“Üç Tarzı Siyaset” ve ‘İttihat-Terakki"
Özgür-Der Bursa Şubesi’nin hanımlara yönelik olarak düzenlediği seminerlerin üçüncüsü dernek binasında gerçekleştirildi.
‘Siyasi Tarih Okumaları’ üst başlığı ile düzenlenen programların bu ay ki konusu “Üç tarzı siyaset” ve ‘ittihat-terakki paradigması” olarak belirlendi. Seminer sunumu üniversite öğrencileri Büşra Kuzu ve Hatice Ertaş tarafından yapıldı.
Büşra kuzu, ittihat ve terakki cemiyeti denildiğinde akla ilk gelen bir takım sembol isimlerin kimler olduğunu belirterek etki alanları üzerinde durdu. Cemiyet üyelerinin hemen tamamının batılı eğitim sisteminden geçtiğini ve zihin dünyalarını belirleyen kodların batı paradigmasından doğrudan etkilendiğini ifade eden kuzu; ittihatçı politikaların uygulama ve toplumsal anlamda edindiği yer ve bulduğu karşılığa bakıldığında bunun çok net olduğunu görmenin mümkün olduğunu ifade eti. Büşra KuzuCemiyet Üyelerinin ve ittihatçı sistemin genel bir değerlendirmesinin ardından sözlerini şöyle devam ettirdi;
Osmanlının son döneminde ortaya çıkan jön Türk hareketinin işleyiş tarzına baktığımızda batıda meydana gelen siyasi hareketlenmelerin bazıları ile çok yakından benzeştiğini görmemiz mümkündür. Batı dünyasında siyaseti ve toplumu belirleyen ilerlemeci zihniyetin geliştirdiği refleksler ve uygulamaların neredeyse aynısı jön Türkler diye anılan son dönem Osmanlı entelijansiyası içinde geçerlidir. Bu benzerlik bir özgünlük içermediği gibi, aydınlanma felsefesi ışığında icra edilen batılı politikaların Osmanlıya taşınan kötü bir kopyasından başka bir şey olmadığını söylemek mümkündür.
Geç dönem Osmanlı toplum ve siyasetinde kendisine oldukça fazla yer bulan İttihat-i Osmaniye- Jön Türkler, İttihat ve terakki cemiyeti nin düşüncelerini yakından izlediğimizde onlarında diğer siyasi ve toplumsal oluşumlar gibi benzer soruları gündemleştirdiklerini görebiliriz. Sahnede oldukları zaman diliminin en önemli sorusu ve sorunu olan Osmanlı neden bu halde konusuna batılı bir reçete ile tedavi üretme gayesi taşıdıkları çok açıktır. Ancak iktidarı ele geçirdikleri dönemlere baktığımızda uygulanan tedavinin pek masum olmadığını aynı zamanda iyi niyet maskesi ile gölgeledikleri salt iktidar talebi olduğunu görmekteyiz.
Son dönem Osmanlıda gelişen hadiseleri kronolojik olarak incelediğimizde de ittihatçı paradigmanın gerçek yüzünü görebiliriz. Osmanlı geleneksel siyasetini beceriksiz ve baskıcı olmakla itham eden ve bu meyanda gerek siyaset sahnesinde parti olarak gerekse toplum düzeyinde cemiyet olarak yürüttükleri yoğun propagandalar sonucu iç siyaseti çıkmaza sokmuşlardır. Yapılan bu müdahale ve yönlendirmeler daha sonraları telafisi pekte mümkün olmayacak ağır tahribatlara sebep olacaktır.
İttihat terakki paradigmasını ve onun bugüne uzanan etkilerini tam olarak anlayabilmek için Abdülhamid dönemi ve hemen akabindeki iktidar süreçlerine yakın mercek tutmak gerektiğini ifade eden Büşra kuzu sözlerini şöyle devam ettirdi;
İ.T.C. bu süre zarfında azımsanmayacak sayıda kişilerle bölümler halinde teşkilatlanıyordu. Fakat bu gizli bir şekilde yapılıyordu. İlk olarak da 2. Meşrutiyet olaylarıyla İ.T. komitesi gün yüzüne çıkmış ve artık siyasi taleplerini dile getirmeye başlamıştır. Bu dönemde yapılan reformlara baktığımızda önemsiz gibi görülse de en etkili reform ‘ulaşım ve iletişim’ alanında yapılmıştır. Çünkü padişahın baskıları huzursuzluğa yol açıyor, özellikle de padişahın okullarında eğitim gören gençler bunu ifade etmenin yollarını arıyorlardı. Yeni iletişim yolları doğal olarak yeni düşünce ve akımlara neden olacaktı. Ayrıca İ.T.C.’nin kökenlerine bakıldığında hemen hepsinin çok iyi bir (batılı) eğitimden geçtiğini görebiliriz. Bu nedenlerden ötürü ileriki zamanlarda devletin gidişatına yönelik radikal çıkarımlarda bulunabilecekler. Bu kişiler zamanla sultanın büyük önem verdiği sivil ve askeri eğitim yuvası olan okullardan çıkacaklardı. Osmanlı modernleşmesinin en temel karakteristiği olan evrimci dönüşüm son dönem ittihatçı grup ve özelliklede cumhuriyetçi seçkinler tarafından devrimci bir şekilde gerçekleştirilecektir. Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen dayatmaların arka planında batılı dünya görüşünün kötü bir kopya ile bu coğrafyaya taşınması yatmaktadır. Toplum içinde Enver Talat ve Cemal paşalar ile müsemma hale gelmiş ittihatçı kadro ile cumhuriyetçi kadroları birbirinden ayırmak gibi bir yanılgı söz konusudur. Söylediğimiz üzere yakın bir okuma yapıldığında iktidar şartları ve zeminleri farklı olsa da her iki oluşumun hareket ettiricileri arasında hiçbir fark yoktu. Eğer Enver paşa turan ülküsünü gerçekleştirme şansını elde etseydi onun İskilipli atıfları ve şey Saidleri darağacına çekmeyeceğine dair hiçbir olumlu alamet görmek mümkün değil. Böylesi bir tarih okuması nesnel olmadığı gibi hakkaniyetten de uzaktır.
İttihatçı paradigmanın temel yapı taşları nelerdir dediğimizde onun iç ve dış politikadaki konumuna da bakmamız elzem hale gelir diyen Büşra kuzu bu konu hakkında ise şunları ifade etti;
İttihatçı iktidar en baştan beri 2’ye bölünmüş durumdaydı. Bir tarafta; muhalefet ve sürgün döneminde ortaya çıkmış olan hürriyetçiler yani liberaller vardı. Merkeziyetçilikten ve milli azınlıklara özerklik verilmesinden yanaydılar. Fazla ömürlü olamadılar. Öteki tarafta; milliyetçi grup vardı. Türk egemenliğini istiyorlardı. Araçları İ.T cemiyetiydi ancak daha sonra bu cemiyet kontrolü mümkün olmayan bir hale gelecektir. Diğer yandan İ.T. çeşitli darbelere uğradığı için toprak kaybı yaşıyordu ve çeşitli nedenlerle cemiyet Kamil Paşa’dan memnun kalmayıp yerine Hilmi Paşa’yı getirdi. Şimdi hem padişah, hem de liberaller rejimin muhalifiydi. Bu süre içinde çeşitli sıkıntılardan dolayı 31 Mart Vakıası yaşandı. Etkisiz ve çaresiz kalan cemiyet her zamanki gibi çözümü sadrazam değişikliğinde buldu. -Bu cemiyet aslında biraz da psikolojik baskılara göre kendine şekil veren bir yapıya sahip. Avrupa’nın A.Hamid ’den kalma bakış açısını değiştirmek için 31 Mart vakıasını gerçekleştirmesi gibi.- 31 Mart vakıasında hürriyetçiler isyanı destekledi ve cemiyet bu esnada kendini hazırlamak için kenara çekildi. Devamında A.Hamid’i tahttan indirerek yerine Mehmet Reşat’ı getirdi. Cemiyet tüm kilit noktalara adamlarını yerleştirdiği için padişah kim olursa olsun kukla olarak kullanılmaktan öteye geçemedi. İnanç ve ırk ayrımı yok derken aslında ne demek istediklerini; ‘Cemiyetler kanunu, Eşkıyalığı ve isyanları önlemeye’ yönelik çıkardığı kanunların sonuçları gösterecekti. Azınlıklara ait tüm dernek ve vakıfları kapattırdılar. Siyasi derneklere yasak getirdiler. Milliyetçilik bu dönemde etkinleşerek hızla yayıldı ve Yakın dönem siyasette de etkisini büyük ölçüde göstermeye devam ediyor.
Cemiyet bununla kalmayıp; baskıcı ve merkeze dayalı politikalarıyla sadece Hristiyanları değil; Araplara, Arnavutlara, Türk olmayan Müslümanlara Türk dilini kabul ettirmeye çabaladılar. Askeri idamlar gerçekleştirdiler. 1909 ve 1911 yılları arasında Cemiyet egemen siyasi güç haline geldi. Bu yıllarda (1911) muhalefet ortaya çıkarak, ahlak ve dinin korunmasına, Osmanlı geleneklerinin devam ettirilmek istenmesine, kutsal hilafet ve saltanatın güçlendirilmek istenmesine dair 10 maddelik bir bildiri yayınladı.
Bu sırada cemiyette kopmalar yaşandı ve tüm muhalif gruplar ‘Hürriyet ve İtilaf’ adı altında toplandı. İki grup arasında ilk çekişme 11 Aralık 1911 yılında mecliste bir koltuğun boşalmasıyla yaşandı. Ve yapılan seçimde muhalefet zafer kazandı. Bu sırada muhalefeti en koyu şekilde destekleyen yaşlı bir devlet adamı olan Kamil Paşa vardır. Sıkıyönetimin kaldırılmasını ve İ.T.C.’ nin dağılmasını istiyor. İ.T. tüm bu durumlara karşı harekete geçti ve ilk olarak meclisi kapattı. Ardından Kamil Paşanın bildirisini yayınladılar ve ‘Mezardan Gelen Ses’ söylemleriyle yıpratmaya çalıştılar. Nisan ayında da çok iyi hazırlandıkları seçimi yaptılar. 275 üyeden ancak 6 muhalifi meclise aldılar. Artık ortada itaatkâr bir meclis ve teslime hazır bir padişah vardı. Meşru bir muhalefeti gayrı meşru yollarla ortadan kaldırdılar ve bu da yeni bir muhalefeti doğurdu. Yalnız yeni muhalefet meclisin içinden değil, cemiyetin kendi geçmişinden gelen bir hayaletti diyebiliriz. İstekleri ise ‘ordunun siyasetten çekilmesiydi.’
Bu esnada yaşanan siyasi gelişmelerle, Sait paşa ve idaresindekiler tarafından İ.T.’ye karşı tepki oldukça artacak ve bu istifa ile neticelenecektir. Kabinenin istifa ettiği gün muhalefet bir toplantı yaparak, isteklerini bir bildiri şeklinde sunar. Bildiriye göre; Nazım Paşa Harbiye Nazırlığına, Kamil Paşa sadrazamlığa getirilir. İ.T. iktidardan uzaklaştırılır, subaylardan siyasete karışmayacaklarına dair de yemin alırlar. İ.T. uzaklaşmıştır ama son nefesini vermemiştir. Savaşı da bahane ederek Bab-ı Ali baskınını gerçekleştirirler.
Bu dönemden sonra yani 1918’e kadar Osmanlı Enver paşa başta olmak üzere üç paşanın egemenliğinde askeri bir diktatörlükle yönetilecektir. Hükümetin başına Hilmi Paşa, İbrahim Hakkı Paşa gibi devlet adamları getirildi. Seçimlere rağmen efendiler bu yaşlılar değil, genç olan ittihatçılardır. Kamu hayatında şiddet, baskı kullanılmış, orduyu siyasete karıştırmışlardır. O dönemdeki en ilginç ve dikkat çekici şeyleri entelektüel ve kültürel hayatlarında yaşamışlardır. Ekonomiye verecekleri önemi, siyasi ve idari problemlere vermişlerdir.
Ayrıca ekonomide ‘MİLLİYYETÇİLİK’ politikasının temelleri bu zamanda atıldı. Batı mukallitliği hız kazandı. Eski zaman ve takvim anlayışı yerine Avrupai 24 saatlik sisteme geçiş yapıldı. Batılılaşma; dini otoritenin içinde bir endişeye yol açtı. En büyük etkiyi eğitim alanındaki yeniliklerde görebiliriz. Din dışı (seküler) ilköğretim, ortaöğretim ve liseler açtılar. Eğitimi kız öğrencileri de dâhil edecek şekilde bugünkü karma eğitimi sistemleştirdiler. Kadınların iş hayatına girmelerinin önünü açtılar. Eğitim ve iş sahibi olan kadınlar artık önceki dönemi gözlerinde ayrımcılık ve bu ayrımcılığı temsil eden şeyleri rahatsız edici ve küçük düşürücü olarak görmeye başladılar. Bu da bize günümüzdeki belli kesimin kırılma noktasının neresi olduğunu gösteriyor.
1908-1911 yıllarının aslına bakılırsa oldukça sancılı bir dönemdir. Çünkü meşrutiyetin getirdiği yeni umutlar çok kısa sürede hayal kırıklığıyla sonuçlanmıştır. Meşruti hükümet olan bu iktidar düzenli bir biçimde, Baskı-Sindirme-Zorbalık-Aşağılama döngüsü içinde sona ermiştir. Çabaları ne kadar eksik, ne kadar yanlış da olsa ortaya çıkacak Yeni laik-Türkiye’nin hazırlanmasına ciddi katkıda bulunmuşlardır. Mustafa Kemal’in daha sonra yaptığı devrimlerin özüne baktığımız zamanda bu inkılapların İ.T cemiyetitarafından hedef alındığını fakat siyasi problemlerden ve ülkenin 1. Dünya savaşına doğru gitmesinden dolayı bu hayallerinin suya düştüğünü açıkça söyleyebiliriz.
Daha sonra söz alan Hatice Ertaş ise Osmanlı devleti son dönem fikir akımları olarak Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük veBatıcılığı değerlendirdi. Ertaş, son dönem Osmanlıda hayat bulan hemen tüm düşüncelerin temelinde devleti nasıl kurtarabiliriz sorusu yattığını ifade ederek şunları kaydetti;
Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık gibi fikir akımları dağılmanın eşiğinde olan Osmanlı Devleti’ni kurtarma çabalarına yöneliktir. Osmanlıcılık; tüm Osmanlı vatandaşlarını bir araya getirmek için oluşturulmuş bir akımdır. Jön Türklerin fikridir ve genel olarak hukuken insanların eşitliğine ve vatan sevgisine değinir. İslamcılık; 2. A.Hamid zamanında oluşuyor ve çöküşün sebebinin ‘İslamcılık’ olmadığını savunuyor. Ayrıca Batı’nın bilim ve teknik yönünden takip edilmesi gerektiğini düşünürlerken, ahlaki ve kültürel açıdan bunun tam tersini düşünüyorlar. Türkçülük; asıl örgütlenme Türk Ocakları’nda başlıyor, amaç milli bilinç aşılamak, milli duyguyu güçlendirmek. Batıcılık; 2 kola ayrılmış. Birinci grup Batı’nın her yönüyle taklit edilmesi gerektiğini düşünürken, ikinci grup; yalnızca bilim ve teknolojinin alınması gerektiğinden yanadır. Ayrıca inkılapların mantık yapısı böylece oluşmuştur.
Etkili olan düşüncelerin genel değerlendirmesini yaptıktan sonra savaşlara değinen Hatice Ertaş Trablusgarp, Balkan ve birinci Dünya Savaşlarını sonuçları ile beraber değerlendirdi. Ertaş bu dönemde oluşan savaşların genel mantığını iki başlık altında inceledi. Birinci başlık, temel olarak milliyetçi duygularla ayaklanan ülkelerin savaşıyken ki Balkan Savaşları bu çerçevenin içindedir, ikinci olarak da hammadde ve sömürge anlayışından kaynaklanan savaşlardır ki Trablusgarp Savaş’ı ve 1.Dünya savaş’ı da bu başlığın dâhilindedir. Osmanlı Devleti’ni bitiren bu iki unsura değindikten sonra, fiili bitmişliğin belgesi olan Mondros Mütarekesi’yle konuşmasını tamamladı.
Seminer katılımcılardan gelen katkı ve soruların cevaplandırılmasının ardından sona erdi.
Haber: Zehra Rençber