Bursa'da Selefi Akımlar Konuşuldu
Bursa Özgür-Der'de Cenk Ağın sunumuyla Selefi Akımlar konusu işlendi.
Özgür-Der Bursa Şubesi İslamcılık üzerine yaptığı seminer çalışmalarına bu ay SELEFİLİK konusu ile devam etti. Cenk Ağ’ın sunumunu yaptığı program Ördekli Kültür Merkezinde gerçekleştirildi.
Selefiliğin kavramsal çerçevesi ve tarihi bir bakış açısı, selefiliğin aşamaları, Ahmet bin Hanbel örneği üzerinden oluşan selefi paradigma, mezhebi parçalanmalar dönemi olarak İbn Teymiye/İbn Kayyum el Cezviye örneği, selefiliğin donukluk aşaması olarak Muhammed bn Abdulvehhab ve batı ile temas aşaması şeklinde selefiliği kategorize ederek sunumunu yapan Cenk Ağ, sunduğu tarihsel verilerin ardından tenkit ve genel değerlendirme yaparak şunları kaydetti;
I-LÜGATTE SELEF
“Önce gelen” demektir. Bir adamın geçmişteki ataları için “onun selefi” denir. Yaşça ve faziletçe senden üstün olan ve senden önce yaşamış olan ataların ve akrabaların demektir.
Selef kelimesinin ve türevlerinin Arap dilindeki farklı kullanımlarının çoğunun; ÖNCE GELMEK, GEÇMEK, ZAMANDA ÖNCELİĞİ OLMAK gibi manalar etrafında yoğunlaştığını görmekteyiz. Mesela atalar ve geçmiş topluluklar, bizim selefimizdir. Çünkü onlar, zaman olarak bizden önce gelip geçmişlerdir. Yürürken önden giden topluluk, sonradan kendilerine katılanların selefidir. Çünkü yürüyüşte onların önüne geçmişlerdir.
B- Kur’an ve Sünnette Selef:
Selef kelimesinin Allah’ın kitabında sekiz yerde geçtiğini görmekteyiz.
Selef kelimesinin geçtiği ayetlerin manalarını inceledikten sonra; bu kelimenin, Kur’an’ı Kerim’de Arapçada kullanıldığı gibi “önceden gelmek”, “geçip gitmek ve “zaman yönünden önce olmak” anlamlarına işaret etmek üzere kullanıldığını görmüş bulunmaktayız.
C- Klasik ve çağdaş İslam düşüncesi çerçevesinde selef:
ET TEHANEVİ'NİN Keşşafu Istılahati’l-Funun isimli eserde selefin tanımı şu şekilde geçmekteydi: “Şeriatta selef, Ebu Hanife ve arkadaşları gibi din konusunda (sahih) mezhebi taklit edilen ve izinden gidilen kimselerdir. Zira onlar, bizim selefimizdir. Sahabiler ve tabiiler de onların selefidirler.”
Bu, selef lafzının ıstılah anlamıdır. Bunu temsil edenlerle kimlerin kastedildiğini eski ve yeni alimler ve araştırmacılar, zaman yönünden İslam’ın ilk üç nesliyle sınırlandırmışlardır. Nitekim onlar, şöyle demektedirler: Tarihi olarak selef ile kastedilenler; Rasulullah (S.A.V.)’in üstünlüklerine şahitlik ettiği sahabe, tabiin ve tebe-i tabii nesillerine mensup faziletli kimselerdir. Çünkü Buhari’nin İmran İbn Husayn’dan rivayet ettiği hadiste Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin en hayırlısı, benim zamanımda yaşayanlardır. Sonra benimle yaşayanlara yakın olanlardır. Daha sonra onlara yakın olanlardır.”
İmam Şafii de şöyle demiştir: “Onlar, her ilimde, akılda, fazilette, dinde ve kendisiyle ilim elde edilen ve hidayete ulaşılan her vasıtada bizden üstündürler. Bizim için onların görüşleri bizim kendi görüşlerimizden daha hayırlıdır.”
Onlar, bu sebeple Selef-i Salih diye isimlendirilirler. Aynı şekilde onlar, pek çok araştırmacı akide alimi tarafından birçok isim ve sıfatla da isimlendirilmişlerdir. Bunlar, Rasulullah’dan veya onların kendilerine uyulan imamlarından naklettikleri isim ve sıfatlardır. Mesela onlara Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat (bid’atler ortaya çıktığı zaman) denir. Ki onlar; Kitap ve Sünnet’e sıkı sıkıya sarılma konusunda birleşmişlerdir ve sahabiler, tabiiler, kendilerine uyulan hidayet önderi müctehid imamlar ile kıyamete kadar sözde, fiilde ve inançta onlara uyanlardan oluşmaktadır.
Onlara “cemaat ilavesi olmaksızın sadece Ehl-i Sünnet de denir. Çünkü onlar, sünnete bağlı ve bid’atçilerden uzak kimselerdir. Onlara Ehl-i Hadis ve Ehl-i Eser (Rey ile hükmedildiği zaman onlar, hadisle ve eserle temayüz etmişlerdir. )de denir. Çünkü onlar, rivayet ve dirayet yönünden Rasulullah’ın hadisine önem veren, açıkta ve gizlide onun sünnetine tabi olan, onun ashabından gelen rivayetlerle ilgilenen, bunları diğerlerinden ayıran, anlayan, delil olarak kullanan ve sahih nastan başkasına iltifat etmeyen kimselerdir.
Onlar, tabi olanlar anlamında Ehl-i ittiba diye de nitelendirilmişlerdir. Çünkü onların yolu; açıkta ve gizlide Rasulullah’ın eserlerine, ilk muhacirlerin ve ensarın yoluna ve Rasulullah’ın vasiyetine tabi olmaktır. Ki o, vasiyetinde şöyle buyurmuştur: “Benim sünnetime ve hidayet bulmuş Raşid halifelerimin sünnetine uyun. Ona sımsıkı sarılın. Sonradan uydurulmuş şeylerden sakının. Çünkü sonradan uydurulan her iş, bid’attir, her bid’at de sapkınlıktır.”
Onlar, Allah tarafından desteklenen topluluk anlamında Taife-i Mansura diye de nitelendirilmişlerdir. Çünkü onlar; ilim, amel ve cihad olarak dini ayakta tutanlardır. Onlar hakkında Rasulullah şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimden hak üzere bulunan bir topluluk kıyamet kopuncaya kadar daima bulunacaktır. Onlara muhalefet edenler ve onları terk edenler, onlara hiçbir zarar veremeyecektir.”
Onlar, ayrıca kurtulan fırka anlamında Fırka-i Naciye diye de nitelendirilmişlerdir. Çünkü onlar, Peygamber’in şu sözünü tutarak onun hidayetine ve sahabilerinin yöntemine sarılmak suretiyle cehennemden kurtulmuşlardır: “Benim ümmetim, yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Bunlardan biri hariç hepsi cehennemdedir.” Denildi ki: “Ey Allah’ın Rasulü! O kurtulan fırka hangisidir?” Şöyle buyurdu: “Benim ve ashabımın bugün bulunduğu yol üzerinde bulunanlardır.”
Böylece selef lafzı, Müslümanların nazarında bu güzel lakaplar ve değerli sıfatların sahiplerinin özel ismi haline gelmiştir. Onlar; -Allah kendilerinden razı olsun- sahabilerdir, tabiindir, dindeki önderliklerinde ve konumlarının büyüklüğünde ümmetin ittifak ettiği ve sözlerini Müslümanların nesilden nesile rıza ve kabul ile aldığı müctehid imamların, adaletli ve hidayet yolunu tutmuş alimlerin; sahabenin ve tabiinin soyundan yürüyenlerdir. Mesela dört mezhep imamı, Süfyan es-Sevri, Süfyan İbn Uyeyne, el-Leys İbn Sa’d, Abdullah İbnu’l-Mubarek, İbrahim en-Nehai, Buhari, Müslim ve diğer Sünen sahipleri bunlardandır.
Bu bilgilerden çıkardığımız sonuç şudur:
Kim, Kitap ve Sünnete sarılır, bunları anlamada ve bunlarla amel etmede sahabilerin ve tabilerin yolundan giderse, sonraki nesiller içinde yaşamış olsa bile selef dairesi içine girer, selefe nispet edilir ve ona Selefi denir.
O halde selefiler; ister fıkıhçı, ister hadisçi, ister tefsirci, isterse de başkaları olsun, kıyamete kadar ilk üç nesilden Selef-iSalih’in sarıldığı şeylere sarılan; onların yolundan yürüyen ve onların izinden giden herkestir.
Şimdi böyle deyince veya böyle nitelenince kişiye Selefi olmaktan başka bir yol kalmamaktadır gibi gözüküyor.
II. SELEFİLİĞE TARİHİ BİR BAKIŞ
SELEFİLİĞİ ANLATAN KİTAPLARDA İslam ümmeti uzun bir müddet gücünden korkulan, dostluğu istenen bir medeniyet sahibiydi. Bu medeniyet çok güçlü temellere dayanıyordu. Bu temellerde anlaşılmayan, kapalı bir şey yoktu. Akla aykırılık yoktu veya varlığın düzeniyle ve tabiatıyla çelişmiyordu. İslamı anlamada ve onunla amel etmede Kitap ve Sunnet yöntemi geçerliydi. Anlamakta güçlük çektikleri ayetlerin zahiri manasından ve o ayetlerin indiği dilde ilk anladıkları manadan öteye geçmediler. Dini, Kitabın naslarını ve maksatlarını doğru bir şekilde imkan veren Arap dilinin üsluplarını kavrama basiretine sahiptiler. Sahabilerden sonra gelen tabiiler ve onların peşinden gelenler de aynı yolda yürüdüler. TARİHLE ÖVÜNME...Daha sonra müslümanların arasında fitneler çıktı. Müslümanların safları çatladı ve cemaatleri parçalandı. Bu fitneler, olaylar ve şartların hepsi İslam düşüncesindeki diğer mezheplerin, toplulukların ve fırkaların yöntemlerinden ayrılan yönleriyle selefi yönelişin ortaya çıkmasında pay sahibi olan temel etkenleri temsil eder ki bunları özetle şöyle tasnif edebiliriz.
a) FIRKALARIN ORTAYA ÇIKIŞI: Tarihçiler, Müslümanların hayatında yeni ortaya çıkan siyasi olayların köklerinin, Osman İbn Affan (r.a.)’ın zamanına kadar uzandığını teyit ederler. Mü’minlerin emiri Osman (r.a.), bütün bunlara sabrederek ve karşılığını Allah’tan umarak hicretin 35. yılında şehit edilince Ali İbn Ebi Talib (r.a.), halifelik görevini üstlendiği zaman ümmet iki parçaya bölünmüştü: Ümmetin bir kısmı, ona biat etmiş ve halifeliğini kabul etmiş, bir kısmı ise Osman (r.a.)’ın katillerinin bulunarak intikamının alınması isteğiyle biatte tereddüt etmişti. Ümmet, içinde Ali ve taraftarlarıyla Cemel vakasında hicri 36 senesinde meydana gelen savaşın da bulunduğu bir çatışmanın içine girdi. Sonra Ali ile Muaviye arasında Sıffin Savaşı oldu ve Muaviye ile ordusunun hakem belirlenmesi istEğini Ali’nin kabul etmesiyle neticelendi. Ali bu talebi, savaşı kazanmasına ramak kalmışken kendi adamlarının ısrarı üzerine kabul etmek mecburiyetinde kalmıştı. Sonra bunun peşinden Ali’nin adamlarının içinden bir grup hakem tayini prensibine karşı çıktı. Onlar, bu anlaşmazlığın beşere havale edilmesinin doğru olmadığını iddia ediyor ve Allah’ın hükmünden başka hükmün olamayacağını savunuyorlardı. Harura denilen mevkide Ali’ye karşı çıktıkları için Haruriye, Havaric ve Muhakkime diye isimlerle adlandırılmışlardır. Bunlar, sahabileri –Ali’yi, Osman’ı, Amr İbnu’l As’ı, Ebu Musa el Eş’ari’yi, Muaviye’yi ve hakeme müracaatı kabul edeni, her iki hakemi veya birini doğrulayan herkesi- tekfir ettiler. Zalim sultana karşı çıkmanın ve onunla savaşmanın farz olduğu söylediler. Ayrıca büyük günah işleyenin kafir olduğuna ve cehennemde ebedi kalacağına hükmettiler.
Haricilerin çıkışına tepki olarak Şia ortaya çıktı. Onlar, Ali’den ve ehl-i beytten yana taraf oldular. İmametin, Rasulullah ile nesep veraseti gereğince Ali’den başlamak üzere onların hakkı olduğunu söylediler. Ayrıca onlar, bu konuda vasiyetin olduğunu, imamın kim olacağına dair nassın gerekliliğini ve imamın masum olduğunu savundular. İmamet konusundaki görüşlerini, dinin rükünlerinden bir rükün kıldılar. Sonra kendi aralarında çeşitli fırkalara ayrıldılar. Bu fırkaların en meşhurları İmamiyye, İsnaaşeriyye, Zeydiyye ve Caferiyye’dir.
Bunun peşinden –sanki- Haricilere tepki olarak Mürcie fırkası ortaya çıktı. Bunlar da Haricilerin büyük günah konusundaki görüşlerini reddettiler ve büyük günah işleyen kimse hakkındaki hüküm, kıyamet gününe ertelenir, onun hakkında bu dünyadayken cennetliktir veya cehennemliktir diye hükmedilmez, kullar hakkında hükmetmek kullara ait olamaz, dediler. İman ile amelin arasını ayırdılar. İman, Allah’ı ve peygamberlerini tanımaktır, bunun dışındaki itaatler imandan değildir, dediler. Bu sebeple ameli, imanın dışına çıkardılar. Vaad ve müjde ayetlerine sarılarak, tehdit ve uyarı ayetlerini te’vil ederek imanla birlikte isyanın zarar vermeyeceğini ve küfürle birlikte itaatin de fayda vermeyeceğini söylediler.
daha sonra Mabed el-Cüheni, -emevi devleti altındaki zülumlere karşı Kaderiye diye isimlendirilen bir görüş ortaya atarak kulun bizzat kendi fiillerinin halıkı ve yaratanı olduğunu ve Allah'ın geleceği bilemeyeceğini ifade etmiştir.
Bunların karşısında da cebr inancına meyleden, ilahi kudrete vurgu yapan, insanın fiildeki rolünü tamamen inkar eden ve onun fiilini tamamen Allah’a izafe eden bir topluluk ortaya çıktı. Bazen bunların bir kısmı, çok aşırı giderek insanın rüzgarın önünde bir tüy gibi olduğunu, onun kendisine ait bir fiilinin, kudretinin ve tercihinin olmadığını söylediler. Cehmiyye denilen bu görüşü benimseyenlerden bir kısmı Cehm İbn Safvan’a tabi olan kimselerdir.
Hicri 2. asrın başlarında büyük günah işleyen kimsenin hükmü konusunda Vasıl İbn Ata, hocası el-Hasan el-Basri ile anlaşmazlığa düştü. Vasıl İbn Ata, büyük günah işleyen kimsenin iki menzile arasıda bir menzilede, yani iman ile küfür arası orta bir mertebede bulunduğunu iddia etti. Bu, el-Hasen el-Basri’ ile arasını açtı. Bunun üzerine Vasıl İbn Ata, ondan ayrılarak Basra mescidinde başka bir köşeye çekildi.Amr İbn Ubeyd ve diğer bir topluluk da ona katıldı. Bunlar, ayrılanlar anlamında “Mu’tezile” diye isimlendirildi. Daha sonra bunlara çok sayıda katılan oldu. Kendilerine ait usul ve kaideler ortaya koydular.
Böylece fırkaların ortaya çıkması birbirini takip etti.
Fırkaların ortaya çıkışıyla ilgili bu hızlı sunum sonucunda üç temel meselenin ön plana çıktığını ve görüş farklılıklarının bunlar etrafında cereyan ettiğini görüyoruz:
Birinci mesele: Müslümanlar arasındaki ilk ihtilaf konusu, “imamet” meselesidir. Başlangıçta bu meseledeki ihtilaf siyasi olarak belirmişse de daha sonra itikadi bir ihtilafa dönüşmüştür.
İkinci mesele: Günahkar mü’minler veya büyük günah işleyen kimseler meselesidir: Bunlar hala mü’min midirler, yoksa cehennemde ebediyen kalacak olan kafirlerden midirler?”
Üçüncü mesele: “İnsanın kendi işlerini yapmadaki özgürlüğü ve iradesi, buna bağlı olarak Allah’ın ezeli ilmi meseledir. İnsan, kendisi için çizilen kader çizgisinde mecbur olarak mı faaliyet gösterir, yoksa tam olarak özgür müdür? Allah’ın ezeli ilmi ve çizilen bir kader yok mudur?”
Bu meselelerdeki ihtilaf, tarih boyunca çeşitli aşamalardan geçti ve çeşitli fırkaların, kendilerine özgü itikadi esaslarla ortaya çıkmasına sebep oldu.
B)İslam Coğrafyasının Genişlemesi:
Fetihler sonucunda İslam aleminin sınırları genişledi. Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler ve diğer medeniyet ve dinlerin mensuplarından çok sayıda insan, İslam’a girdi. Fethettikleri her beldede ve kıtada Müslümanlar onlarla karıştılar. Bu karışma; Müslümanların onlara ait görüşleri, düşünceleri, kıssaları, dini anlayışları ve diğer şeyleri öğrenmelerini sağladı. Onların, yani yeni Müslümanların büyük bir kısmının içine iyice yerleşmiş olan eski düşünce ve inançlarından kurtulamamalarının etkisiyle İslam akidesinin pek çok meselesinde aralarında tartışma ve münakaşa çıktı.
c) Arapça ve Onun İncelikleri Konusundaki Cehalet:
Abbasiler döneminin başında Arap olmayan meValinin, özellikle de İranlı unsurların hakimiyeti baş gösterdi. Bu da Arap dilinin zayıflamasına, onun incelikleri ve kavramları konusunda bir cehalete ve Kitap ve Sünnet naslarının ifade edildiği Arap dilinin anlaşılmamasına yol açtı. Bunun sonucunda Kur’an ayetlerinin manalarının anlaşılmasındaki problemler, “te’vil” meselesi ve “hakikat ve mecaz” meselesi gibi pek çok meselede ihtilaflar ortaya çıktı. İmam Şafii Kur’an’ın mahluk olduğu görüşü ve Allah’ın ahrette görülmesinin inkarı meselelerini Arapça konusundaki cehalete bağlamıştır.
d)Yabancı Kitapların ve Kültürel Birikimlerin Arapçaya Tercüme Edilmesi:
Yabancı kitapların (Hintçe, Farsça ve Yunanca) Arapçaya tercümesi pek çok ilim ve kitap, özellikle de Yunan felsefesine ait kitaplar Arapçaya tercüme edilmiştir. Tercüme edilen bu kitapların İslam alemindeki düşünce hayatına felsefenin girmesinde ve pek çok Müslümanın okumak, tahlil yapmak ve tartışmak suretiyle felsefeyle ilgilenmesinde görülen olumsuz etkileri olmuştur.
e)Mu’tezile ve Halku’l-Kur’an Fitnesi:
İnsanın aklına şöyle bir soru gelebilir: Başta İmam Ahmed İbn Hanbel olmak üzere ümmetin selefi yöneliş sahibi alimleri, Kur’an’ın mahluk olduğu görüşüne niçin karşı çıktılar da onu kabul edip kendilerini hapisten ve işkenceden kurtarmadılar? Cevap: Bunun sebebi, Mu’tezile’nin ortaya attığı halku’l-Kur’an bid’atinin aslında genel olarak ilahi sıfatların inkarı meselesine dayanmasıdır ki bu mesele, onların “tevhid” diye isimlendirdikleri temel esaslardan biridir. Onlar, Kur’an’ın Allah Teala’nın kelamı değil, mahluk olduğunu kabul ettiler. Yüce Allah’ın diğer sıfatları hakkında söyledikleri gibi O’nun mütekellim olduğunu ve kelamının da O’nun zatı olduğunu söylemediler. Çünkü bunu söyledikleri zaman Allah Teala’nın kelamı ile zatının eşit olacağından korktular. Bu durumda iki tane kadim olurdu, bu da kendi bakış açılarına göre şirke yol açan bir anlayıştı. Bu sebeple onlara göre Allah’ın kelamı (Kur’an) mahluktu, kelama ihtiyacı olduğu zaman onu yaratıyordu. Onlar, Allah’ın Musa aleyhisselam ile konuşmasını, bir ağaçta kelamı yaratması ve Musa aleyhisselam’ın da bunu işitmesi şeklinde tefsir ediyorlardı. Bak: Dr. Muhammed Ali Ebu Reyyan, Tarihu’l-Fikri’l-Felsefi fi’l-İslam, s. 194-195.
Gerçek anlamıyla bu fitne, şu iki taraf arasındaki mücadeleyi ifade etmekteydi:
Birinci taraf: Mu’tezile mezhebini İslam devletinin resmi mezhebi haline getiren Abbasi halifeleri Me’mun, Mu’tasım ve Vasık’tır. Onlar, Mu’tezile’yi himaye ettiler.
İkinci taraf: Genel olarak ehl-i sünnet alimleri ve fıkıhçıları, özel olarak da İmam Ahmed İbn Hanbel’dir.
“Halku’l-Kur’an fitnesi”, selefi yöneliş sahipleriyle karşıtları arasında patlak veren kelami tartışma ve münakaşaların tam merkezinde yer almaktadır. Nitekim Me’mun’un halifeliği döneminden itibaren Abbasi devleti içinde faaliyet gösteren ve gelişip büyüyen Mu’tezile akımı, selefi yönelişi; İslam düşüncesi içinde metodik kuralları ve karakteristik özellikleri olan ayrı bir yöneliş olarak ortaya çıkmasının temel sebebidir.
III-SELEFİLİĞİN AŞAMALARI
Birinci Aşama: Medeni Etkileşim Aşaması
Kendilerinin Kitap ve Sünnetten çıktıklarını ve bu iki kaynaktan sahih bir yöntemle geldiklerini iddia eden diğer yöntemlerin karşısına, kendine has özelliğiyle ayrı bir yöneliş olarak “selefilik” ortaya çıktı.
Bu topluluğun en önünde, ehl-i sünnetin imamı ve İslam düşüncesindeki selefi yönelişin lideri olan İmam Ahmed İbn Hanbel yer alır. İlk aşamasında selefiliğin ortaya çıkış tarihi onunla başlar.
İmam Ahmed İbn Hanbel:
Ahmed İbn Hahbel İbn Hilal İbn Esed İbn İdris eş-Şeybani. Hicri 164 yılında Bağdatta dünyaya gelmiştir.
Me’mun, Mu’tasım ve Vasık’ın üçünün de halifeliği zamanında halku’l-Kur’an görüşü sebebiyle sıkıntılara maruz kaldı.
Hicri 241 yılında vefat etmiştir. Arkasında bıraktığı kitaplarında müsahhaşlaşan büyük bir ilmi ve fikri servet bırakmıştır.
Selefi yöneliş, Abbasi halifesi Mütevekkil’in zamanından itibaren yeniden hayata dönmüş ve İslam aleminde yeniden egemen olmuştur. Bu yönelişin önde gelen isimlerinin, özellikle de –ister imam Ahmed’den öncekiler olsun, ister onun çağdaşları veya ondan sonra gelenler olsun- hadis alimlerinin fikirleri yaygınlık kazanmıştır
Bu noktada ulaştığımız sonuç: Hicri üçüncü/miladi dokuzuncu asrın başlarında Ahmed İbn Hanbel’in elinde bu fırkanın ortaya çıkmasıyla başlayan ve hicri beşinci/miladi on birinci asrın ikinci yarısında sona eren “selefiliğin birinci aşamasının” karakteristik özellikleri şunlardır: “Kur’an mahluk değil Allah’ın kelamıdır. “
Kitap ve Sünnet’ten oluşan şer’i naslara tabi olmak; bu naslara ve sahabeden ve tabiinden rivayet edilen şeylere sımsıkı sarılmak, ortaya atılıp mezheplerin ve görüşlerin ihtilafına sebep olan akide problemlerinin çözümünde Kur’an-ı Kerim’in yöntemine bağlanmak, itikadi meselelerde te’vili ve tartışmayı terk etmek, kelam ilmine ve bu ilimle ilgilenenlere karşı çıkmak. bütün hadis alimleri buradadır: Yahya İbn Said el-Bahri, Nuaym İbn Hammad el-Mervezi, el-Cu’fi, Buhari, Müslim, İbn Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Taberani vs...
İkinci Aşama: İlmi Donukluk ve Mezhebi Parçalanma Aşaması:
Selefilik hareketi, Abbasi devletinin sonuna kadar canlılığını ve yönteminin egemenliğini devam ettirdi. Daha sonra Memlük Türklerinin, hakimiyeti ele geçirmesi sebebiyle Abbasi halifelerinin gücü zayıfladı. Tarihin bu döneminde İslam beldeleri, İslam ümmeti, birbirini takip eden pek çok kargaşa, sıkıntı ve büyük olayla karşılaştı. Aralarındaki dağınıklık ve parçalanmışlığın yanı sıra Müslümanlar; Şam beldelerine saldıran, sahil şehirlerinin çoğunu istila eden, Akka’yı ele geçiren, oradaki Müslümanları öldüren ve sonra da Kudüs’e giren Haçlılarla da savaşa girmek mecburiyetinde kaldı.
Müslümanlar, haçlılar karşısında büyük bir korku içinde ve onlarla savaşmakla meşgulken birdenbire Moğol tehlikesiyle de karşı karşıya kaldılar. Moğollar, liderleri Cengiz Han’ın komutasında 616 h/1229 m. Yılında İslam beldelerini yakıp yıktı. Moğollar, 746 h/1257 m. Yılında hilafet merkezi Bağdat’ı ele geçirdiler. Halife Mu’tasım’ı katlettiler. Bu mamur şehri, harabeye çevirdiler. Bu istila esnasında Bağdat’ın evlerini, kütüphanelerini yakıp yıktılar.
Siyasi durum böyle olunca, istikrarlı bir sosyal hayatın olmaması doğaldır.
Bu zor şartlarda ve güç ortamlarda bilimsel ürünler de azaldı, ictihad kapısı kapandı. Taklit ve mezhebi taassup eğilimi galip geldi. Fikri donukluk, hakim oldu. Bağımsız düşünceden ve düşünce özgürlüğünden nasibi olmadığı halde bir alim, kendinden öncekilerin sözlerinden ezberlediği şeylerin çokluğuyla ve onların görüşlerinden bildiği şeylerin miktarıyla ölçülür oldu. Telif ve tasnif edilen kitapların içinde orjinallikten ve yenilikten hiçbir iz bulunmadan sadece bilgilerin toplanması karakteri hakim oldu.
Bunların yanı sıra İslam toplumunda –o zamanlar- yaygın olan başka bazı bozulma emareleri de vardı. Bu, bazı insanların peygamberliği ve Kur’an’ı haFife almaları, mehdilik ve peygamberlik ZULUMDEN DOLAYI iddiası, bazı grupların itikadi konulardaki aşırılıkları, fırkaların ve ortaya atılan tezlerin çoğalması ve birbiriyle savaşması ve her bir fırkanın kendisinin hak olduğunu iddia etmesi şeklinde tezahür etmiştir.
Bu siyası, sosyal, ilmi ve dini şartlar, çok sayıda ihlaslı alimin benimsediği yeni bir selefi uyanışa yol açtı. Onlar, İslam aleminin ıslahına ve İslam alemindeki dini ve sosyal çöküşün durdurulmasına olan ihtiyacı kavradılar. Birlik için, ihtilaf ve ayrılığın bir tarafa atılması ve yeniden İslam’a dönülmesi için çağrı yaptılar. İslam’ın ve İslam akaidinin; şüphelerden, bid’atlerden, tasavvufçuların ve diğer grupların bulaştırdığı hurafelerden kurtarılması için çağrı yaptılar. Cehalet, taklit ve mezhep taassubuna karşı savaştılar. Fıkıhta ictihad kapısının açılması için çağrı yaptılar. Fikri donukluğu eleştirdiler. Düşünmeye ve aklı çalıştırmaya davet ettiler. Onlar, hep birlikte, kapsamlı ilmi ve fikri bir canlanmayı gerçekleştirdiler. Bunu İslam’ın kabul ettiği ve selefiliğin ilk öncülerinin benimsediği akide çerçevesinde sürdürdüler. Onların açıkladıkları selefi yöntemi kendilerine yöntem edindiler. Bununla beraber onlar, bu yönteme yeni yeni meselelerle ve problemlerle karşılaşmalarının ürettiği bazı ilavelerde bulundular, içinde yaşadıkları toplumların karşılaştıkları şartların ve bu toplumlarda çarpışan fikri yapıların zorunlu kıldığı “kıyas” ve “te’vil”le ilgili tutumlarına –dikkati çekecek derecede- esneklik kazandırdılar.
Şeyhulislam İbn Teymiyye:
Hicri 667 senesinde Harran’da doğdu. Sonra ailesiyle birlikte Moğol tehlikesinden kaçarak 667 h. Yılında Dimeşk’e intikal etti. Hicri 681 yılında babası vefat edince Daru’l-hadis’teki ve Emevi Camii’ndeki derslerde onun yerine geçti. Henüz yirmi bir yaşındayken Hanbeli mezhebinin liderliği onun eline geçti. Çağının bilinen bütün fırka ve mezheplerini derin bir şekilde inceledi. Bu maksatla felsefe okudu ve onun inceliklerine vakıf oldu. Aristo mantığını inceledi ve onu eleştirdi. Özet olarak İbn Teymiyye –Allah ona rahmet eylesin- kendi asrındaki düşünce mirasının tamamının bilgisini kuşattı; kelami ve felsefi türden akli kültürün bütün renkleri hakkında bilgi sahibi oldu. Sonra bunların hepsi hakkında aklını ve zihnini çalıştırdı; -bizim için- son derece güçlü ve verimli bir eleştirel felsefe çıkardı.
Siyasi açıdan, Moğol saldırısına karşı direnişte etkin bir rolü vardı. Dimeşk’in ileri gelenlerinden oluşan bir heyetin başkanlığında Moğol hükümdarının yanına girdi ve onu Dimeşk’e girmekten vazgeçirmek için cesaretle konuştu. Moğollara karşı yapılan bazı savaşlara bizzat katıldı. Fikri açıdan ise Kitap, sünnet ve selef-i salih yöntemi üzerine ayakta duran saf tevhide davet etti. Bid’atlere, şirk ve hurafelere, veliler ve Salihlerin kabirlerinin –ziyaret edilen ve yolculuk edilen- kutsal mekanlar haline getirilmesine karşı savaştığı gibi vahdet-i vücutçu, panteist sofilerin hulul ve ittihada inanma esası üzerine kurulmuş olan sahte dindarlıkları ile de savaştı. Bu tür tasavvufçuların ileri gelenlerine yüklendi. İctihad kapısını açarak, donuklukla ve mezhep taassubuyla savaşarak İslam düşüncesinde tecdit/yenilenme ruhunu yaydı.
Bazı fıkhi meselelerde dört mezhebe muhalif olarak çağa uygun ictihadlar yaptı. Hanbelilere mensup olmasına rağmen ictihadında Hanbeli mezhebine bağlı kalmadı.
Aynı zamanda İbn Teymiyye, düşünmek için mantığın alternatifi olan bir kanun inşa etmiştir. Şöyle ki o, istidlalde kendi yöntemini ortaya koymuştur. Şer’i naslardan Kitap ve Sünnetten yeni tanımlar çıkarmış, delilin sıhhatini araştırmak üzere akli öncüllerden dilediğini ortaya koyması için düşünceyi serbest bırakmıştır. Akli kıyasların kullanım alanını genişletmiştir. Bilimsel tecrübeye dayanmayan hiçbir bilgiyi ilim olarak kabul etmemiştir.
Kahire’de, İskenderiye’de ve Dimeşk’te defalarca hapse atıldı. Dimeşk kalesinde hapisteyken hicri 728 yılında vefat etti.
Geride büyük bir fikri ve fıkhi miras bıraktı. Bu çalışmalar; akide, mantık, tefsir, fıkıh ve fıkıh usulü alanlarında telif edilmiş beş yüze yakın eserden oluşmaktadır.
İbn Teymiyye, itikadi ve felsefi meseleleri ele aldığı kitaplarında açık ve belirgin bir yöntem izlemiştir ki bu yöntem, şu üç özelliğe sahiptir:
Birincisi: Akli delilin nakli delil ile ittifak ettiğinin ispatı. İbn Teymiyye, akli ve nakli deliller arasındaki çelişkinin, ikisinden birinin veya her ikisinin zayıflığı sebebiyle meydana geldiği görüşündedir. Her iki delil de kesin olduğu zaman, -ister akli iki delil olsun, ister nakli iki delil olsun, isterse biri akli diğeri nakli olsun- aralarında çelişkinin olması mümkün değildir. Çünkü Kur’an, akli delillere işaret etmiş, onları açıklamış ve düşünmeyi, anlamayı ve akletmeyi emreden çok sayıda ayetin varlığı ile bunlara dikkat çekmiştir. Çünkü Allah’ı nakli ve akli ayetlerin tamamı, birbiriyle uyumlu, birbirini destekler ve birbiriyle çelişmeyecek şekilde gelmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) –diğer peygamberler gibi- gönderildiği ümmete akıllarının imkansız gördüğü şeyleri değil, fıtrata uygun şeyleri haber vermiştir.
İkincisi: Kelamcıların ve felsefecilerin terimlerini incelemek ve onların kullanılmasının kabulüne veya reddine karar vermeden önce onları İslami manalara tabi kılmak. Fakat o, akli delillerin kullanılmasın da karşı çıkmamıştır. Bununla beraber o, Kitap ve Sünnette geçen delillerin sadece nakli deliller olduğunu söylemenin yanlış olduğu görüşündedir. O, bu delillerin aynı zamanda akli deliller olduğu kanaatindedir. Yani ona göre bu delillerin sonuçlarının gerekliliği aklın icabıdır. O, bunu söylerken aklın önemine işaret eden Kur’an ayetlerine dayanır. Mesela Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
“Bunda akıl sahipleri için muhakkak ki nice deliller vardır.” (Taha, 128)
“Akıl sahibi için bunlarda bir yemin (değeri) var, değil mi?” (Fecr, 5)
“(Fakat bunu) ancak akıl sahipleri anlar.” (Rad, 19)
“Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal, 22).
Üçüncüsü: Aristo mantığını yıkmak ve onun akla uzaklığını ortaya koymak. Bu konuda peygamberlerle onların inatçı kafirlerden oluşan karşıtları arasında cereyan eden akli tartışmalara dayanarak Kur’an’ın akli tartışma yöntemlerinden alıntılar yapma yoluna gitti.
Selefilik birinci aşamada devletin resmi görüşü haline gelmeyi başarsa da ikinci aşamada en önemli alimlerin hapsedilen, zulüm ve baskılara uğrayan muhalif bir hareket olarak kaldı.İkinci aşamasında selefilik; yöNtem, itikadi ve fikri temellerinin birliği konusunda birinci aşamasıyla ittifak halindedir. Aklı ve kıyası kullanmada ve muhtelif fırkalarla münakaşa ve münazaraya girmede biraz ileri gitmekle de ondan ayrılır. Bunun sebebi de asrının problemlerine cevap verme ihtiyacıdır. Bu problemlerden bazıları şunlardır: Tevhid akidesinin saflığını bozan ve ona şirk lekeleri bulaştıran bid’atlerin ve hurafelerin ortaya çıkması, ictihad kapısının kapanması ve mezhep taassubunun yayılması, vahdet-i vücutçuların tasavvuf-felsefi söylemlerinin yaygınlaşması. Bu problemler, selefiliğin kristalleştiği birinci aşamada henüz ortaya çıkmış değildi.
Selefi yöneliş, modern çağın başlarına kadar bu vaziyette devam etti. Bu çağın başından itibaren selefilik; bir yenilenmeyi, toplumsal düzelmeyi ve İslam toplumunun, İslam’ın başlangıcındaki toplumu örnek almayı garanti edecek sağlam temeller üzerine yeniden inşasını hedefleyen davetler ve hareketler şeklinde kendini göstermeye başladı.
Bu Son Yönelişin En Önemli Alimleri:
1-Şah Veliyullah Ahmed İbn Abdurrahim ed-Dihlevi.
2-Muhammed İbn İsmail İbn Salah İbn Muhammed İbn es-San’ani.
3-Muhammed İbn Abdulvehhab İbn Süleyman et-Temimi en-Necdi.
4-Muhammed İbn Ali İbn Muhammed İbn Abdullah eş-Şevkani.
Selefi düşünceyi benimsemiş bir devletin oluşumunda Şeyh Muhammed İbn Abdulvehhab’ın ıslah hareketinin başarıya ulaşması ve kendisinden sonra ortaya çıkan ıslah hareketleri üzerindeki açık etkisi ve fikrinin ve ekolünün zamanımıza kadar devam etmesi sebebiyle onun hayatını ve ıslah hareketini burada kısaca anlatacağım. Zira Arap yarımadasının içinde ve dışında selefi davetin yenilenmesinde –Allah Teala’nın yardımından sonra- bu hareketin etkisi büyüktür.
Şeyh Muhammed İbn Abdulvehhab:
1115 H/1703 m. Tarihinde Necid beldelerinden Uyuyne’de doğdu.
Basra’da ikameti esnasında insanları tevhide ve sadece Allah’a ibadete çağırdı. Onların velilere ve Salihlere ibadet etmelerini ve kabirlerinin başında onlarla tevessülde bulunmalarını ayıpladı. Bu, onun pek çok sıkıntı ve eziyetle karşı karşıya kalmasına yol açtı. Bu yüzden Şam’a gitmek üzere Irak’tan çıkmak zorunda kaldı. Şeyh Muhammed İbn Abdlvehhab, Şeyhusilsam İbn Teymiyye’nin ve öğrencisi İbnu’l-Kayyım’ın dini ıslah konusundaki kitaplarını okumaya kendi verdi. Onlardan çok etkilendi. Hicri 1153 yılında babası vefat edince Arabistan yarımadasındaki İslam toplumunun kötülüklerine karşı gösterdiği ilk dini tepki olan ıslahatçı davetine başladı. Orada cehalet ve tasavvufi bid’atler çok yaygındı. Nitekim şirk emareleri, insanların akidelerine kadar işlemişti. Putları, ağaçları ve taşları Allah’a yaklaşmak için vasıta edinmişlerdi. Velilerin ve Salihlerin kabirlerine ibadet ediyor, onların kabirlerini mescitler haline getiriyor ve üzerlerine görkemli kubbeler inşa ediyorlardı. İhtiyaçlarını ve menfaatlerini karşılamak, zararları ve kötülükleri savmak için onlardan yardım istiyorlardı. Onlar için hizmetçiler ve bekçiler tayin ediyorlardı. Her yerden oralara ziyaretçiler gelmeye başlamıştı. Şeyh Muhammed İbn Abdulvehhab, bu şirk ve bid’at görüntülerine şiddetle karşı çıktı. Bütün gücüyle iyiliği emretti, kötülükleri engelledi, halka ve seçkinlere nasihat etti, İslam’ın hükümlerini yaydı ve Muhammed (s.a.v.)’in sünnetini yeniden ihya etti.
Şeyh, hicri 1158 senesinde Dir’iyye’ye gitmek üzere ayrıldı ve onu çok iyi karşılayan ve davetine icabet eden emir Muhammed İbn Suud ile karşılaştı. anlaştılar.Şeyh Muhammed İbn Abdulvehhab’ın ıslah hareketiyle ve emir Muhammed İbn Suud’un ordusu ve gücüyle davet, bütün Arap yarımadasına yayıldı.
Şeyhin ıslahatçı hareketi, İslam aleminin her köşesine yayıldı. Mısır, Şam, Irak, Yemen, Hindistan, Endonezya, Kuzey Afrika ve diğer ülkelerde pek çok ıslahatçı hareket üzerinde açık etkiler bıraktı.
Şeyh Muhammed İbn Abdulvehhab’ın hareketi; İmam Ahmed İbn Hanbel’in, İbn Teymiyye’nin ve onun öğrencisi İbnu’l-Kayyım’in önderlik ettiği selefi yönelişin bir uzantısı sayılır.
Şeyh Muhammed İbn Abdulvehhab, 1206 h/1792 m. Yılında vefat etti.
Şeyh Muhammed İbn Abdulvehhab’ın davetinin, üzerine kurulduğu birtakım esaslar ve sabit kuralların bazıları şunlardır:
Birincisi: Kitaba, sünnete ve ümmetin selefinden gelen sahih eserlere dayanır.
İkincisi: Akideyi düzeltmek ve onu ona bulaşan şirk, bid’at ve hurafelerin pisliklerinden temizlemek her şeyden önce gelir. Müslümanların durumlarının düzelmesi, itikadlarının düzelmesine bağlıdır.
Üçüncüsü: Selef yönteminin diriltilmesi için bu yöntemi benimseyen ve buna davet eden kuvvetli ve siyasi otoriteye sahip bir devletin olması gereki.
Dördüncüsü: İlim ile amel arasında hassas bir bağ vardır.
Beşincisi: İslam’a akide, ibadet, şeriat ve bir hayat tarzı olarak iman eden kamil bir İslam toplumunu kurmak için –tam bir kararlılık ve var gücüyle- çalışmak.
Üçüncü Aşama: Batı ile Temas Aşaması:
Hicri 14. (m.19) asra gelindiğinde selefilik, önceki iki aşamasından farklı yeni bir aşamaya girdi. Bu aşama, ortaya çıkış faktörleri, önüne gelen problemleri ortaya koyma üslubu ve bunlara karşı tavır alma yöntemleri yönünden farklı bir aşamadır. Çünkü İslam alemi, bu dönemde çok zor şartlardan geçti, çok büyük olaylarla karşılaştı ve onu neredeyse ölüme götürecek ve varlığını oluşturan din, dil, değer ve medeniyet gibi unsurları yok edecek saldırılara maruz kaldı.
Bu dönem; İslam birliğinin son sığınağı olan İslami hilafetin yıkıldığı Batılı Hıristiyan milletlerin İslam alemine saldırdığı, Hıristiyan müsteşriklerin emperyalizme hizmet için İslam beldelerinde faaliyet gösterdiği, İslam ümmetinin çocuklarının arasından laiklik ve batılılaşma çığırtkanlarının ortaya çıktığı, dinle ilgili cehaletin, bid’at ve hurafelerin yaygınlaştığı ve tasavvufi toplulukların İslam toplumlarının içine yerleştiği bir dönemdir.
Müslümanlar, beşeriyetin liderliği ve onları İslam’ın kendilerini yükümlü kıldığı iyilik yönüne doğru yönlendirmedeki esas konumlarını terk ettiler. İctihaddan vazgeçip tabilik ve taklitçiliğe yaslandıkları zaman kendilerini bağlayan sorumluluklarını da terk ettiler. Tarihleriyle ve selefleriyle ilişkileri kesildi. Ümmetteki yaratıcılık ve yenilik ruhu yok oldu.
Mesela Sir Ahmed Han, gayb konularını, İslam’ın temel esaslarını ve Kur’an tefsirini duyularla müşahade edilenin dışında hiçbir şeye inanmayan, maddeci, çağdaş Batı ilminin ışığında yeniden gözden geçirmeye çağırmış; Taha Hüseyin, Kur’an kıssalarının sıhhatine dil uzatmış, Mısır’ın Batı’nın bir parçası olduğunu, Mısır düşüncesinin Doğu düşüncesinden tamamen uzak bir Batı düşüncesi olduğunu kabul etmeye çağırmış; Ali Abdurrazzak, İslam’ın devletle ilgisinin olmadığını ve onun siyasete, yönetime ve yargıya müdahale etmediğini iddia etmiş; Kasım Emin, Müslüman kadını örtüden sıyrılmaya, açılmaya ve Batılı kadını taklit ederek yabancı erkeklerle karışık bulunmaya çağırmış; Mahmut Ebu Rayye, sünnete, onun delil oluşuna ve bazı sahabilerin adaletine dil uzatmış ve Muhammed Ahmed Halefullah da Kur’an’ın hurafe ve masal içerdiğini iddia etmiştir.
Şeyh Abdülhamid İbn Badis:
4 Aralık 1889 m. Tarihinde Konstantine/Cezayir şehrinde ilmiyle, namıyla ve faziletiyle meşhur bir ailede dünyaya geldi.
İbn Badis, davetine ve ıslahatçı hareketine yirmi beş yaşlarındayken Konstantine şehrini cihadının merkezi ve davetinin çıkış noktası yaparak başladı. Davetinin ayırt edici özelliklerini belirledi ve geçmişi şimdinin üslubuyla yeniden ihya etmek veya selefiliği çağdaş yöntemlerle yeniden diriltmek diye tanımlanabilecek bir çerçevede yöntemini çizdi.
Üçüncü aşamasında selefilik, İslam’ın doğuşundan itibaren uzun tarihinde selefi düşüncenin kendisinden ayrılmayan, onun tabii bir uzantısı olarak kabul edilir. Bu aşamasında da selefilik, varlığını pekiştirebilmiş, hızlı ve etkin bir şekilde köklerini derinleştirebilmiştir. Selefiliğin bu aşaması; İslam ümmetinin tarihinin zor bir döneminde –ki bu dönem, Hıristiyan Batı’nın askeri, siyasi, itikadi ve fikri olarak İslam dünyasına hakim olduğu ve onunla doğrudan temas ve sürtüşme içine girdiği dönemdir- ortaya çıktığı için Batılı işgalcilere karşı çıkma, onun egemenliğinden ve etkilerinden kurtulma, onun dikte edilen düşüncesine kuvvetli bir şekilde karşı koyma, bu temasla Müslümanlar arasında ortaya çıkan pek çok mesele ve problemle ilgilenme, bunları bilimsel bir şekilde tartışma, onlara selefi çözüm yolları sunma, şüphelere cevap verme ve iftiraları çürütme özelliklerine de sahip olmuştur.
IV. SELEFİLİKTEN ÇOK AZ ETKİLENEN HAREKETLER
Halbuki bunların, -selefilikle birkaç noktada birleşse bile- pek çok açıdan selefilik olarak kabul edilmeleri mümkün değildir.
1- Cemauddin el-Afgani ve Muhammed Abduh’un ıslahatçı hareketi.
2- Sudan’daki Mehdilik hareketi.
V. SELEFİLİĞİN İTİKADİ BAĞLAMDA FİKİRLERİ
a) İbadet Tevhidi: Uluhiyet tevhidi; İbadete başkalarının değil, sadece Allah'ın layık olduğuna kesin olarak inanarak açık ve gizli bütün ibadet türlerinde Allah'ı birlemek şeklinde tanımlanabilir. İbadette Allah'ın ortağı yoktur. Bu sebeple ister Allah'a yakın bir melek, isterse gönderilmiş bir peygamber olsun Allah dışında kimseye dua edilemeyeceğini savundular. Selefi ekolüne göre, dua, adak, kurban, ümit, korku, tevekkül, yardım dileme, gibi her türlü ibadetin sadece Allah'a yapılmasının farz olduğunu vurguladılar. Selef alimleri; kabirlerin üzerine mescidler inşa etmek, onların yanında namaz kılmak, üzerlerine kandiller yakmak, ağaçlar, taşlar ve benzeri şeylerden bereket ummak, salih kişilerden bereket ummak, hayır ve bereket isteyerek salihlerin kendilerinden ve artıklarından bereket ummak, Allah'tan başkasının adıyla yemin etmek, muska ve nazarlık takmak, uğursuzluğa inanmak, zamana sövmek ve filan yıldız sayesinde bize yağmur yağdı demek gibi tevhide veya onun kemaline aykırı şeylerine karşı da uyardılar.
b) Sıfat Tevhidi: Selef alimleri Allah'ı; hem kendisini vasfettiği, hem de rasulunun vasfettiği sıfatlarla vasfederler. Bu konuda temsil, tekyif (bir sıfatın niteliğini (keyfiyetini) anlatmaktır) tahrif ve ta'til yanlışına düşmezler. Sıfatlar hakkında söz söylemenin, zat hakkında söz söylemenin bir parçası olduğuna inanırlar. Selefler sıfatların anlamlarını kabul ederler fakat bunların keyfiyetlerinin ve hakikatlerinin bilgisini Allah'a havale ederler.
Ahmed bin hanbel'e “Rahman, Arş’a istiva etti.” (Taha, 5) ayetiyle ilgili olarak: “Nasıl istiva etti?” diye soruldu. O, bu soruya şöyle cevap verdi: “İstiva(nın anlamı) bilinmeyen bir şey değildir. Keyfiyeti ise akılla anlaşılmaz. Mesaj, Allah’tandır. Peygamber’in görevi tebliğdir, bizim görevimiz ise tasdiktir.” Onun öğrencisi Malik İbn Enes’e de aynı soru sorulunca şöyle cevap vermiştir: “İstiva(nın anlamı) bilinmeyen bir şey değildir. Keyfiyeti ise akılla anlaşılamaz. Ona iman etmek farzdır. Onun hakkında soru sormak ise bid’attir.” Yine ona naslarda gelen sıfatlar hakkında sorulunca şöyle demiştir: “Onları geldiği gibi keyfiyetsiz olarak kabul edin.”
c) Kader: Selefi düşünceye göre kader iki mertebede gerçekleşir ki birinic mertebe; Allah'ın her şeyi bilmesidir. Bunun gereği olarak Allah, kullarının ne yapacaklarını ezelden beri bilmektedir. Hem onların itaatleri, hem itaatsizlikleri, ecelleri, rızıkları gibi bütün hallerini bilmesidir. Hem olacak şeyleri ve olmayan şeyler şayet olsaydı nasıl olacağını bilmesidir. İkinci mertebe ise; Allah'ın etkin meşiyeti ve kapsayıcı kudretidir. Allahın dilediği şeyin olduğuna ve dilemediği şeyin olmadığına evrendeki her hareketin ve sukunetinAllahın dilemesine bağlı olduğuna ve allahın mülkünde onun iradesi dışında hiçbir şeyin olamayacağına iman etmektir. Kulların fiilleri konusunda ise selef; kullar gerçek faildirler. Amelleri üstünde güçleri vardır, fiili gerçekleştirdikleri sabit istekleri ve kesin iradeleri vardır. Allah onların da onların kudretlerinin de yaratıcısıdır. Yaratma Allaha aittir fiiller ise kullara aittir.
VI. SELEFİLİN BİLGİ KAYNAĞI BAKIMINDAN YÖNTEMİ
a)Vahiy: Selefe göre vahiy, Kuran ve Sahih Sunneti ifade eder.
b) Duyu/His: Zahir görünen duyu; İnsan bununla zahirdeki varlıkları bizzat algılar, görür, işitir ve onlara dokunur.
c) Akıl: Selefe göre akıl, göz veya görmek gibidir, vahiy ise güneşten saçılan ışık gibidir. Hariçten gelen bir ışık olmazsa gözün hiçbir yararı olmaz. Göz olmazsa da ışığın bir yararı olmaz. Akli bilgi ile vahiy birbirini tamamlar. Doğru akli bilgi vahyin dışına çıkamaz. Vahye muhalif olan şey, mutlaka hatalıdır.
d)Keşf ve Rüya:Selef uleması keşf ve rüya yoluyla bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu söyler ve üç şekilde mütalaa eder; Allahın kuluna ilhamıdır, cinden ve şeytandan kaynaklanan ilhamdır, kişinin bizzat kendisinden kaynaklanan ve kendisine dönen ilhamdır. Rüya ve keşf yoluyla elde edilen bilgi kayıtsız şartsız kabul edilmez. Bazı şartlar vardır bunlar keşf sahibi kişinin kuran ve sünnete bağlı olması gerekir, keşf ve rüyaları kitab ve sünnete arz etmelidir, keşf ve rüya ile edinilen bilgiler kişiye özel ve şeriatin delili değildir.
VII. SELEFİLİĞİN TEŞRİ/YASAMA ALANINDAKİ YÖNTEMLERİ
a)Kitap: Kurandır. Selef nazarında kuran, Allahın kelamıdır, onun dosdoğru yoludur, en değerli düsturudur, onunla konuşan doğru söyler, onunla hükmeden adaletli olur, onunla amel eden doğru yolu bulur.
b)Sünnet: selef nazarında sünnet, delil getirme yönünden Allah'ın kitabından sonra gelir. Sünnet olmadan sadece kuranla yetinilemez.
c)İcma: herhangi bir asırdaki müctehidlerin herhangi bir dini konuda ittifak etmeleridir.
d)Kiyas:Bir şeyi başka şeye benzetmek demektir. Fıkıhta, nasstan anlaşılmayan bir şeyin hükmünü, bu şeye benzeyen başka şeyin hükmünden anlamak demektir.
Muhakkak ki her müslüman alim kendi iktidarı nisbetinde İslam kültürüne ihlasla hizmet etmiş, kendi fikirlerini hiçbir zaman mutlak hakikatler olarak görmemiş, her zaman tenkide açık olduğunu ifade etmiştir. Ne var ki ileriki asırlarda onları hatasız imamlar olarak gören ve tenkid dışı bırakan mezheb bağlıları, bu hataların asırlarca kitablarda yaşamasına sebeb olmuşlardır.
Selefi dini bir otorite konumuna sokmak ise selefi kutsallaştıran anlayış olmuştur. Otoritenin ilk bileşeni kişisel muhakemeden vazgeçilmesidir. Emre uyanlar bunu, 'geçerli' olduklannı kabul ettikleri normlara uyma endişesiyle yaparlar. Bu neden, genellikle 'yetke'dir. Yetke, bir kişinin, bir görüşün ya da bir örgütün boyun eğilen büyük etkisidir.
Mantıkta bir 'yetke kanıtı' vardır. Örneğin 'ünkanıt' (delil-i şöhret) böyledir. Özellikle ortaçağda herhangi bir sözün Aristotales tarafından söylenmiş ya da kabul edilmiş olduğunu göstermek, onu en sağlam biçimde kanıtlamak demekti. EHLİ SÜNNET VEL CEMAATİ KULLANDI...KADERE İMAN, KABİR AZABINA İMAN BU YETKE SELEF ADI ALTINDA KULLANILDI.. Kİ ZUHRİ İLK HADİS TASNİFÇİSİ SAHABENİN SÖZLERİNİDE HADİS DİYE YAZMIŞTIR Bu noktada karşımıza' cemaat otoritesi' çıkmaktadır. Artık bu anlamda otorite, cemaatin kolektif hedefler doğrultusunda yapılması gereken şeyleri sağlayan genelleştirilmiş geçmiş kapasitesidir. Hedef, cemaatin normatif özelliğini koruyup daimiliğini ve denetimini sağlamaktır. Bu otorite tipinde bir 'manevi çağ' (altın çağ) ve bu çağın sona ermiş olduğu iddiası bulunmaktadır. Böylelikle selefLere adeta bir 'DELİLİ ŞÖHRET verilmekTEDİR. Bundan sonra da N. Topçu'nun ifadesiyle 'bir ağızdan çıkan hüküm, yüzyıllar boyu 'dedi' nadasıyla ağızdan ağza intikal etmektedir.
Şimdi selefiliğin tarihini anlatırken fırkaların ortaya çıkışı,islam coğrafyasının gelişmesi, yabancı kültürlerle tanışma, demiştik, bu hayatın zaten vazgeçilmez bir unsurudur, hele hele 21. yüzyılda dünya küçük bir köy olmuşken bilgi google tarafından veriliyorken sizkalın duvarlar arasında yaşayamazsınız....
Din, vahiy yoluyla nazil olmuş mü'minlere aktarılarak nihai şeklini almıştır. Lakin sonradan üzerinde tekrar tekrar durulmasım icap ettiren gelişmeler yaşanır. Bu gelişmeler neticesinde kutsal metin tefsir ve tevil edilir. Niye çünkü devir değişmiş, başka kültürlerle ilişkiye geçilmiş ve dine evrensel bir mahiyet kazandırma çabası baş göstermiştir. Fakat selefi düşünce kapalı olduğu için böyle fikirlere, dinin doktriner özelliklerinden ayrılma itirazına da neden olur. Bu itirazlarda genellikle ilk dini topluluğun sadeliğine dönme eğilimi ağırlık kazanır. İşte selefilerin dinsel otoritesi böylece fonksiyonel biçimde ortaya çıkmış olur.
Mutluluk gelecekte görülmediği için onu bir “altın çağ”da tahayyül etmek tabii olacaktır. İslamın saf halinin yaşandığı, en sahih ve en kompleksiz yapısının bulunduğu, mezheplerin ortaya çıkmadığı, dolayısıyla birliğin bozulmadığı, diğer milletlerin kültürlerinin İslama girmediği, bunun da ötesinde dinin asıllarının anlamada bir idrak ve düşünce birliğinin olduğu “ideal bir devir” farz etme, bugün Müslüman bilincin zaaflarından, yanılgılarından en önemlisidir.
1. Selef'in Dinsel Otoritesinin Sosyal Tarih Perspektifi: Ataların Sünnetini Takip Etme:
Ataların sünnetini takip etme.
Cabiri’nin “beyani, akıl”, Kutlu’nun “tepkisel kabilevi zihniyet” ve “gelenekçi-muhafazakar din söylemi” dediği, inancı, tarihin bir önceki döneminde sahip olduğu kültürel yapı ile özdeşleştiren ve böylece çok kuvvetli bir sosyal disiplin yaratabilme endişesi taşıyan zihniyettir.Bu tavır, mutlak doğruya sahip olduğunu iddia etmekte, değişme ve gelişmeye karşı direnci ve “sertleşme”yi öngörmektedir. Bu yüzden bir problemin çözümünü sadece geçmişe referansta bulmaktadır. Geçmişe sarılma ve geçmiş örneklerin hepsini hiç tavizsiz biçimde takip etme tavrı Araplarda derin bir şekilde yerleşmiştir.
Çöl hayatında insanın faal olabileceği alan çok dardır. Çöldeki bir yolcu için önceden ataları tarafından tespit edilmiş belli bir izi, 'çiğnenmiş yol'u takip etmek yeterlidir. Çöl hayatında en sağlam ve en güvenilir yol, eskilerin gitmiş olduğu bilinen yoldur. 'Sırat- ı rnüstakiın, bu yoldur. Eğer yolcu bu izden ayrılırsa, yolunu ve hatta hayatını kaybedecektir!?.
Çölde tek kural, geleneğe uygun hareket etmektir, aksi takdirde yok olma tehlikesi baş gösterir. 'Yürünrnüş yoldan, 'çiğnenmiş yol'dan gitmek gerekir. Bundan ayn yollar 'bilinrnediği' (ilm), yani geçmişte atalar tiırafından tecrübe edilmediği için tehlikelidir. Dinde bir otorite olarak 'selef' fıkrini doğuranın, bu Arap tııtııculuğu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kendine herhangi bir noksanlığın arız olmadığı, eskiler tarafından tayin edilen yolda devarn etme, selef fıkrinin sosyal tarilı perspektifınİ oluşturmuştur.
Öte yandan Selef, değişmeyen durağan dünya anlayışının bir sonucu olarak, sadece din için değil, hayatın tüm aynntılan için bile yegane kaynak halini almıştır. Süfyan esSevri'den aktanlan şu rivayet bu durumun yoğunluğunu ölçmede bir başvuru olabilir:"Selef-i Salihin işlerinden aynidıklan vakit, selameti uykuda bulurdu." Bu rivayette uykunun önemi, Selefe dayanarak açıklanmaktadır. Bir başka rivayette, tatlı yemenin iyi olmadığı, nefsi arzulan körüklediği, yine Selefe dayanarak ifade edilir: "Selef, tatlı yemekten, buna alışmaktan son derece sakınır, bunu şekavet alameti ve bundan uzaklaşmayı saadet vesilesi sayardı."
3. Selefin Otorite Olarak Kabülünün Tabii Sonucu: Rivayete Dayalı Din Anlayışı:
Zühri’nin “hadis” veya “sünnet” adı altında geçmiş uluların, yani selefin öğreti ve düsturlarını, hayat nizamının dayanak noktası yapma gayesini güttüğü görülmektedir. Başka bir ifade ile hadis faaliyetinin maksadının, Hz. Peygamber’in sözlerini objektif kriterlere göre tespit etmekten daha çok, belli kalıpları olan bir dünya görüşü ve yaşama planı formüle etmek olduğu söylenebilir. Bu yüzdendir ki Zühri, sahabe görüşlerini veya sözlerini de sünnet olarak değerlendirmiştir. Ahmet b. Hanbel’in Abdurrazık vasıtasıyla Ma’mer’den yaptığı bir rivayette, arkadaşı Salih b. Keysan’a Zühri şöyle demiştir: “Nebinin ashabından gelenleri de yaz.” Buna Salih b. Keysan, “Ama onlar sünnet değiller ki!” diye itiraz edince Zühri sözlerini şu şekilde noktalamıştır. “Hayır, onlar da sünnettir.”
Zühri, gayesini gerçekleştirmede o kadar kararlıdır ki, bazı rivayetlerde onun, başkalarının derlediği nakillerin kendi adına aktarılmasına hiç düşünmeden onay verdiği belirtilmektedir. Abdullah İbnu’l-Mübarek’ten aktarıldığına göre Ma’mer bir gün Zühri’ye bir kitap göstermiş (arz) ve “Onu senden rivayet edeyim mi?” demiştir. Bunun üzerine o; “Onu sana benden başka kim rivayet etti ki?” diye cevap vermiştir. Zühri’ye elinde bir kitapla gelen Emevi iktidarının üyelerinden İbrahim b. el-Velid’dir. Bu kişi Zühri’ye kitapta bulunan beyanları onun adına hadis olarak rivayet ettiğini söylemiştir. Zühri’nin buna verdiği cevap, “Benden başka kim sana bu hadisleri rivayet edebilir ki?” olmuştur. İktidarla ilişkileri ebu hureyrenin para aldığı zuhri nin ve hadisçilerin çoğunun...
Bütün bunlar, garipsenmemesi gereken şeyler olmasına rağmen, selefe tabi olmanın bir uzantısı olarak beliren hadis faaliyetinin sosyal ve siyasal perspektife dayandığını göstermeleri açısından önemlidir
Bundan başka sünnet, Kur'an üzerinde bir değerle anılmıştır. Evzai'nin Yahya İbn Kesir'den yaptığnivayet bu noktada önem kazanmaktadır: "Sünnet, Kitap üzerine hükmedicidir, Kitap ise sünnet üzerine hükmedici değildir." Mekhul'den aktarılan şu rivayet de yukarıdakini destekler mahiyettedir: "Kur'an'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kitaba olan ihtiyacından daha fazladır. Çünkü sünnet, Şafi'i'nin adlandırmasıyla bir 'hikmet'tir. Sünnet, Kur'an'ın bir benzeridir. Bu ve benzeri haberlere dayanarak, sünnetin Kur' an' ı neshedebileceği de iddia edilmiştir. Çünkü Allah bir şeriatını (Kur' an) diğer bir şeriatı ile (sünnet) ortadan kaldırabilir.(İbn Kuteybe)
sahabe ve tabiini tek bir görüş, tek bir zihniyet altında toplamak sadece bir iddiadan ibaret kalacaktır. Belki bu yüzden bazı mutezili düşünürler, “selef”i de temize çıkarma anlayışını muhafaza etmekle beraber, “selef yolu” olarak beliren yönelişin bir aldatmacadan ibaret olduğunu ifade etmişlerdir. Belhi, “Bazı çevreler, kendilerine göre selefin görüşlerini hadis olarak rivayet etmişlerdir. Halbuki ‘temiz olan selef’ onların teşbihinden, Allah’a zulüm isnat etmelerinden, Allah dışında bir şeyin (Kuran) kadim olabileceği görüşünden münezzehtir” demektedir. İbn Murtaza da “Ashabu’l-hadis, selefin çoğunluğunun kendileri gibi düşündüğünü iddia edenlerdir. Halbuki selef onlardan beridir” gibi bir itirazıdile getirmiştir.
Selef mezhebi, ilkel düzeyde de olsa, geçmişin gelenekselleştirmeye çalışılması faaliyetidir. Yani burada “gelenekçilik” değil, gelenekleştirici bir işlev söz konusudur.
İbn Teymiye, bazen ehlü’l-hadisin cahillerinden bahsetmekte, “Hanbeli mezhebi” şeklindeki nitelendirmenin yanlışlığına dikkat çekmekte,hatta “sahih nakil, sarih akıl”dan söz etmektedir. Fakat gözlemlenebildiği kadar İbn Teymiye’deki ehlü’l-hadisin “selefiye” “açılımı”, satıhta kalmış, özde herhangi bir “ıslah” söz konusu olamamıştır.
kuran sunnet icma kıyas olsada sunnet belirleyici olmuş, Yalnız kurandan çıkarılan bir hüküm sahabe tabiin t.tabiin nakillerine dayanmıyorsa iyi karşılanmamıştır.
Şafi’ye göre Müslümanın karşılaştığı her problemin, “din”de mutlaka bir karşılığı ve hükmü vardır. Eğer açık bir hüküm yoksa, ona, “geçmiş”ten bir işaret aranır. Bu, kıyastır. Şafi’i, bir düşünce sisteminin dinamik can damarı olan içtihadı, işte bu kıyasla sınırlı tutmaktadır. Ona göre, dinde gerçeğe ulaşmak için en çok gidilebilecek mesafe, ancak bu kadardır. Yapılacak en son şey, kıyastır. Her problemi ahbara götürmek esastır. Şafi’i’nin daha ileride şunu kabul ettiğini de müşahede etmekteyiz. Hiçbir şekilde kıyasın arka planı oluşmazsa ne yapmak lazımdır? İşte o zaman bir sahabenin görüşüne uyulur. Görülmektedir ki Şafi’i’nin yaptığı tamamen selefe dayanmak suretiyle serbest tatbikata hiçbir şekilde yer bırakmamak olmuştur. Bu suretle Şafi’i, özünde aklilik değeri taşıyabilecek kıyası, selefe ittiba düsturuyla bu özden “kurtarmış” ve onun tatbikatını böylelikle disiplin altına almıştır. İcma kavramı Şafi’i’de, Fazlur Rahman’ın tespit ettiği gibi, geçmişi tesis etmek için otorite haline getirilmiş bir kavramdır, çünkü onun düşüncesinde icma, ilk nesillerle ilgili bir durumdur. Ona göre icma, gelenektir.
Mezhep, grup, cemaat, tarih içinde ortaya çıkan bir veri olduğundan, tarihi, kültürel ve sosyoekonomik bağlamı bilmeden anlaşılmaz. Bunun için bir mezhebin veya ekolün sadece görüşlerinden bahsetmek onun hakkında “yatay açıklamalar” yapmak demektir. Hâlbuki bunun yanı sıra bu görüşleri daha geniş anlam dünyaları ile ilişkilendiren “dikey açıklamalara da yer vermek gerekmektedir. İslam düşünce tarihinde farklı bakış açıklarını daha iyi “anlayabilmek” için, onların arkasında belirleyici rol oynayan zihniyetleri çözümlemek gerekir.
Anlama noktası, kendi ferdi arka planımızı, dünya ufkumuzu da kullanmayı beraberinde getirecektir. Yani burada dini fenomenin dünya ufku ile yorumcunun ufku kaynaşmaktadır. Bunun bilhassa tarihsel çalışmalarda kendini gösteren bir “risk”i de olacaktır. Bunlardan biri, geçmişi yeniden kurmaya çalışmak veya geçmişi günümüzün bir fonksiyonu olarak kurgulamaktır. Aslında bazı şartlara riayet etmek suretiyle bu “risk” göze alınabilir. Evvela sorduğumuz soruları bugünün gerçekleri çerçevesinde değil, ait olduğu zamanın gerçekleri çerçevesinde değerlendiririz; çünkü tarih bilimi ile uğraşıyoruz. İkincisi, bu sorduğumuz soruları spekülasyonlara değil, gerekçelere, tarihsel kanıtlara dayanarak yapmamız doğru ve yerinde olur.büyüklerin yolunu takip etme, ağır baskı altında olan yerel kültürün sığındığı son bir kale mesabesindedir. Eskilerin izini takip etme, dış tehdit altında gerçekleşen bir dayanışma ideolojisidir. İnsan tarihi bir varlık tır. İnsanın tarihi varlık olması, onun, bütün başarılarıyla, başından geçen bütün olaylarla, geçmişi, geçmişteki başarıları bilmesi, 'şimdi'yi, geçmişin başarılarına dayanarak ve 'geleceği' de hesaba katarak yaşaması demektir. Hayat için gerekli güç ancak böyle sağlanır. Yukarıdaki rivayetlerin ortaya koyduğu 'düşünce'de ise, bir·'tarihsizlik' söz konusudur. Çünkü 'dün', mutlak belirleyicidir. Burada 'dün' dün olarak görülmemekte, 'şimdi'yi ve 'geleceği' oluşturan bir 'mit' durumuna gelmektedir; 'geçmiş' 'şimdi' ye alınmakta ve geleceği ipotek altında tutmaktadır. Bunun sonunda, 'bugün'e yabancılaşma veya 'tarihsel gerilik' söz konusu olacak, son bir tahlilde, koyu bir gelenekselleşme, ve içe kapanma durumu hasıl olacaktır. Sonunda çökeceği açıktır.
Haber: Abdurrahman Yıldırım