İzmir'de 'Selefilik' Konuşuldu
Özgür-Der İzmir Şubesi'nde bu hafta 'Selefilik' konusu işlendi.
Seminerin sunumu Özgür-Der İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Ayhan Yaraşıklı tarafından gerçekleştirildi.
Ayhan Yaraşıklı, sunumunda özetle şunları anlattı:
İslam tarihinde gördüğümüz hemen hemen her akım, yanlış ya da doğru bir şekilde de olsa içinde 'öze dönüş'ü barındırır. Bugünümüzü de oluşturan işte bu hareketlerdir Selefilik de bunlardan biridir.
Selef kelimesi, şimdikine nazaran daha önce yaşamış, gelip geçmiş önceki kuşakları ifade eder. İslam düşünce tarihinde 'selefiye' adı geçmişte ve günümüzde kullanılmakla beraber, aslında bu isimde muayyen bir mezhep yoktur. Nasıl ki 're'yciler' adında muayyen bir mezhep olmayıp, re'yci mezhepler varsa, selefiye de, bir mezhepten daha genel olarak bir yöntem, yaklaşım tarzı ve anlayıştır.
Selefiye, Kur'an ve hadisle birlikte, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn nesillerinin söz ve davranışlarını kudsiyet mertebesinde benimseyen; nassı ve nakli dinî bir dokunulmazlık seviyesine yükselten, nassa itiraz ve muhalefet etmeyi, tenkid ve tevil yapmayı kesinlikle kabul etmeyen anlayıştır. Sahabe ve tâbiîn mezhebi üzerinde bulunduğunu ileri süren fakîh ve hadisçilerin yoluna selefiye denmektedir.
Ahmed b. Hanbel, İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Muhammed b. Abdilvehhab, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mevdudî, Seyyid Kutub gibi isimleri, dine sonradan eklenmiş olan bid'atlere ya da halâ dindenmiş gibi görülen cahiliye kalıntılarına karşı mücadele edenler arasından sayabiliriz. Bu yönleriyle düşünsel anlamda selefilikle etkileşim içerisinde bulundukları söylenebilir
Kuşkusuz selefiye denince akla, selefiyenin îtikaddaki imamı olarak bilinen, Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed İbni Hanbel (ö.241/855) gelir. Musned türünde bir hadis kitabı tedvin etmiş olan İbni Hanbel, Bağdat'ta yaşamış, Kur'an'ı hıfzetmiş, hadis rivayeti ve fıkıh alanında tedrisat yapmıştır. Abbasî hükümdarları tarafından, "Kur'an mahlûktur" görüşünü kabul etmeye zorlanmış, kabul etmediği için işkenceler görmüş, öğrenci okutmaktan, halkın arasında bulunmaktan men edilmiştir. Kısacası, fikirlerinin çilesini çekmiş bir insandır. Ahmed İbni Hanbel Kitap ve sünneti delil olarak alır, sahabenin icmaını kabul eder, kıyasa ise hemen hemen hiç başvurmazdı. İtikadî konularda akla yer vermezdi. Çünkü aklın dalalete sevk edebileceğine inanırdı. Ona göre Allah'ın sıfatları konusunda tartışmaya girmek doğru değildi.
Selefiyenin üçüncü dönemi, yeni selefiye hareketidir. Mısır'da Kavalalı M. Ali Paşa, İstanbul'da Tanzimat Fermanı ile başlayan batı tesirleriyle uyanan bazı Müslümanlar, geleneksel kelam ve tasavvuf ekollerinin Müslümanların derdine derman olamayacağı düşüncesinden hareketle yeni bir selefiye anlayışı geliştirmişlerdir. Cemaleddin Afganî (ö.1897), Muhammed Abduh (ö.1905), Reşid Rızâ (1935), gibi düşünür ve âlimler 'yeni selefiye'den sayılmaktadır. Selefiye Kur'an'ı 'olduğu gibi' alma, tevil ve tefsire girişmeme taraftarıdır. Koyu bir selefî için, "Allah öyle diyorsa öyledir!" Bu açıdan selefiye ile zahirîleri birbirinden ayırmak müşkildir. Ayet ve hadislerin manası, sahabenin anladığı kadardır. Sahabe nasslardan ne anlamışsa İslam odur. Bunun dışında re'y, kıyas, tevil, tefsir, icma ve ilham gibi yöntemler dinden değildir. Selefiye nazarında tâbiîn ve tebe-i tâbiîn sahabe ile aynı değerdedir. Çünkü İslam'ı en doğru, en iyi, en güzel şekilde anlayan ve anladığını en uygun biçimde yaşayan, bu ilk üç nesildir. Sonrakilerden hiç kimse İslam'ı onlar kadar mükemmel anlayamaz. Onların anlayış ve yaşamları tenkit edilemez. Demek ki, yapılacak şey, ilk üç neslin beyan ve uygulamalarını aynen muhafaza etmek, onlara aykırı görüş ve davranışlardan kaçınmaktır. Selefiye, nakli yüceltip, aklı dışlayınca, akla dayanarak görüş belirtme anlamındaki re'yi de yerden yere vurmuştur. Çünkü re'y aklî bir edimdir; oysa nassları anlamada re'ye başvurulamaz. Ahmed b. Hanbel, zayıf hadisi re'ye tercih ederdi. Oğlu Abdullah'ın babasından naklettiğine göre, hukuki problemlerin, re'y ve kıyası iyi bilen birine değil, hadis usul bilgisi yetersiz bile olsa bir hadisçiye sorulması gerektiğine inanmaktaydı.
Hadis dururken re'y ve kıyasla hüküm vermek, selefiyenin asla kabul edemeyeceği bir yöntemdir. Bu sebebe binaen, re'y ehlinden olan Ebu Hanife selefiyenin şiddetli hücumuna maruz kalmış, ilmi bilmeyen, insanları dalalete düşüren biri olarak görülmüştür. Eserine 'ehli sünnet' kitlelerce, Kur'an'dan sonra en sahih kaynak payesi verilmiş olan Buharî, "halkdan biri" tabiri ile atıfta bulunduğu Ebu Hanife'nin adını anmaya bile layık görmemiş ve kendisinden bir tek hadis dahi rivayet etmemiştir.
Selefîler, yollarının Kur'an ve sünnet yolu olduğu inancını taşıdıkları için, itikadî meseleleri yalnızca Kur'an'dan ve sünnetten almaya çalışmışlar, itikadda Kur'an'dan başka delil arama çabasına girmemişler, halkın Kur'an'ın delilleriyle yetinmeleri uğrunda da büyük çaba sarf etmişlerdir. Onlara göre Kur'an'ın genel tutumu, Allah'ı yüceltme uğrunda aşırılığa gidip tafsilata dalmamak, Allah'ın vücudu (varlığı)na, dünyevî veya semavî cisimler ile delil getirip, tafsilata dalmamaktır. Tartışma doğuran çözümsüz meselelerle uğraşmamak gerekir. Kur'an'ın açıkladığı çerçevede, aklî ve naklî delillerle iman esaslarını ispat eylemek yeterlidir.
İnteraktif bir biçimde geçen seminer, yapılan katı konuşmaları ve sorulan soruların cevaplandırılmasıyla nihayete erdi.