Bursa’da Çözüm Süreci Konuşuldu
Bursa Özgür-Der'de Çözüm Süreci konulu program yapıldı.
Özgür-der Bursa Şubesi tarafından “Müslümanlar-İktidar ve Çözüm Süreci” konulu bir panel gerçekleştirildi. Rıdvan Kaya, S.Bülent Yılmazın konuk olarak katıldıkları program, Oktay Sari yönetiminde Ördekli Kültür Merkezinde gerçekleştirildi.
Panel öncesinde, programın yapılacağı alanda bir kermes etkinliği de düzenlendi. Dernek bünyesinde ki hanımlar tarafından organize edilen kermesten elde edilen gelirin öğrencilere verileceği aktarıldı.
Programın selamlama ve takdim konuşmasını yapmak üzere söz alan yönetim kurulu üyesi Civan Behiç Turhan; 2012-2013 alternatif eğitim seminerleri için belirledikleri “İslamcılık” konusuna ara vermeksizin devam ettiklerini, panelde gündeme alınacak olan Müslümanların iktidar ilişkileri konusunun da belirlenen bu üst başlık ile doğrudan irtibatlı olduğunu ifade etti. Turhan İslamcılık en nihayetinde bir takım ilkeler çerçevesinde belirli bir zaman ve zemin dâhilinde sergilenen duruş ve tavır alışın adı ise burada iktidar olgusu önemli bir yer tutmaktadır. Bundan dolayı İslamcılığın kavram, kişi, kurum vb üzerinden tarifi yapılırken iktidar boyutunu es geçmemiz mümkün değildir. Esasında merkezi bir konuma sahip olduğunu ifade etmemiz gerekir… Diyerek konukları yerlerine takdim etti.
Sözlerine Maide suresi 48. Ayeti ile başlayan Oktay Sari; Ancak daha peygamber efendimiz defnedilmeden Müslümanlar arasında üstünlük ve iktidar savaşı başladı. Asabiyetin ilk temsilcisi olan şeytanın belki de çok kolay bir şekilde oyununa galindi. Bu durum günümüzde de devam ede gelmekte. Takva dışında herhangi bir mensubiyeti üstünlük sebebi olarak görmek asabiye ise ve asabiyenin her türü cehennemlik ise bir milletin kendini bir diğerinden üstün görmesi de asabiyedir ve Müslüman için kabul edilemez bir durumdur. Fakat ne yazık ki uzun zamandır Müslümanlar bu illetten kurtulamadı. Bugün de aynı durum devam ede gelmekte. Bir yanda milletini öne çıkaran bir kesim bir yan da mezhebini üstünlük sebebi sayabiliyor ne yazık ki… diyerek sözü panelistlere bıraktı.
Serdar Bülent Yılmaz ; özelde Diyarbakır’da genelde bölgede çözüm süreci nasıl değerlendiriliyor, Kürtler ve Türkler bu süreç ile helalleşebilecek mi; kendisi sürece nasıl bakıyor ve Dicle Üniversitesinde yaşanan olayların gerçek nedeni nedir?....sorusuna şu cevabı verdi;
Hiç şüphesiz içerisinden geçtiğimiz ve adına çözüm süreci dedikleri şu günler yaşadığımız coğrafyanın geleceği açısından oldukça önem arz etmektedir. Çözülmek istenen sorunda kullanılan yöntem ve araçların değerlendirmesi ve belki eleştirisi mümkün olmakla beraber, gelinen durumun reel boyutları çerçevesinde ümitli olmaya yeter olduğunu düşünüyorum. Ebetteki sorun yeni bir şey değil ve bunun çok boyutlu ve derinleştirilmiş bir kökeni mevcut. Oluşturulan iyimser hava ile bunun bir seferde çözüme kavuşmasını beklemek reel politik olarak çok mümkün değil. Ancak Kürt sorununu ya da “Türklük olgusunun” karşısında duran tüm etnik sorunların oldukça uzun bir tarihsel geçmişi var ve bugüne kadar üretilen tüm siyasetler bu problemi çözülmemek üzere beslemişlerdi. Ak parti iktidarının bu sorunu öncekilerden farklı olarak çözmek istediğini artık çok net biliyoruz. Mevcut iktidarın bu sorunu neden çözmek istediği konusu ayrı bir husustur. Fakat çözmekteki istek ve kararlılığına PKK dâhil artık herkes inanmaktadır ve bizler bu sürecin bizler için hayırlara evirilmesi için dikkate almalı ve süreci bu boyutu ile okuyabilmeliyiz.
Kürt sorunu dediğim gibi salt etnik bir sorun olmanın çok ötesinde en temelde bir rejim sorundur. Ülkenin temelleri atılırken merkeze alınan değerler, daha doğrusu değere dönüştürülen insan fıtratına aykırı uygulamaların sonucunda oluşturulmuştur. Ulusçuluğa dayalı bir devlet modeli çerçevesinde tüm etnik unsurları yok sayıp onlara “Türk” olmayı dayattığı için bugün kangrene dönüşen yaralar oluşmuştur. Denilebilir ki bu coğrafyada sadece Kürtler değil birçok etnik grup var ve bunlar neden böylesi bir sorunun öznesi olmadılar. Burada Kürtlerin diğer unsurlara göre daha kalabalık ve kültürlerine bağlılık konusunda diğerlerine göre daha ileri düzeyde oldukları söylenebilir. Sosyolojik yapısı gereğince dışarıdan yapılan müdahalelere verdikleri tepkiler bugün ki sonuçları doğurmuştur. Yakılan yüzbinlerce hektar ekinden, 16 bin olduğu ve henüz hakkında hiçbir şey bilmediğimiz kayıplardan ve büyük çoğunluğu Kürt tarafından olmak üzere toplamda verilen 60.000 kayıp hep bu zorba dayatmanın bir ürünüdür. Tabii ki bunun yanında zihinlerde ve gündelik hayatta oluşan travma ve ona ilişik olarak sürekli doğan problemleri de unutmamak gerek. Böylesine ağır bedellerin ödendiği bir müdahaleyi, iktidar mekanizmasını ellerinde tutanlar sürekli bölücülük makamında değerlendirerek Türkleri sorunun asıl kaynağını bilmede aldatmışlardır. Zira cari olan bu sosyo-politiğin karşısında bir iktidarın kendisini devam ettirebilmesi için başvuracağı en kestirme yol budur. Türk olmakla Türlük arasında ki farkı ülkenin batısındaki insanlara unutturup onları adeta fanatik bir takım tutucusu haline getiren sistem ve onun ardına sığınarak varlığını devam ettirme çabasında olan geçmiş iktidarlar, kapımızda duran sorunun ana üreticileridir.
Yaşanan sorunun üreten tarafı devlet iken gelişmesinde her iki tarafında katkıları olduğunu söylemeliyiz. Her iki tarafından kendi iktidarlarını oluşturmak adına verdikleri kirli bir mücadeleye uzun yıllar tanıklık ettik. Taraflardan birisi üstünlüğünü söz konusu ederek bu kirli savaşın bir ucu oldu, bir diğeri de mağduriyetini söz konusu ederek. Nihayetinde tabiilerine kalan ise acı çekmek, mağdur olmak ve milliyetçiliğe duçar olmaktan başka bir şey kalmadı. Her iki tarafın propaganda amaçlı kullandığı araçlar, paradigmal değişimlere neden olabilecek kadar etkili olmuştur. Bu etki her iki kanat için olabildiğince geniş bir yaygınlık alanı kazanmış ve restleşme yolu ile çözülmesi imkânsız bir hal almıştır. Uzun yıllardır tarafların birbirlerini yok sayarak geliştirdikleri politikalar, sorunu daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Bunun böyle olduğunu her iki taraf çok bilmektedir. Öyle ki Türkiye’nin newroz bildirisi ile gündemine aldığı yaklaşım, daha Abdullah Öcalan ilk yakalandığında kendisini göstermişti. Ancak sorunun çözülmesini istemeyen faktörlerin etkinliği buna izin vermemiş, yapılan teşebbüsler bir şekilde sabote edilerek, olası bir iyileşmenin önüne set çekilmiştir. Ancak bugün her iki tarafında istediği noktaya erişmede önündeki engeller kısmi olarak kalkmış durumda ve süreç düne göre çok daha şeffaf işlemektedir. Ben bu seferki teşebbüsün olumlu sonuçlanacağına inanıyorum.
Gelinen nokta itibari ile bizlere düşen sorumlukları hatırlamamızda yarar var. Herhangi bir iktidar savaşımının parçası olmaksızın kimliğimizin gereğini yerine getirmek, adaleti akakta tutucu şahitler olmalıyız. Ancak bizim bu tavrımız ile tabana sirayet eden pisliklerden onları arındırabilir ve en önemlisi de bizlere kir bulaşmamasını önleyebiliriz.
Dicle Üniversitesi’nde yaşanan gelişmeler ise bizim ilk defa gördüğümüz bir hadise değil. Bu PKK/BDP nin geçmişten bu yana benim çöplüğümde başka horoz istemem tavrının tekrarıdır. Bildiğiniz üzere PKK’nin bölge halkı üzerinde çok geniş bir etkinliği söz konusudur. Enformatik kanallar yolu ile çok ciddi bir propagandası söz konusudur ve bunda olabildiğince başarı elde etmektedir. Öyle ki ak parti devasa bir medya gücüne sahip olmasına rağmen bu etkiyi kıramamıştır. Roj TV veyahut benzeri küçük yayın organlarının yaptığı en basit bir propaganda bile o devasa medya gücünü gölgede bırakabilmektedir. Enformasyon gücünü böylesine etkili kullanan bir yapı sahada kendisinden başkasını görmeye tahammül edememektedir. Ancak şöyle bir gerçekte var ki yine aynı toplumsal ekinliğe mustazaf-der tabanı da sahiptir. PKK kadar yaygın değilse bile çok ciddi bir kitlesi var ve bunu yok etme teşebbüsünde bulunanlara karşı doğal olarak bir tepki veriyor. Üniversitede kurdukları öğrenci işleri bölümünde kendilerinden bağımsız hiç bir etkinlik ve eyleme izin vermeyen PKK/BDP li öğrenciler buna muhalif davrananları ise zor kullanarak sindirmek istemektedirler. Dediğim gibi bu yeni bir durum değil ve biz tekrarını çok kere gördük. Şunu da ifade etmeliyim ki MUSTAZAF-DER li öğrencilerin Dicle’de öyle çok ciddi bir sayısı da söz konusu değildir. Resimlerde gördüğünüz kadardır dersem yeridir. Ama PKK’li öğrenciler için bu durum tam tersidir. Üniversitenin neredeyse tamamı ellerinde ve istedikleri gibi hareket etme hakkını kendilerinde görüyorlar. Bunun yanında MUSTAZAF-DER in son yıllarda kendisine karşı PKK tarafından yapılan tüm saldırı ve tahriklere rağmen olay çıkarmak istemediğini ve temkinli davrandığını hatırlamamız gerekir. Ben Dicle üniversitesindeki olayların büyüyerek seksenlerdeki gibi bir hadiseye dönüşeceğini zannetmiyorum.
Rıdvan Kaya; Müslümanların en önemli sınavlarından biri de güç ve iktidarla olan imtihanı. Herkes için zor bir sınav olan güç ve iktidarı 80 yıldan fazladır elinde bulunduran Türkiye’deki yapının geldiği durum ortada. İşte bu imtihanla ilgili olarak Müslümanların iktidar ve güç algısı nasıl olmalıdır ve iktidarda olan Ak Parti özelinde içine çözüm sürecini de alırsak son yaşana gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? …Sorusuna şu cevabı verdi;
Güç ya da iktidar, temelinde dönüştürücü potansiyeli barındıran bir olgudur. Uhdesinde taşıdığı bu olgu aynı zamanda Onunla geliştirilen ilişkinin niteliğini de belirler. Eşyanın ve tabiatın yasalarına aykırı olarak kurulan her irtibatın zulüm üretmesi kaçınılmazdır. Zira rabbimiz Güç’ün bileşenleri dâhil olmak üzere zerreden kürreye hemen her şeyi bir amaca matuf olarak yaratmıştır ve bunların doğasına aykırı bir müdahalenin haksızlık üreteceğini bizlere bildirmiştir.
Müslümanların iktidar ile imtihanını dediğimizde iki şeyi birbirine karıştırmamamız gerekir. Bunlardan birisi bütünü ile iktidar olduğunda Müslümanların hal-i pür melalinin ne durumda olduğudur ki bu durum şu an için söz konusu değildir. Bir diğeri ise kendileri dışında gelişen bir iktidar ile ilişkilerinin nasıllığıdır. Bizim belki şu an için üzerinde konuşmamız gereken husus ikincisidir. Ak parti ile birlikte Müslümanlarının birçoğunun sisteme entegre olduğuna yönelik bir takım söylemler sürekli dillendirilmektedir. Bu iddialar kısmi olarak dikkate alınmayı hak ediyor. Tabi bundan, iddiaların genel anlamı ile doğru olduğu sonucu çıkartılmamalıdır. Burada ki dengeyi gözetemeyenler zaman içerisinde bu iddiayı arabeske bağlamakta ve İslami kimliklerinin heba olmasına kapı aralamaktadırlar
Esasında gerek toplumsal ilişkilerde gerekse iktidar ilişkisinde öncelikli olarak konuşmamız gereken konu İslami şahsiyetin hangi nitelikler üzerine bina edildiği olmalıdır. Rabbimizin bizler için uygun gördüğü temel ilkeleri kuşanmadan alınacak her yol saptırma özelliğine sahiptir. İslami kimliği teorik tartışmaların, cemaatsel aidiyetlerin, toplumsal kabullerin veyahut konjonktürün gölgesinde kalmasına izin verildiğinde çözülme kaçınılmaz olur. Ayrıca böylesi bir durum sahibini gerçekler dünyasından da koparır. Unutmamalıyız ki ilkeleri ile var olabilen bir İslami şahsiyet gerçeklikte bir karşılığı olmayan, ileriye tehir edilmiş ve bugüne dokunmayan planlarla ve entelektüel gevezeliklerle meşgul olamaz. Gerek düşünce gerekse de pratiğinin içinde yaşadığı zeminde mutlak surette bir karşılığı olmak zorundadır. Pratiklerin ve düşüncenin yöntem ve muhtevası zaman ve zemine bağlı olarak değişebilir ama hiçbir surette değişmeyecek olan şey ise hakikatin hayata gereği gibi tatbik edilmesi sorumluluğudur.
Yaşadığımız coğrafyada “Müslüman” olmak asal anlamından fazlası ile koparıldığı için öncelikli olarak bu konuda netleşmemiz gerekir. Müslüman olmanın bileşenleri gayet açık ve nettir. Bunlar akidede netlik, Salih amel üretmek ve sözü ve pratiği ile sorumluklarını ifa eden bir tutarlılığa sahip olmaktır. Ancak bu kavram bugün, Türkiye’nin yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğundan, seküler hayatın tüm farzlarını yerine getirmede en ön safta koşan birisine sorulduğunda da elhamdülillah müslümanım deyişine varıncaya dek tahrif edilmiş boyuttadır. Dolayısı ile Müslümanlar ve iktidar ilişkisi konuşulduğunda taraflardan biri olarak Müslüman olgusunun da doğru analiz edilmesi gerekir. Tek tek tek kendi nefislerimizden kalkarak tüm yeryüzünde tevhit ve adalet ilkelerinin hakim kılınması demek olan İslami mücadelenin üstlenilmesinin soyut bir 'Müslümanlık' iddiası ile altından kalkılabilecek bir iş olmadığını bilmemiz gerekir.
Panel dinleyicilerden gelen katkılar ve sorulara verilen cevabların ardından sona erdi.
Haksöz Haber: Abdurrahman Yıldırım