamlarının gayrı adilliği düşünüldüğünde doğru ölçülerle hareket etmeye her zamankinden fazla ihtiyaç vardır.
Ayrıca ahlaksızlığın her yönden logaritmik tarzda artageldiği görsel ve sosyal medya düzeninin bir unsuru, bir çarkı olmak, bu suça ortak olmak olacaktır. Gerçek hayatta attığımız her adımın hesabı nasıl sorulacaksa, klavyenin başında bastığımız her tuşun hesabının da sorulacağı unutulmamalıdır.
Üstelik Müminler güç gölgesinde, sloganlar üreten, hüküm giydiren, iftira veya yalan haber üreten yayın kanallarından ziyade İslam'ın öğrettiği hak, adalet, mahremiyet, masumiyet, merhamet gibi şiarlara dikkat eden haber kaynaklarına itibar etmelidir. Bunları arayıp bulmalı, bilinç dünyasını ve eylem/tepki fıkhını sahih bir düzleme oturtmalıdır. Bu da tek başına icra edilmekten ziyade, Salihlerle birlikte toplu olarak ifa edilmesi gereken zorunlu bir ameliyedir.
Yazılı-görsel yayının, ahlak problemleri üzerinde duran Kurbanoğlu, geçmişten günümüze Kemalist, Gülenist ve İktidar medyasının manşetlerinden bir çok farklı örneklerle aynileşmeyi vurguladı.
"Fasıktan gelen haberin araştırılması…bilenlere sorulması…" gibi ayetlerde belirtilen ölçülerde zaaf gösteren, hepsinden önemlisi yukarıda sıraladığımız evrensel ölçüler, temel ve çekirdek haklar konusunda cahil ya da mütereddit kesimler bu araçların da kurbanları olmaktan kurtulamamaktadırlar. Bu noktada aslolan, ve yakın tehlike olarak önemsememiz gereken husus Müslümanların hem siyasaya, hem yargı ve adalet konularına, hem de haber olgusuna bakışlarında ve tepkilerindeki zaaflardır.
Medyanın hukuk ve ahlak konusunda her dönemde sınıfta kalması, hakkın, hakikatin, rasyonel düşünce ve eleştirel bakışın korunamamasıyla yukarıda bahsettiğimiz zaaflar birleştiğinde toplumda da İslami kesimlerde de onulmaz yaralar açılmış, evrensel normların, marufun, Allah'ın ayetlerinin her gün, her saniye çiğnenmesinin önüne geçilememiş, aksine bu durum günden güne karşı konulmaz ve normallik arzeder hale gelmiştir.
Ne yazık ki bu konularda sorumluluk üstlenmesi gereken İslami çevrelerin büyük bir çoğunluğu da bu kirliliğe karşı alternatif bir irade üretememişlerdir. Bu konuda kendi öngördükleri doğrular mucibince ve ifade özgürlüğünün olanaklarına da yaslanarak ön almaya çalışan kişi ya da çevreler de medya gruplarından uzaklaştırılma, tehditlere maruz kalma, hain ilan edilme, göz dağı içeren operasyonlara muhatap olma riskleriyle karşı karşıya kalmışlardır. Bu siyaset hiçbir dönemde hayır getirmemiş, aksine hep korkulana doğru yozlaşma ve korkuları tetiklemiş, ifsada dönük zeminleri kavi kılmış, umutları törpülemiş, toplumsal sinerijiyi zaafa uğratmıştır. Tek Partili dönemde de, 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz sonrası süreçlerde de siyasi tarihin artık belleklere kazıdığı hatalar tekrar edilegelmiştir.
Bu kokuşmaya en önce itiraz etmesi gereken İslami kesimlerin kesif sessizliği ürkütücü olduğu kadar, rol modellik konusunda da yeni nesillere kötü örneklikler serdetmiştir.
Yanlış eğilimler, sabitelerin çiğnenmesi, ölçüsüzlükler algılarımızda da zedelenmeler oluşturmuş, bugüne ve geleceğe dair kötü tecrübeler/hatıralar olarak maalesef tarihe kaydedilmiştir. Oysa İslami kimliğimiz gereği hakkın, hukukun, adaletin yanında yer almak mecburiyetindeyiz. Bu bağlamda gücün gölgesinde hareket eden siyaset ve medyanın güdümünde kalıp, haksızlık ve hukuksuzluklara karşı zaafiyet gösteremeyiz. Beka endişesinin, korkuların ve güvenlik siyasetinin sınırları, hukuku, ahlakı olduğunu en iyi bilmesi gerekenler bizleriz ("Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Halbuki onu "peygambere ve aralarında yetkili kimselere götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler, onu anlarlardı"/Nisa, 83)
Program soru ve cevaplar ile tamamlandı.