Bursa'da Siyasi Tarih Okumaları Devam Ediyor
Bursa'da siyasi tarih okumaları başlığı altında Birinci Meclis ve Lozan Antlaşması konusu işlendi.
Özgür-Der Bursa Şubesinin hanımlara yönelik başlattığı siyasi tarih okumalarında bu ay Birinci Meclis ve Lozan Antlaşması konuları işlendi. Program Sara Işıklar ve Merve Adıyaman’ın sunumları ile dernek binasında gerçekleştirildi.
BİRİNCİ MECLİS
Birinci meclisi anlatmak üzere söz alan Sara şıklar, meclisin iç işleyişi ve hukuksuz müdahaleler sonucunda oluşan gruplar hakkında şunları kaydetti;
Cumhuriyet Türkiye’sinin kendisini üzerine bina ettiği birinci meclisin kuruluş amacı ve şekli ile sonrasında geçirdiği evreler birbiri ile taban tabana zıttır.barış ve İstikrar hedefi üzerine yapılan koşulsuz ve özverili ittifak (ittifak eden faktörler yapısal anlamda birbirlerinde çok farklı ve beraber yaşama noktasında mutedil bir yapıya sahiptirler) çok kısa bir süre içerisinde elitist bir zümrenin iktidarına payanda kılınacaktır.esasında birinci meclise yapılan hukuksuz müdahaleler ile yaklaşık bir asırdır coğrafyamızda değer yargılarımıza kasten yapılan müdahaleler birbiri ile aynıdır. Güç aygıtını eline alanlar onu kendi çıkarlarını muhafaza etmek için kullanmışlar ve bunun devamı için hemen ehr türlü engeli acımasızca yok etme yoluna girmişlerdir. Birinci meclis içerisindeki ikinci grup diye anılan ve resmi tarih yazıtlarında bize gerici,yobaz, İngilizci,Osmanlıcı, irticacı ve benzeri isimler ile tanıtılan grubun yapıp ettiklerine baktığımızda onların böylesine günah keçisi ilan edilmelerinin en temel ve kayda değer söylemlerinin tek adamlığa itiraz ettiklerini görürüz.ikinci grubun en bilindik simalarından Hüseyin Avni Ulaş (ki bu kişi Kemalist tarihçilerin ithamının aksine liberal eğilimleri çok yüksek olan ve açıkça saltanatı alenen eleştiren beyanatları ile bilinir) meclis zabıt ceridelerine çokça geçen beyanatlarına bakıldığında onun bütün derdinin tek adamlığa itiraz olduğu ve meclisin çoğulcu yapısının korunması gerektiğine yönelik olduğunu görürüz.
Birinci meclis henüz vücut bulduğunda bünyesinde onu aşkın irili ufaklı grubu barındırmaktaydı. Ancak zaman içerisinde Mustafa kemal ve ekibinin yaptıkları kulis faaliyetleri sonucunda bu çoğulcu yapı yok edilerek ikiye kadar indirilmiştir. Tarihe ikinci grup olarak geçen bu oluşum müstakil bir grup değildir. Birinci grup diye anılan ve kendilerine Anadolu Rumeli mudafa-i hukuk grubu diyen Mustafa kemal ve arkadaşlarının dışarıda kalan ya da başka bir ifade ile kendilerine teslim olmayanları ötekileştirmek için ürettikleri bir isimlendirmedir.
İkinci Grup’un temel görüşleri incelenirken göz önünde tutulması gereken ilk nokta bu muhalefetin bir grup muhalefeti olduğu ve iktidara gelme amacı taşımadığıdır. Bir önceki bölümde, meclis tutanaklarına dayanılarak üzerinde ayrıntılı olarak durulduğu gibi, Grup’un muhalefeti, Meclis’teki bir takım uygulama girişimleri çerçevesinde oluşmuştur. Grup, yalnızca duyarlı olduğu konularda, muhalefet yapmış ve çoğu zaman meclis tartışmalarını belirlemiştir. Dikkat edilmesi gereken ikinci nokta da, İkinci Grup’un, Milli Mücadele başarıya ulaşana kadar, Meclis’teki birlikteliğin ortadan kalkmaması konusunda olağanüstü duyarlı davranmış olmasıdır. Grup’un önde gelenlerinin Meclis konuşmaları ve grubun görüşlerini yaymak amacıyla 19 Ocak 1923’te yayına başlayan Tan gazetesinde yer alan yazılar incelendiğinde bu birliktelik konusunun sürekli vurgulandığı görülmektedir.
İKTİDAR VE MUHALEFET ARASINDAKİ TEMEL ÇATIŞMA KONULARI:
Asıl sorun tek bir noktadan, meclis egemenliği yerine giderek bir kişisel egemenliğe yönelişten kaynaklanıyordu. Bu sorunun temelini Meclis ve Heyet-i Vekile Reisliğini aynı kişide toplayan 1921Anyasası atmıştı.
1921 Mayıs’ından 1922 Temmuz’una kadar geçen dönemde, mecliste fırtınalar koparan ve sonunda ikinci grubun kurulmasına yol açan tartışmaları, asıl belge olan meclis tutanaklarından inceleyelim :
1- Heyet-i Vekile’nin görev ve sorumlulukları : Anayasanın 7. maddesi Heyet-i Vekile’nin görev ve sorumluluklarının özel bir kanunla tayin edileceğini hükme bağlıyordu. Konuyla ilgili çalışmalarını yürüten ve Hüseyin Avni (Ulaş) ve Salahattin (Köseoğlu) beyler gibi muhaliflerin egemen olduğu özel komisyon, konuyla ilgili olarak hazırladığı teklifi 24 Kasım 1921’de Meclis’e sundu. Komisyonun teklifi, Heyet-i Vekile’nin görevlerini saptamanın yanı sıra esas teşkilatlanmada önemli değişiklikler de getiriyordu. Teklifte, güçler ayrılığı ilkesi benimseniyor ve kabine sistemine geçilmesi öngörülüyordu. Buna göre, Meclis Heyet-i Vekile reisini seçecek, bu kişi Heyet-i Vekile’yi oluşturarak Meclis’in güvenoyuna başvuracaktı. Meclis başkanı adeta “sorumsuz bir devlet başkanı” konumuna getiriliyordu. Teklif, büyük tartışmalar sonucunda, Birinci Grup üyelerinin oylarıyla reddedilerek komisyona iade edildi.
2-Meclis’e ait yetkilerin kullanılış biçimi: A-RMH Grubu dışında bırakılan muhalif mebuslar, anayasa ve diğer ilgili kanunlarla yasama ve yürütme yetkisiyle donatılan Meclis’in, uygulamada zaman zaman devredışı bırakılmasını ve görev ve sorumlulukları bir kanunla açıkça belirlenmemiş olan Heyet-i Vekile’nin Meclis’in bilgisi dışında bazı uygulamalar yapmasını, Meclis üstünlüğü ilkesinin ihlali olarak değerlendirdiler. Meclis’te bu tür uygulamalar nedeniyle sık sık tartışmalar çıktı.
3- Başkumandanlık Kanunu’yla Başkumandana verilen olağanüstü yetkiler:
Yetkilerin kullanılış biçimiyle ilgili en temel tartışma konularından biri de Başkumandanlık Kanunu’nun çizdiği hukuki çerçeve olmuştur.Cephelerde durumun kötüye gittiği bir dönemde M.K.P., Meclis yetkilerini kullanma hakkı gibi olağanüstü yetkilerle donatılarak başkumandanlığa getirilmiştir. Muhalif mebuslar, M.K.P’nın başkumandanlığa getirilmesine karşı çıkmamışlar, hatta destek vermişlerdir. Buna karşılık, Kanun’la Başkumandan’a, kanun yürürlükte olduğu süre boyunca, Meclis yetkilerini kullanma hakkı verilmesini hiçbir zaman kabul etmemişler, başından beri buna karşı çıkmışlardır. Muhalif mebusların 1922 Temmuzu’nda İkinci Grup adıyla örgütlü bir yapı içine girmelerinde de bu kanunun büyük rolü olmuştur.
4-Vekil seçimlerinde Meclis başkanınca aday gösterilmesi: Meclis’in açılışını izleyen ilk aylarda Heyet-i Vekile üyelerinin Meclis tarafından doğrudan seçilmesi yöntemi benimsenmişti. Bu yöntemle yapılan seçimler sonucunda M.K.P.’nın istemediği bazı mebuslar vekil seçilince, 4 Kasım 1920’de bu yöntemden vazgeçilmiş, vekillerin Meclis Reisi’nin göstereceği adaylar arasından seçilebilmesi esasına geçilmişti. Aday gösterme yöntemi, bu yöntemi Meclis’in yetkilerinin kısıtlanması olarak nitelendiren muhalif mebuslarla, iktidar yanlısı mebuslar arasında, uzun süren ve zaman zaman sertleşen tartışmalara yol açtı. Muhalifler, zamanla, seçimde gösterilen adayların hiçbirine oy vermeyerek ve çekimser kalarak, adaylardan herhangi birinin çoğunluğa ulaşmasını engelleme yöntemini benimsedi. Bunun sonucunda ilk turda sonuç almak hemen hemen imkansız hale geldi. Birçok seçimde, iki,üç, hatta dördüncü kez yapılan oylamalardan sonra sonuç alınabildi.
5-Meclis Başkanlık Divanı’nın tarafsızlığı: Meclis Başkanlık Divanı üyelerinin, Meclis’teki her türlü fırka, grup ve zümreden uzak durması konusu, muhalif mebusların öteden beri savunduğu bir ilke oldu. Muhalif mebuslar, bunu, Başkanlık Divanı’nın Meclis görüşmelerini tarafsız yönetmelerinin güvencesi olarak gördüler. Bununla birlikte, başta Meclis Reisi M.K.P. olmak üzere Meclis Başkanlık Divanı üyelerinin, aynı zamanda Birinci A-RMH Grubu’na da üye olmaları, muhalif mebusların tepkisini çekti, oturum başkanları zaman zaman taraflı davranmakla suçlandı.
6-İstiklal Mahkemeleri : İstiklal Mahkemeleri 11 Eylül 1920’de, büyüyen asker kaçakları sorununu çözmek amacıyla kurulmuş, 17 Şubat 1921’de kaldırılmıştı. Kütahya-Eskişehir savaşlarında alınan yenilgi üzerine İstiklal Mahkemelerinin yeniden kurulması gündeme geldi ve 23 Temmuz 1921’de Fevzi (Çakmak) Paşa’nın önerisi üzerine Kastamonu, Konya ve Samsun’da üç İstiklal Mahkemesi kurulması kararlaştırıldı.
5 Ağustos 1921’de, M.K.P. Başkumandanlığa getirilince İstiklal Mahkemeleri doğrudan Başkumandan’a bağlandı. 8 Eylül 1921’de, M.K.P., Başkumandanlık emriyle, o sırada faaliyetlerini sürdürmekte olan Ankara, Konya, Kastamonu ve Samsun İstiklal Mahkemelerine ek olarak Yozgat’ta da yeni bir İstiklal Mahkemesi kurdu. Mahkemelerin istifa eden bazı üyelerinin yerine, yeni üyeler de Başkumandan tarafından atandı.
Olağanüstü yetkilerle donatılan İstiklal Mahkemelerinin Başkumandana bağlanması, üyelerinin artık seçimle değil, Başkumandanın atanmasıyla belirlenmesi, ayrıca mahkemelerin verdiği kararların sertliği ve her türlü denetimin dışında kalması Meclis’te huzursuzluk yarattı. Muhalifler, Başkumandan’ın atadığı mahkeme üyelerinin üyeliklerini tanımadılar, mahkemelerin kaldırılmasına ya da hiç değilse Meclis’in denetimi altına girmesine çalıştılar. Bu yöndeki faaliyetler, 1922’nin ocak ayından itibaren giderek yoğunlaştı.
7-Temel hak ve özgürlüklere ilişkin sorunlar: Muhalif mebuslar, ülkede kanun hakimiyetinin sağlanması, kişi hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması konusunda da oldukça titiz davranmışlar, bunların eksikliğinin sorumluluğunu Heyet-i Vekile’ye yükleyerek bu konuda sert eleştiriler yapmışlardır.
Seçim kararının alınması:
6 Mart’ta Heyet-i Vekile’ye güvenoyu verilmesi ve İsmet Paşa başkanlığındaki delegeler heyetinin Lozan’da bundan böyle yapılacak görüşmelerde de yetkili kılınmasını isteyen önerge oylandı ve İkinci Grup üyelerinin katılmadığı bu oylamada hükümet 14 ret, 6 çekimser oya karşılık 170 oyla güvenoyu aldı. Delegeler heyetinin Lozan’ın ikinci bölümü için de yetkili kılınması Birinci Grup’u rahatlattı ve kısa bir süre sonra bu kez Birinci Grup seçimin yenilenmesi konusunu gündeme getirdi.
Lozan konusunda TBMM’de bu önemli gelişmeler olurken, İkinci Grup’un önde gelenlerinden ve Tan gazetesi sahibi Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, 27 Mart 1923’te aniden ortadan kaybolmuş, 2 Nisan 1923’te cesedi bulunmuştur. Ali Şükrü Bey’in, M.K.P.’nın muhafız alayı komutanı Topal Osman tarafından öldürülmesinin anlaşılması üzerine, Topal Osman da girişilen silahlı çatışma sonucunda öldürülmüştür.
Ali Şükrü Bey’in öldürülmesinin yarattığı olumsuz havanın da etkisiyle, Meclis, 1 Nisan 1923’te seçim kararı almıştır. Yürürlükteki Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ayrı maddesine göre seçim kararının alınabilmesi için üçte iki çoğunluk gerekiyordu. Ama bu karar o gün Meclis’te bulunanların oybirliğiyle, ama basit çoğunlukla alınmıştır…..
Seçim kararı 1 Nisan 1923’te alınmış olmasına rağmen, M.K.P. buna muhtemelen daha önce karar vermiştir. Nitekim 1923 Ocak ayı içinde İzmit’te gazetecilerle yaptığı görüşme sırasında bu konudaki kararlılığını dile getirmiştir… İkinci Grup’un seçimlerin yenilenmesine karşı çıkabileceği ihtimalini de göz önünde bulunduran M.K.P.’ya göre bunun da bir çaresi vardır. Meclis’e katılmayanlar bir defa davet edilir, gelmezlerse birkaç kere daha davet edilir, yine gelmezlerse davete uymayanların mebusluktan istifa etmiş sayılacaklarına dair bir karar alınır ve sorun çözülür.
Seçim sonrası:
Seçimler sonunda İkinci Grup başarılı bir stratejiyle saf dışı edilerek, Birinci Meclis’teki Birinci Grub’a mensup milletvekillerinin bir kısmından ve Birinci Grub’un düşüncelerini paylaşanlardan oluşan yeni bir Meclis teşkil eder. Artık, Meclis’te geleceğin Halk Fırkası’nı teşkil edecek kadro tek başına söz sahibidirler.
SONUÇ:
Daha Milli Mücadele döneminden başlayarak, kalıcı bir sistem olarak, tek parti yönetimi kurma amacı söz konusu olunca, bu yönetim biçiminin önünde bir engel oluşturacağı açık olan İkinci Grup’un neden tasfiye edildiği ve muhalefete neden izin verilmediği soruları da kendiliğinden cevaplandırılmış olmaktadır. Çoğulculuğu reddeden elit, doğal olarak muhalefet odaklarını hoş karşılamamış ve tek parti yönetiminin önünde bir engel olan bu odakları ortadan kaldırmıştır.
Geriye yalnızca, “dönemin olağanüstü şartları muhalefete izin verilmemesini gerektiriyordu” şeklindeki yaygın itiraz kalmaktadır ki, buna katılmak da pek mümkün değildir. Her şeyden önce İkinci Grup, dönemin olağanüstü bir dönem sayılmasının ilk nedeni olarak gösterilebilecek “ulusal kurtuluş savaşının sürüyor olmasının getirdiği ulusal birlik zaruretine” aykırı hareket etmemiştir. Aksine, Milli Mücadele başarıya ulaşana kadar, meclisteki birlikteliğin ortadan kalkmaması konusunda oldukça duyarlı davranmış ve milli mücadeleye alabildiğine destek vermiştir.
İkinci Grup, dönemi olağanüstü bir dönem kıldığı öne sürülen konularda muhalefet etmemiş, muhalefetini esas olarak iç politikada kurumlaşma eğilimi gösteren otoriter yapıya yöneltmiştir.
LOZAN ANTLAŞMASI
Lozan antlaşmasını değerlendirmek üzere söz alan Merve Adıyaman; Lozan yakın tarihimizin önemli kırılma noktalarından biri olmasına karşın hakkında resmi tarih tezinin ürettiği zafer nağmelerinden başka bir şey bilmediğimiz bir konudur. Oysa yaşadığımız coğrafyada değer yargılarımız üzerinde yaşanan dezenformasyonun neredeyse motoru konumunda olan bir kırılmadan bahsediyoruz. Zira Lozan sonrasında iç siyasette meydana gelen değişimlerin radikalliğine baktığımızda bunun kendiliğinden bir şey olmadığını ve beslendiği bir membaı olduğunu görmemek imkânsızdır. Dolayısı ile lozanın bir zafer mi bir hezimet mi veyahut bir tür batıya verilmiş açık senet mi olduğu hususu aydınlatılması elzemdir. Bu gerçekleştirilmeden yapılan bir tarih okuması bizi salıklı bir sonuca götürmez diyerek sözlerine giriş yapan Adıyaman şunları kaydetti;
Misak-ı Millî doğrultusunda hazırlanan talimatnamede şunlar yazıyordu:
“1- Doğu Sınırı: ‘Ermeni Yurdu’ söz konusu olamaz, olursa görüşmeler kesilir. 2- Irak Sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek. Konferansta başka bir durum ortaya çıkarsa hükümetten talimat alınacak. 3- Suriyesınırı: Bu sınırın düzeltilmesi için çalışılacak ve sınır şöyle olacaktır: Reis İbn Hani’den başlayarak Harim, Müslimiye, Meskene, sonra Fırat yolu, Der Zor, Çöl, nihayet Musul vilayeti güney sınırına ulaşacak. 4- Adalar: Duruma göre davranılacak. Kıyılarımıza pek yakın olan adalar ülkemize katılacak; şayet olmazsa Ankara’dan sorulacak. 5- Trakya Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacak. 6- Batı Trakya: Misak-ı Millî maddesi. 7- Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası: Yabancı bir askerî kuvvet kabul edilemez. Bu yüzden görüşmeleri kesmek gerekirse önceden Ankara’ya bilgi verilecek. 8- Kapitülasyonlar: Kabul edilemez. Bu yüzden görüşmeleri kesmek gerekirse, gereken yapılır. 9- Azınlıklar: Esas mübadeledir. 10- Osmanlı Borçları: Bizden ayrılan ülkelere paylaştırılacak. Yunanistan’dan alınacak tamirat bedeline mahsup edilecek. Olmazsa 20 yıl ertelenecek. Düyun-ı Umumiye İdaresi kaldırılacak. Zorluk çıkarsa Ankara’ya sorulacak. 11- Ordu ve donanmaya sınırlama söz konusu olamaz. 12- Yabancı Kuruluşlar: Yasalarımıza uyacaklar. 13- Bizden ayrılan ülkeler için Misak-ı Millî’nin ilgili maddeleri geçerlidir. 14- İslam cemaat ve vakıflarının hakları eski anlaşmalara göre sağlanacaktır.”
Konferans İngiltere’deki seçimler ve İtalya’daki kabine değişikliği sebebiyle 20 Kasım 1922’de başladığına; gerekçesini aslında uydurma olduğuna, müttefiklerin Türklere karşı politika oluşturmak için Paris’te toplanmış bir karara varamadıkları için bahaneler ileri sürdüklerine değindi.
Görüşmeler ev sahibesi olan İsviçre Konfederasyon başkanının konuşmasıyla başladı, ardında adını Lozan’da sıkça duyacağımız Lord Curzon’un konferans başkanı sıfatı konuşmasıyla devam ederken diplomatik açıdan yetersiz olan İsmet İnönü’nün konuşmasıyla devam başladı.
En çok tartışılan konu Musul meselesi oldu. Aslında Musul’da büyük çoğunluğun Kürtlerden oluştuğunu kaynaklarca da malumken Türk hükümeti ‘Kürtlerle Türkleri n etle tırnak gibi ayrılamaz olduğunu’ ileri sürerken İngiliz hükümetine göre ise ‘425 bin Kürt topluluğu Musul’da çoğunluğu oluşturmakla birlikte aynı zamanda 185 bin Arap yaşıyordu ve Musul tarihi olarak bir Arap şehriydi.’
Nüfus meselesi yeterli olmayınca, Türk tarafı konuyu Musul’un Misak-ı Millî sınırları içinde olmasına getirdi. Curzon’a göre konu ancak tarafsız bölge olan Milletler Cemiyeti’nde çözülebilirdi. Artık Türk hükümeti Misak-ı Millî kelimesini almayacaktır ağzına.
Anlaşmazlıklar böylesine keskinken Lord Curzon son kozunu oynadı ve 2 Şubat 1923 tarihinede Lozan’dan ayrılacağını, o tarihe kadar anlaşma imzalanmazsa sorumluluk kabul etmeyeceğini söyledi. Telaşa kapılan İsmet Paşa anlaşmanın hemen imzalanması da belirttiği bir telgraf çekti Ankara’ya. Nakara hükümeti de ismet Paşa gibi düşünüyordu. Ancak muhalif mebuslar Musul’un alınması gerektiğini söylüyordu. Meclisteki çok çatışmalı –hatta bu çatışmaya Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in İsmet Paşa’nın diplomatik yetersizliğinden hayıflanması sonucu M.Kemal’in mebusu öldürtmesine kadar vardı- ortamdan sonra seçimler yapıldı, Lozan’ın anlaşması kararlaştırıldı. Milletvekilleri seçim bölgelerine dağılırken, 18 Nisan’da Lozan Barış Görüşmeleri’nin ikinci turu başladı ve taraflar Musul konusu hariç, diğer konularda anlaştılar. Varılan antlaşmanın ‘hezimet’ mi, yoksa ‘zafer’ mi olduğuna karar vermek için Türk Heyeti’nin Lozan’a giderken yanlarında götürdüğü 14 maddelik talimatnameyi esas almakta fayda var.
1- “Doğu Sınırı: ‘Ermeni Yurdu’ söz konusu olamaz”: Sınır konusu daha 1920’de halledilmişti. Lozan’da bu durum teyit edildi. Dahası, Sevr’in 142. Maddesi’yle savaş yıllarında zorla din değiştirenlerin, zorla yerlerinden edilenlerin, topluca öldürülenlerin, tutuklananların, kaybolanların da hakları güvence altına alınıyordu. Lozan’da 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenmiş bütün suçlar (1915 Ermeni Kırımı sırasında işlenen suçlar da dahil) af kapsamına alındı. Böylece geçmişe sünger çekildi.
2- “Irak Sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek”: İstendi ancak alınamadı. Anlaşmanın 3. Maddesi’nin 2. Fıkrası ile Türkiye ve Irak arasındaki sınırın dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça çözümle saptanamaması halinde anlaşmazlığın Milletler Cemiyeti Meclisi’ne götürülmesi kabul ediliyordu. İngiltere ve müttefiklerinin kontrolünde olduğu gayet iyi bilenen cemiyete konunun götürülmesini kabul etmek zaten diplomatik bir intihardı ama olayı daha da vahim kılan, anlaşmaya “kesin kaderi bu karara bağlı olan topraklar…” şeklinde bir ibare eklenmesiyle, Lord Curzon’un bile hayalini aşan şekilde, Milletler Cemiyeti’nin nihai karar mercii haline yükseltilmesi oldu. Üstelik süre daha önce konuşulduğu gibi bir yıl yerine dokuz aya indirilmiş, ikili görüşmelerin başlayacağı tarih anlaşmanın yürürlüğe gireceği tarih değil de İstanbul ve Doğu Trakya’nın İtilaf Güçleri tarafından boşaltılacağı tarih yapılarak öne çekilmişti. Bütün bunlar Türk tarafının elini başından zayıflatmıştı. Sonuç olarak Türkiye’nin büyük bir beceriksizlikle yürüttüğü süreç 5 Haziran 1926’da Musul’un kaybı ile bitti.
3- “Suriye sınırı: Bu sınırın düzeltilmesi için çalışılacak ve sınır şöyle olacaktır: Reis İbn Hani’den başlayarak Harim, Müslimiye, Meskene, sonra Fırat yolu, Der Zor, Çöl, nihayet Musul Vilayeti güney sınırına ulaşacak”: Suriye sınırı Fransa ile Ankara Hükümeti arasında imzalanan 15 Ekim 1921 İtilafnamesi ile çözüldüğü için, Lozan’daki tek başarı bu İtilafname’yi İtilaf Devletleri’ne onaylatmak oldu. O günlerde adı Sancak olan Hatay İli’ni 1939’a kadar dışarıda bırakan bu antlaşma Misak-ı Millî’nin açıkça ihlaliydi.
4- “Adalar: Duruma göre davranılacak. Kıyılarımıza pek yakın olan adalar ülkemize katılacak”: Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi Ankara’nın Adalar konusunda pek umudu yoktu. İtalya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında Trablusgarp Savaşı sonunda 18 Ekim 1912’de imzalanan Uşi Antlaşması’na göre İtalya’nın Rodos ve Oniki Ada’yı Osmanlı İmparatorluğu’na vermesi gerekiyordu. Ancak tam o sırada Balkan Savaşı başlayınca bu iade işi yapılmamıştı. Lozan’la Rodos, Oniki Ada, Semadirek, Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya Adaları ve bunlara bağlı küçük adacıklar ile Kaş açıklarındaki Meis İtalya’ya bırakıldı. İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada ise Türkiye’ye iade edildi. (İtalya kendine verilen adaları 10 Şubat 1947’de Paris Antlaşması’yla Yunanistan’a terk etti.)
5- “Trakya Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacak”: Bulgaristan’la sınır meselesi zaten yoktu. Yunanistan’la sınırı Meriç Nehri’nin Doğu yakası oluşturdu. Oysa Türkiye en azından orta çizgiyi (talveg hattını) sınır yapmak istiyordu. Meriç’in Batı yakasında kalan Edirne’nin Karaağaç Mahallesi, uzun tartışmalardan sonra, Yunanistan’dan talep edilen savaş tazminatı bedeli olarak geri alınabildi.
6- “Batı Trakya: Misak-ı Millî maddesi uygulanacak”: Misak-ı Millî’nin 3. Maddesi’ne göreBatı Trakya’nın hukukî durumu bölgede oturanların oylarıyla tayin edilecekti. Ancak Türkiye’nin halkoylaması isteğine İtilaf Devletleri ile Yugoslavya ve Romanya karşı çıktı ve oylama yapılmadı. Batı Trakya Türkleri kaderlerine terk edildi.
7- “Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası: Yabancı bir askerî kuvvet kabul edilemez”: Evet bu madde uygulatıldı ancak bunun karşılığında Türk tarafı ciddi tavizler verdi. (Bkz. 11. Madde) Boğazların statüsü konusunda Britanya’nın isteklerine uyuldu. Türkiye’nin Boğazlar üzerinde söz sahibi olması ancak 1936 Montrö Sözleşmesi’nden sonra sağlanabildi.
8- “Kapitülasyonlar: Kabul edilemez”: Mali Kapitülasyonlar daha 1 Ekim 1914’te, İttihatçılar tarafından kaldırılmıştı. Dahası emperyalistler için artık Kapitülasyonlar bir şey ifade etmiyordu, çünkü onlar bir ülkeyi sömürmenin modern yöntemlerini çoktan bulmuşlardı. Bu yüzden, İtilaf Devletleri Kapitülasyonların yeniden konmasında ısrarlı olmadılar. Ancak Türkiye’ye beş yıl süreyle gümrük vergilerini artırmama cezası verdiler. Adli Kapitülasyonlar konusunda ise pek başarılı olunamadı. Osmanlı İmparatorluğu veya herhangi bir yerel makamla İtilaf Devletleri ve ortaklarının uyrukları arasında 29 Ekim 1914 tarihinden önce usulüne uygun olarak yapılmış ayrıcalık sözleşmeleri geçerli sayıldı.
9- “Azınlıklar: Esas mübadeledir”: Yabancı uyrukların yargılanmalarına ilişkin usullerin değiştirilmesi ve Rum Patrikliği’nin ülkeden çıkarılması kabul ettirilememekle birlikte en büyük başarı(!) bu maddede sağlandı. Mübadele Antlaşması’yla 355 bin kadar Müslüman Türk Yunanistan’ı, 190 bin civarında Ortodoks Rum da Türkiye’yi zorunlu olarak terk etti. Ancak mübadele Türk milliyetçilerinin istediği kadar radikal olmadı, etablis (yerleşikler) olarak adlandırılan 130 bin Müslüman Batı Trakya’da, 110 bin civarında Rum da İstanbul’da kaldı. İleriki yıllarda bunlar peyderpey ülkeden kaçırtılarak, Lozan’da verilen tavizler telafi edildi.
10- “Osmanlı Borçları: Bizden ayrılan ülkelere paylaştırılacak. Yunanistan’dan alınacak tamirat bedeline mahsup edilecek. Olmazsa 20 yıl ertelenecek. Düyun-u Umumiye İdaresi kaldırılacak”: Düyun-u Umumiye İdaresi kaldırıldı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun borçları ayrılan ülkelere paylaştırıldı. Ancak Türkiye’nin payına düşen 15 milyon altının Yunanistan’ın Türkiye’ye ödeyeceği savaş tazminatından düşürülmesi mümkün olmadı; çünkü Yunanistan tazminat ödemedi, onun yerine Karaağaç’ı verdi. Anlaşmaya göre bu borcu 37 yılda ödemeyi kabul eden Türkiye 1929 Büyük Buhranı gibi ağır krizlere rağmen borcunu 1954’te (Lozan’ın öngördüğünden dört yıl önce) kapattı. Bu durum, “malî ve iktisadi gelişmemizi engellememe kaydı ile borçların ödenmesi kabul edilir” diyen Misak-ı Millî’nin 6. Maddesi’nin ihlali anlamına geliyordu.
11- “Ordu ve donanmaya sınırlama söz konusu olamaz”: Aksine, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın iki yakasından on beş kilometre derinliğindeki bölgelerin askersiz olması, Trakya’daki Türk jandarma sayısının beş bine indirilmesi kabul edildi.
12- “Yabancı Kuruluşlar: Yasalarımıza uyacaklar”: İtilaf Devletleri’nin ‘beş sene müddetle [Türkiye’de adlî idare ıslah edilinceye kadar] hukukçulardan müteşekkil bir müşavirler heyeti kurulması kabul edildi. Bu ‘Adlî Komisyon’ sonradan kaldırıldı ama Türkiye’deki hukuk reformlarını hep yabancı uzmanlar yönlendirdi.
13- “Bizden ayrılan ülkeler için Misak-ı Millî’nin ilgili maddeleri geçerlidir”: Kendisi için bile Misak-ı Millî’yi uygulayamayan bir ülkenin kendisinden ayrılan ülkeler için Misak-ı Millî’den söz etmesinin garipliğini not edip geçelim.
14- “İslam cemaat ve vakıflarının hakları eski anlaşmalara göre sağlanacaktır”: Bu konuda zaten İtilaf Devletleri’nin bir itirazı yoktu.
Talimatnamede Olmayan Hususlar
-Kars-Ardahan-Batum, Misak-ı Millî sınırlarında bulunmasına rağmen Kars ve Ardahan ile yetinilmiş, Batum Sovyet Rusya’nın hinterlandında bulunan Gürcistan’a bırakılmıştır.
-Iğdır’ı aldık Kıbrıs’ı verdik. 1736 tarihli İstanbul Antlaşması’ndan 1827’ye kadar İran idaresinde kaldığı, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonunda Ruslarca işgal edildiği için Misak-ı Millî’yedahil edilmesi akla bile gelmeyen Iğdır, Brest-Litovsk’un ‘hediyesi’ olarak Osmanlı İmparatorluğu’nda, sonra da Türkiye’de kaldı. Böylece sınırlarımız, Misak-ı Millî sınırlarını aştı!
Misak-ı Millî’nin unutulan maddesi
-Son olarak, Misak-ı Millî’nin “İslam halifeliğinin, Osmanlı padişahlığının ve hükümetinin merkezi olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği korunmalıdır” diyen 4. Maddesi’nin, 1 Kasım 1922’de saltanatın, 3 Mart 1924’te hilafetin ilgası ve 13 Ekim 1923’te Ankara’nın başkent ilan edilmesiyle açıkça ihlal edildiğini belirtelim.
Seminer katılımcılardan gelen katkıların ardından sona erdirildi.
Haksöz-Haber