Resmi Tarih Yanılgıları ve Yalanları

Resmi Tarih Yanılgıları ve Yalanları

Batman Özgür-Der'de “Yakın Tarih Yanılgıları” konulu bir seminer veren Mustafa Karayel, yalanlarla dolu resmi tarih yanılgılarını bir bir ortaya koydu.

Siverek Özgür-Der mensubu Mustafa Karayel'in Özgür-Der Batman Şubesi'nde verdiği seminer gündüz hanımlara, akşam ise ise erkeklere yönelik yapıldı. Yoğun katılımın gözlendiği seminerde Mustafa Karayel, özetle resmi tarihin şu yanılgılarına dikkat çekti:

RESMİ TARİH, amaca uygun üretilmiş bir tarih biçimidir. Zira cumhuriyeti kuranlar aynı zamanda onun tarihini de yazmaya kalkışmışlardır Bununla da yetinilmemiş tarih kitaplarına dahi el uzatarak şekillendirmişlerdir.

Atatürk'ün Yazdığı, ''NUTUK'' 1919 ile 1927 yılları arasındaki dönemi kapsayan olayları Mustafa Kemal'in penceresinde bakarak anlatır. Cumhuriyetin ilk tarih kitabıdır. Ancak tarihi yapan kişinin bizzat tarihi anlatmaya da kalkışması tarihçilerin işini son derece zorlaştırmıştır. Resmi ideolojinin dayatmaları ve baskıları sonucu da tarihçiler Nutuk'ta anlatılanlara ya taraf olmak zorunda kalmıştır ya da karşı çıkıp sistemin hışmına uğramıştır.

Tarihi belgeler üzerinde uzun bir süre geçtikten sonra ''tarihi belge'' özelliğini kazanırlar. Ancak Cumhuriyetin hemen başlarında eldeki belge ve deliller yorumlanmaya başlayınca ortaya son derece sübjektif, bilimsellikten uzak bir tarih tarzı ve yazıcılığı ortaya çıkmıştır.

RESMİ TARİH KEMALİST İDEOLOJİYE GÖRE ŞEKİLLENDİ

Tarih ilminin kriterlerine inanan, tarihçi namusuna sahip bütün tarihçiler olayları meydana geldiği dönemin şartlarına göre ve hiçbir ideolojinin baskısı altında kendisini hissetmeden yazar. Resmi tarihin kendisi ve yazanları ne yazık ki bu özellikten de uzaktırlar. Resmi tarih Kemalist ideolojinin öğretilerine göre yazılmıştır. Toplumu belli bir yöne kanalize etme amacını taşır. Gerekli kontrollerden geçtikten sonra(!) ders kitaplarına konulan bugünkü ''Cumhuriyet Tarihi'' tarih ilmi açısından muhatap alınacak bir tarih anlatımı değildir. Daha ziyade Kemalist paradigmanın ''Tarih'' adı altında kendini topluma dayatması ve varlığını meşrulaştırma çabasından başka bir şey değildir.

Bunda başarılı olabilmek için de 85 yıllık neredeyse bir insan ömrüne yaşıt bir dönem özellikle alfabe değişikliği sebebiyle yeni nesiller için anlaşılamaz, araştırılamaz ve öğrenilemez hale getirilmiştir. Bir Fransız genci Fransız İhtilali öncesine ait bir kaynağı rahatlıkla okuyup yorumlayabilirken Türkiye'deki yeni nesiller neredeyse otuz yıl öncesine ait kaynakları dahi okuma ve anlamakta zorlanmaktadır. Dolaysıyla ilköğretimden itibaren İnkılâp Tarihi adıyla kendisine öğretilenlerin dışına çıkıp bağımsız bir tarih okuyuculuğunu yapmakta son derece zorlanmaktadır. İstiklal Mahkemeleri kayıtlarının hala uzun bir süre daha gizli kalması gerektiğini yakın geçmişte Meclis Başkanı M. Ali Şahin söyledi. Sormak lazım: ''Toplumdan gizlenmeye çalışılan şeyler acaba çok mu iç acıtıyor. Yoksa hakim zihniyetin ömrü mü uzatılmaya çalışılıyor?"

Erzurum Kongresinde Mustafa Kemal, Samsun'a çıkmadan önce İstanbul'da padişah ile yaptığı görüşmenin şu an için açıklanamayacağını; vatan felaha erdikten sonra bunların bir kitapçık halinde neşredilerek kongre üyelerine dağıtılacağını söylemiştir. Şimdi sormak lazım, bu kitapçık basıldı mı? Basıldıysa nerede? Basılmadıysa gizlenen nedir?

Yine tarihi belgelerin tahrif, tahrip ya da toptan imha edilmesi de gerçeklerin aydınlatılmasını zorlaştırmaktadır. Ayrıca önemli belgelerin bugün için hala araştırmaya kapalı olması da hakim paradigmanın gerçeklerin ortaya çıkmasından ne kadar korktuğunu bizlere göstermektedir.

Tarihi resmi ideolojinin penceresinden bağımsız olarak okumak da pekâlâ mümkündür. Bu uğraşı içine girenlerin karşısına son derece farklı, anlatılandan uzak bir tarih biçimi ortaya çıkmaktadır.

SAMSUN YALANI ve M. KEMAL'İN ANTİ-EMPERYALİZMİ (!)

''Yedi düvele karşı savaştık!" iddiasının içinin boş olduğu gerçeğine ulaşmak artık bu için zor değildir. Kurtuluş Savaşının anti-emperyalist bir savaş olduğu tezi de aynı şekilde havada kalmaktadır. 17 Kasım 1918 tarihinde Mustafa Kemal'in Mimber gazetesinde yayımlanan bir röportajında emperyalist İngilizlerle ilgili sarf ettiği sözler son derece manidardır. Şöyle diyor: ''İngilizlerin Osmanlı milletinin hürriyetine ve devletimizin istiklaline riayette gösterdikleri hürmet ve insanlık karşısında yalnız benim değil bütün Osmanlı milletinin İngilizlerden daha iyiliksever bir dost olamayacağı kanaatiyle duygulanmaları pek tabidir.''

Mustafa Kemal'in bu sözlerinin anti-emperyalizmi içermediği son derece açıktır.

Yine Mustafa Kemal'in Samsun'a müfettiş olarak gönderilmesine dair de dönemin İstanbul Hükümetinin başbakanı Damat Ferit'in: ''Mustafa Kemal Paşa'yı müfettişliğe tayin edişimiz de İngilizlerin tavsiyesi üzerine oldu'' (Murat Bardakçı, Şahbaba Pan Yayıncılık İstanbul, s. 179) sözlerinin üzerinde durulması da gerekir. Mustafa Kemal, Samsun'a çıktıktan sonra da ''Padişah ve itilaf devletleri ile düşmanlık durumuna girilmeyeceğini'' açıkça beyan etmiştir.(Nutuk, c. 1 s. 11) Hatta ''İngilizlerin temel çıkarlarına dokunmadıkça, Anadolu'da bir direnme hareketine girişilebileceğini'' de belirtmiştir. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, c. 1 s. 201)

Resmi tarih kitapları Mustafa Kemal'in 16 Mayıs 1919'da İstanbul'dan gizlice ayrılarak Samsun'a çıktığını söyler. Gerçeğin böyle olmadığını Kazım Karabekir'in kızı 2009 yılında bir tv programında gösterdiği belge ile gösterdi. Temsile Karabekir bu programda Mustafa Kemal'e İngilizler tarafından verilmiş çıkış vizesinin fotokopisini herkese gösterdi.

Mustafa Kemal, 14 Kasım 1918'de İngiliz Daily Mail gazetesi yazarı WardPrice ile Pera Palas'ta görüşmüştür. "Çok Özel Gazeteci" adlı kitabında, Mustafa Kemal'in 1918'deki görüşmede kendisine, "Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa, İngiltere yönetiminde bulunan tecrübeli Türk valileriyle çalışmak gereğini duyacaklardır. Böyle bir yetki çerçevesinde hizmetlerimi sunabileceğim uygun bir yerin mevcut olup olamayacağını bilmek isterim" dediğini iddia etmiştir. Price, bu görüşme sırasında Albay Refet Bele'nin de orada olduğunu belirtmiştir. Price, ayrıca Mustafa Kemal'in böylebir göreve istekli olduğunu, kendisinin bu öneriyi İngiliz askeri istihbaratından

Albay Hoywood'a bildirdiğini, ancak İngilizlerin bu öneriye o sırada fazla önem vermediğini söylemektedir.

BİR EFSANE: "YUNANLILARI DENİZE DÖKTÜK!"

"Kurtuluş Savaşı"nda İngilizlere sıkılmış tek bir kurşun dahi yoktur. Fransızlar işgal ettikleri yerde iddia edildiği gibi Kuvvay-ı Milliye birlikleri tarafından değil kendi rızalarıyla buraları terk etmişlerdir. Zira İngilizler petrol havzasını (Musul-Kerkük) alırken onlara Güneydoğunun kurak toprakları bırakılmıştır. Fransızlar 1. Dünya Savaşına sömürge elde etmek için girdiler. Anadolu'da kendilerine verilen yerlerde sömürülecek hiçbir şey bulamadıkları için geri çekildiler.

Yine İtalyanlar da kendilerine vaad edilen İzmir ve çevresi Yunanlılara verilince İngilizlerin oyununa geldiklerini anlayarak ve Anadolu halkıyla hiçbir çatışmaya girmeden ülkeyi terk etmişlerdir. Hatta ellerindeki silahları da yöre halkına dağıtmışlardır.

Bu dönemde bir tek Yunanlılarla çok düşük yoğunluklu çatışmalar olmuştur. Ancak resmi tarihin ''Yunanlıları denize döktük'' sözü de boş bir sözdür. Türk ordusu İzmir'e girdiğinde Yunanlılar çoktan çekip gitmişlerdi. Askerler Yunanlıların giderken çıkardıkları yangınları günlerce söndürmeye çalışmışlardır.

O dönemdeki Yunan subayı Christos D. Karasos anılarında İngilizle ve Türklerle aralarındaki ilişkileri söyle dile getirir: ''İngiliz generali Milne'nin çektiği hattın öte tarafında Türkler ordularını ve devletlerini istedikleri gibi yeniden yapılandırmaktaydılar.''

''Yunan ordusu Kemal'in güçlerine karşı ilerleme özgürlüğüne sahip değildi. Ordumuz, cephe hattı boyunca Türk saldırılarına karşı pasif direniş gösteriyor ve bu hattı muhafaza etmeye çalışıyordu.''

''27 Ağustos'ta Yunan Genel Kurmayı İngiliz Genel Kurmayı nezdinde yaptığı itirazlar üzerine General Milne, cephe hattımızın 1 ile 1,5 km genişlemesine izin verdi. 16 Ekim 1919'da ise bulunduğumuz bölgelerde operasyon yapılması için hem de saldırı olduğu takdirde geri püskürtebilmek için 3 km ilerlememize müsaade edildi.''

KONGRELERDE MANDA ve HİMAYE TARTIŞILMIŞ!

Erzurum ve Sivas Kongrelerinde manda ve himayenin tartışıldığı ve kesinlikle reddedildiği resmi tarih tarafından her fırsatta dile getirilir. Tam bağımsızlık düşüncesinin olduğu vurgulanır. Ancak Erzurum Kongresinin hiçbir yerinde ''Manda ve himaye kabul edilemez'' gibi bir madde yer almamaktadır. Ayrıca Erzurum Kongresinde alınan kararların bir kısmının NUTUK'ta makaslandığı da tarihçiler tarafından ortaya konulmuştur. (Bkz: Prof. Fahrettin Kırzıoğlu, Bütünüyle Erzurum Kongresi; K. Atatürk, Nutuk)

Sivas Kongresinde Amerikan Senatosuna bir bir mektup yazılarak incelemeler yapması için bir heyet Anadolu'ya davet edilmiştir. Mustafa Kemal, Nutuk'ta bu mektubun varlığından bahseder ancak gönderilip gönderilmediğini hatırlamadığını söyler. Mektubun aslını tarihçi Mustafa Armağan (Küller Altında Yakın Tarih, c. 2) kendi kitabında yayımladı. Davet üzerine Amerikan heyeti Erzurum ve Erzincan'da incelemelerde bulunmuştur. Hatta bu heyet davullu zurnalı halk oyunları ekibiyle karşılanmıştır. İsmet İnönü, Kazım Karabekir'e gönderdiği mektuplarda ilginç şeyler söylüyor:

"Şimdi İstanbul'da belli başlı iki akım vardır. Amerikan ve İngiliz taraftarlığı. Eğer Amerika'nın gelmesi suya düşerse İngilizlerin topraklarımızın bugünkü bölüşümünü genişletmekten başka yapacakları bir şey kalmıyor ki, Fransızlar ve İtalyanlar ona bu konuda yardımcı olacaklar, karşı çıkmayacaklardır. Eğer Anadolu'da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerika milletine başvurulsa çok faydası dokunacaktır deniliyor ki, ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Ülkenin bütünlüğünü parçalamadan Amerika'nın kontrolüne emanet etmek, yaşayabilmek için tek katlanılabilir çare gibidir. Bu pazarlığın sürdüğü zamanda Amerika lehine ağırlık koymak gerekir" ("İstiklâl Harbimiz", c. I, YKY: 2008, s. 193-195)

MUSTAFA KEMAL'İN PRAGMATİST, TAKİYYECİ ve TASFİYECİ KİŞİLİĞİ

Mustafa Kemal 1918–1921 yılları arasında Abdülhamit'ten daha İslamcı davranmıştır. Milletin dini duygularına seslenerek kendisine karşı bir muhalefetin gelişmesini ustalıkla bertaraf etmiştir. Meclisin açılışını Cuma gününe denk getirmiş, kurbanlar kestirmiş mevlitler okutmuştur. Saltanat ve Hilafet yanlısı gözükmüş ancak imkân eline geçtiğinde ikisini de ortadan kaldırmaktan çekinmemiştir.

1926 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn kanunu ile ülkede tam bir dikta rejimi oluşturulmuştur. Mustafa Kemal kendisine muhalif olan herkesi ve her kesimi sindirme bertaraf etme yoluna gitmiştir. En yakın silah arkadaşlarını da dahi çevresinden ve ülke yönetiminden uzaklaştırmış kimilerine yurt dışına sürgün olmuş kimileri sürekli göz hapsinde takip altında yaşamını sürdürmüştür.

Mustafa Kemal kendi döneminde çok daha büyük bir tabu idi. Günümüzde eleştirilebiliyor. Ancak kendi döneminde bunun olması imkân dahilinde değildi.

Neşe Düzel'in Taha AKYOL ile yaptığı Taraf gazetesinde yayımlanan röportajında Taha AKYOL, Mustafa KEMAL'e dair çarpıcı tespitlerde bulunuyor:

''Atatürk muhalefete, kendisine aykırı olan görüşlere izin vermeyen, tek partiye inanan bir liderdi. Zaten bu tür ego duygusu olmadan da o çapta bir lider olunmuyor... Mesela o dönemde Türk Ocağı da, Türk Kadınlar Birliği de hep kapatılıyor. Türk Ocağı inkılâp karşıtı değil, gerici değil... Niye kapatıyorsun? Türk Kadınlar Birliği, laik, çağdaş bir dernek. Balo falan yapıyorlar. Onu niye kapatıyorsun? Kapatılıyorlar çünkü ortada sadece Gazi'nin fikirleriyle teşkilatlanmış tek bir siyasi parti olacak. Gazinin fikirleriyle teşkilatlanmış tek örgüt de Halk Evleri olacak...

Atatürk'te kendisinin baş olduğu şeklinde doğuştan gelen bir algılama var. Atatürk hakikaten tek adam olarak yaratılmış bir kişilik. Daha çocukken, kardeşi Makbule Hanım'a "Benim emrimden çıkmayacaksın" diyor. Sakarya Savaşı'ndan sonra Halide Edip, "Paşam savaş bitti" diyor. Ona, "bundan sonra da benim emrimden çıkmayacaksınız" diyor. Karabekir Ankara'ya geliyor. Parti kurmaktan bahsediyor. Ona da, "Askerlik bitti ama emrimden çıkmayacaksınız" diyor. Atatürk bu otoriter kişiliğiyle milliyetçilik ve Batılılaşma politikalarını yürütüyor (Taha AKYOL)

Yine Mete Tunçay kendisiyle yapılan bir ropörtajda ona dair şunları söylüyor:

''Teslim etmek gerekir ki; Türkiye'de bir Atatürk tapısı / kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı. Bu Mustafa Kemal'in kendi sağlığında başladı. Bunda biraz da kendi günahı var. Atatürk çok akıllı bir adamdı. Kendisinin bir dizi sözü vardır, "Sana büyük adam diyecekler bunlara inanma" falan diyor kendisine ama beşeri bir şey tabi, kendisinin yaratıcı, kurucu, baba olduğunu söylediklerinde buna razı oluyor. Etrafında bunları söyleyen bir sürü adam var. Kötü manzumeler yazan Behçet Kemal mesela, Atatürk mevlütü diye bir şey yazdı, Atatürk'e peygamberlik izafe etti falan. Bütün bunlar abartmalı şeyler. Atatürk'ün etrafında kurulan şey böyle başladı başka bir yere gitti.''

HALKA ZULÜM ve DEVLET TERÖRÜ

Kurulan İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla tam bir devlet terörü estirilmiştir. İki oğlu asker kaçağı olan bir babanın oğulları yargılanır. Biri asker ocağına gönderileceği diğeri de idam edileceği kararı çıkar ve babadan idam edilecek olanı seçmesi istenir. Bu zulmü milletine reva gören başka bir tarih var mıdır acaba.

Kurtuluş Savaşı olduğu iddia edilen dönemde verilen kayıplar, Genel Kurmayın iddiasına göre 9 bin civarındadır. Bu rakamı doğru kabul etsek dahi rejimin eliyle katledilenler bu sayının kim bilir kaç katıdır? 1921 Koçgiri ayaklanmasında 114 köy haritadan silindi. 1925 Şeyh Sait Kıyamında 50 binden fazla insan öldürüldü. 1930 ağrı isyanı on binlerce insan katledildi. 1937 Dersim isyanında tarihçilere göre 50 bin, yöre insanına göre ise 70 bin insan katledildi. (Hani İnsanın ''keşke kurtarmasaydınız'' diyesi geliyor)

"Atatürk'e soruluyor "Doğu'ya okul mu, yol mu?", "Yol yapın, ordu girebilsin" diyor. Zaten Kürtler Meclis'e gelmesin diye CHP 20 yıl G. Doğu'da örgütlenmedi." (Mete Tunçay İle Röportaj, Neşe DÜZEL 03/03/2010, Taraf Gazetesi)

Cumhuriyet Gazetesinin 19 Eylül 1930 tarihli nüshasında yer alan bir konuşma Mehmet Esat Bozkurt (Bugünkü Türk Hukuk Sisteminin "mucidi") Şöyle diyor: "Türkün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir", "Türk devleti işlerini Türklerden başkasına vermeyelim. Türk devleti işlerinin başına öz Türklerden başkası geçmemelidir. Yeni Türk Cumhuriyetinin devlet işleri başında mutlaka Türkler bulunacaktır"

"Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşmen da dinlesin ki, bu memleketin efendisi Türk'tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır. "Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz." diye başlayan ve "Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.."

Cumhuriyeti kuran kadronun ırkçı faşizan politikaları olmasaydı, eve erken dönemde Kürtlere verdiği sözler tutulsaydı bugün 50 binden fazla insan ölmeyecek, kardeşkanı akmayacaktı.

Mustafa KEMAL 1930 yılında Serbest Fırka'yı kuruyor. Daha doğrusu kurmak zorunda hissediyor kendini. Çünkü batıda bir diktatör olarak anıldığını, kendisinin harbiye yıllarının Abdülhamit'e muhalefet etmekle geçtiğini, günün birinde öldüğünde arkada bırakacağı manzaranın bir diktatörlük manzarası olacağını bizzat kendisi söylemektedir. (Fethi Okyar'ın defterine yazdığı not) Ancak üç ay sonra Serbest Fırka, Mustafa KEMAL tarafından kapatılmıştır. Onun "Yurtta Sulh Cihanda sulh'' sözü yurtta kayıtsız şartsız bir itaatin sağlanması anlamına geliyordu.

Sonuç olarak Kurtuluş Savaşı diye adlandırılan süreçte iddia edildiği gibi ''Yedi Düvele'' karşı savaşılmamış sadece Yunanlılarla düşük yoğunluklu çatışmalar meydana gelmiştir ki bu süreç de her iki taraf içinde İngilizlerin kontrolü altında geçmiştir.

"KURTULUŞ SAVAŞI" ANTİ-EMPERYALİST BİR HAREKET MİYDİ?

"Kurtuluş Savaşı"(!) anti-emperyalist bir mücadele değildir. Öyle olsaydı emperyalistler bize model olarak hedef gösterilmezdi. Onların kurumları, kanunları, yaşam tarzları bize dayatılmazdı. Sonraki süreçlerde ülkemizin kaynakları bu emperyalist devletler peşkeş çekilmezdi. Daha da önemlisi İzmir İktisat Kongresi ile yabancı sermayenin ülkemize yerleşmesi için gerekli temelleri atmazdı.

"Kurtuluş Savaşı"na katılım son derece sınırlıdır. Çünkü uzun, yorucu ve çokça kaybın verildiği bir savaştan yeni çıkılmıştı. Halkın benzer bir savaşı daha kaldıracak ne imkanı ne de takati vardı. Kurulan yerel direniş örgütleri daha ziyade ülkeden sürülmüş Rum ve Ermenilerin geri dönme ihtimaline karşı kurulmuştur. Askerden kaçmalar ve isyanlar o kadar çok olmuştur ki bunları önlemek için İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve Hiyanet-i Vataniye kanunu çıkarılmak zorunda kalınmıştır.

"Kurtuluş Savaşı"nın padişaha ve İstanbul Hükümetine rağmen yapıldığı söylemi tutarsızdır. Zira Erzurum ve Sivas Kongresi belgeleri incelendiğinde burada yapılan konuşmaların özellikle Mustafa KEMAL'in padişah ve İstanbul hükümeti ile ilgili söyledikleri tersini kanıtlamaktadır. Misak-ı Milli kararlarının Mebusan Meclisinde kabul edildiğini unutmamak gerekir.

Kurtuluş Savaşı(!) süreci tam bağımsızlık yanlısı olduğu tezi de zayıf kalmaktadır. Erzurum Kongresinin hiçbir yerinde ''Manda ve Himaye kabul edilemez'' diye bir ibare yoktur. Sivas Kongresinde Amerikan Senatosuna gönderilen davet mektubu, Amerika'dan gelen komisyonun karşılama biçimi, İsmet İnönü'nün Kazım Karabekir'e gönderdiği mektuplar durumun hiç de öyle olmadığını bizlere göstermektedir.

Resmi tarih bu haliyle tutarsız, yanlış ve bilimsellikten uzaktır. Tarihi, resmi tarih penceresinden bağımsız okumak pekâlâ mümkündür.

Haber: M. Şirin ORUÇ / Haksöz-Haber

Önceki ve Sonraki Haberler