“Resmi İdeolojinin Eğitim Sistemine Yansımaları”
Batman Özgür Der’de bu hafta “Resmi İdeolojinin Eğitim Sistemine Yansımaları” konulu seminer düzenlendi.
Semineri Mustafa KARAEL sundu. Gündüz bir gurup öğrenci ile bir araya gelen ve Resmi ideolojinin eğitim sistemi üzerindeki yansımalarını işleyen Mustafa KARAEL akşamda dernek binasında seminerini sundu. Faydalı geçen Karael’in sunum notları şöyleydi.
RESMİ İDEOLOJİNİN EĞİTİM SİSTEMİNE YANSIMALARI
Altı yüz yıllık Osmanlı Devleti bir çok kavmi, farklı kültürleri, farklı dini gurupları bünyesinde barındıran bir devlet idi. Şer’i ve örfü hukuka göre yönetilen Osmanlı devleti aynı zamanda çoklu hukuk sisteminin de mevcut olduğu bir devletti. Osmanlı’dan önceki devletlerde olduğu gibi Osmanlı’da da eğitim faaliyetleri devletin kontrolünde yapılmazdı. Toplumdaki değişik etnik ve dini guruplar kurdukları hayır kurumları, vakıf, dernek tipi kurumlar aracılığıyla eğitim faaliyetlerini sürdürürlerdi.
ULUS DEVLET MODELİ EMPERYALİZMİN ÜRÜNÜDÜR
Tarihçiler ulus devlet modelinin Fransız İhtilali sonrası ortaya çıktığını (Milliyetçilik) ileri sürer. Ancak biz aynı görüşte değiliz. Zira milliyetçilik (ırkçılık) düşüncesi insanlığın yaratılışıyla ortaya çıkan Şeytani bir düşünce biçimidir. Fransız İhtilalinden önce de bu düşünceye bir çok yerde rastlamak mümkündür. Bize göre ulus devlet modeli Sanayi Devrimi sonrası orta atılmış ve uygulamaya konulmuş bir modeldir. Sanayi Devrimi ile ortaya çıkan, Batının (Kapitalist Dünyanın) ham madde ve Pazar ihtiyacı için dünya haritasının yeniden şekillenmesi gerekiyordu. Dolaysıyla çok milletli, çok kültürlü devletlerin (İmparatorlukların) yıkılıp yerine tek tipleştirilmiş ulus esasına dayalı devletlerin kurulması gerekiyordu. 1. Cihan Harbinin temel hedefi budur. Batılı sermaye güçleri bu hedeflerine savaş sonucunda ulaştılar. Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya- Macaristan gibi imparatorluklar yıkıldı. Onların yerini sınırları masa başındaki hesaplarla belirlenmiş küçük devletçikler aldı.
POZİTİVİST KURUCU İRADE
Türkiye cumhuriyeti devletini kuran kadrolar batınının pozivist-aydınlanmacı düşüncesine sahipti. Reddi miras yoluna giderek Osmanlı Devletini bütün kurumları ile beraber tam da batılı emperyalistlerin umduğu (kendilerinden beklediği) şekilde tasfiye etti. Yeni kurulan devletin kurumlarını yine emperyalistlerin istediği tarzda dizayn etti. Devlet Yönetimine hakim zihniyet artık Batı dünyasının istediği zihniyet haline getirildi.
Müslüman halkın dinine, kültürüne, sosyal dokusuna ait ne varsa tasfiye etmek; milletle irtibatını kesmek için jakoben yöntemlerle akla ziyan uygulamalara girişildi. 3 Mart 1924 yılında Mecliste jet hızıyla çıkarılan bir kanunla Lozan antlaşmasının kabulü için batılı emperyalistlerin şart koştuğu Halifelik makamı lağvedildi. Aynı gün Tevhid-i Tedrisat kanun kabul edildi. Şeriye ve evkaf vekaleti aynı gün kaldırıldı yerine Dini devletin kontrolüne almak için Diyanet İşleri Kurumu kuruldu. Lozan görüşmelerinde İngiltere’nin kaldırılması yönünde şart koştuğu Halifelik kaldırıldıktan sonra anlaşma, İngiltere Meclisinde onay gördü. Dönemin İngiliz büyük elçisi Ronald LİNDSAY hilafetin kaldırılması ile ilgili ülkesine gönderdiği telgrafta ‘’ laik Türkiye Müslümanları artık İngiliz İmparatorluğu için bir tehlike olmaktan çıkmıştır.’’ Yorumunu yapmıştır.
ÇAĞDAŞLIK: MASKARALAŞMAK, GAVURLAŞMAK
Şeriye ve evkaf vekaleti’nin kaldırılması, artık İslam hukukunun hayatın bütün alanlarından uzaklaştırma amacından başka bir şey değildi. Tevhid-i Tedrisat kanunu ile karma, tek tip, laik ve eğitimi tamamen devlet tekeline alan bir model yürürlüğe konuldu. Öncelikle devletin çağdaşlaştırılması(!) adına yapılan deşiklikler daha sonra çağdaş hale gelen devletin, tebaasını çağdaşlaştırma projesine dönüştü. Ancak Cemil Meriç’in güzel tespitiyle bu durum milletin vicdanında asrileşmek: ‘’maskaralaşmak, gavurlaşmak’’ anlamını taşıyordu. Artık kurucu kadro batı dünyasına ait ne varsa hayranlığını ifade edecek kelime bulamazken, milletin kadim değerlerine ait her şeye ise burun kıvırmış bununla da yetinmeyip yok etmeye çalışmıştır.
Din eğitiminin yasaklanması, camilerin satılması, hapishane veya depolara dönüştürülmesi; tarlasında ayağındaki çarıkla çalışan köylüye bile zorla şapka giydirmesi, çağdaş kadın tipini(!) ortaya çıkarmak adına iffetsizliğin, çıplaklığın meşrulaştırma gayretleri; batı tipi insan(!) olduklarını (brakisefal) kanıtlamak için kafatası ölçümlerinin yapılması; 1930′lu yılların Türkiye’sinde Urla gibi bir Ege şehrinde dahi açlıktan insanların öldüğü, ortalama bir memurun aylık maaşının 50 lira olduğu bu dönemde, çağdaşlaşma yolunda(!) 75.000 lira gibi büyük paralar ödeyerek heykellerin yaptırılması. (Mehmed KAFKAS Geçmişi Bilmek, cilt 1, s.231) çağdaşlık adına yapılan bütün bu uygulamalar aslında topluma giydirilmeye çalışılan deli gömleğinden başka bir şey değildi. Dönemin Cumhuriyet Gazetesinin manşetten haber yaptığı, Kemal Atatürk’ün Samsun’daki bir gezisi sırasında söylediği: ‘’Sarık ve cüppe ile muvaffak olmanın imkanı yok-tır. Artık medeni bir millet olduğumızı cihana ispat ettik’’ (İfadeler gazete haberinin aslına uygun olarak verilmiştir. M.K.) sözü kurucu kadronun zihin dünyasını ele vermektedir. Oysa çağdaşlık adına bunlar yapılırken çağdaş gördükleri ülkeler araba üretiyor, kentsel dönüşümünü gerçekleştiriyordu.
Alfabe Değişikliği Milleti Köklerinden Koparmak İçin Yapıldı
1928 yılında yapılan alfabe değişikliği milletin hafızasına vurulmuş en büyük darbedir. Aynı zamanda Müslüman ahaliyi parçası olduğu İslam Ümmetinden koparmanın diğer adıdır. Bu değişikliğin asıl amacını İsmet İnönü hatıralarında açıkça itiraf etmektedir. Konuya dair şunları söylüyor Milli Şef(!) ‘’…Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.(...) Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik.(...)
Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı." (İnönü,Hatıralar Cilt II Sayfa 223)
KEMAL ATATÜRK İLAHLAŞTIRILMAYA ÇALIŞILDI
Kemal Atatürk ilahlaştırılarak(!) yeni nesillere eğitim adı altında sunuldu. Prof. Mete TUNÇAY bu konuda Neşe Düzel’e verdiği röportajda şunları söylüyor: ''Teslim etmek gerekir ki; Türkiye'de bir Atatürk tapısı / kültü kuruldu. Atatürk tanrılaştırıldı. Bu Mustafa Kemal'in kendi sağlığında başladı.’’ (Taraf Gazetesi 2009)
‘’Modern Türkiye Tarihi’’ adlı kitabın yazarı Hollandalı Türkolog Eric Jan Zürcher’in de aynı konuda söyledikleri manidardır.’’Türkiye'nin Atatürk'ü ilâh edinmesi 1920′lerden itibaren devlet ideolojisi olmuştur.’’
Şevket Süreyya Aydemir; “İnkılâbımızı oturtmaya ve Atatürk’ü putlaştırmaya mecburduk… Ama şimdi size şunu ifade edeyim: Kahraman putlaştığı zaman ölür” (Abdi İPEKÇİ’den aktaran, A.Dilipak, Bir Başka Açıdan Kemalizm , s. 387.) diyerek konunun özetini bize veriyor.
Ulus devlet inşaası projesinin mağdurları dahi bu konuda ilginç sözler sarfetmişlerdir. Alevi-Bektaşi federasyonu başkanı Ali BALKIZ Taraf Gazetesinden (01.09.2008) Neşe Düzel’e verdiği röportajda ‘’Alevilerin Hz. Ali’nin Atatürk olarak geri döndüğüne inandığını’’ söyleyecek kadar işi ileri götürmüştür.
Yukarıda kısa özetini sunmaya çalıştığımız zihniyet, Tevhid-i Tedrisat kanunu ile tamamen devletin kontrolüne alınan eğitimin, temel amacı ve hedefi haline getirildi. Devleti kuranlar askeri kışladan çıkma oldukları için taşıdıkları zihniyetin de aynı doğrultuda olması doğaldı. Ancak normal olmayan, eğitim sistemini ve kurumlarını da aynı zihniyetle şekillendirmeleriydi. Bugün de izahı yapılan bu zihniyet eğitim-öğretim müfredatında bütün zindeliği ile durmaya devam etmektedir.
MİLİTARİST EĞİTİM MÜFREDATI
Milli eğitim temel kanunu: Madde 2:Türk Milli Eğitiminin genel amacı,Türk Milletinin bütün fertlerini, 1-‘’Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek; diye başlar ve geri kalan bütün maddeler bu maddede çerçevesi çizilen mantığa uygun devam eder.
Buradan çıkan sonuç: Herkes Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalmak zorundadır. Atatürk milliyetçiliğini benimsemek zorundadır. Aynı zamanda demokratik,laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu ileri sürülen Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilmek ve bunları kendinde davranış haline getirmek zorundadır. Başka türlü düşünme, hareket etme veya tercihlerde bulunma hakkı yoktur. Eğitimciler de çizilen çerçeve içerisinde görevlerini yapmak zorundadırlar.
Buradaki devlet-vatandaş ilişkisini Arş.Yazar Mehmet şöyle tarif etmektedir:
Devlet, toplum ve halk için değil, toplum ve halk devlet içindir. Modern ulus devlette devlet ilah, halklar ise köle olarak algılanmaktadır. Kutsallaştırılıp ilahlaştırılan devlet, toplumun bir hizmet kurumu ve aracı olmaktan çıkarılıp, adeta toplumu var eden, onu yaşatan, onun sahibi konumuna oturtulmuştur. Halk işlerini ve hizmetini görsün diye bir devlet kurmamış, kendinden menkul varlık iddiasıyla ulus-devlet kendisine vergi versin, askerlik yapsın ve diğer hizmetlerde bulunsun diye bir halk, bir ulus oluşturmaya kalkışmıştır. (Mehmet Pamak-Kemalist “Öğütüm”ün Amacı Egemenlere İtaatkâr Vatandaş Yetiştirmektir-Haksöz Dergisi - Sayı: 223 - Ekim 09)
Bütün doğruların referansı olarak gösterilen devlet, halkı için neyin doğru neyin yanlış olduğuna halk adına karar verebilmektedir. ‘’ Ülkeye sosyalizm dahi lazım olursa onu da devlet getirecektir.’’ Bu zihniyet, eğitim sistemine de rengini aynen yansıtmıştır. Eğitimde neyin öğretileceğine, yeni nesillerin neye bağlı, neye karşı olacaklarına devlet karar verecektir. Neye inanacağına, neyi koruyacağına, neyi seveceğine, nelerden nefret edeceğine bireyin kendisi ya da onun dünyaya gelişine vesile olan anne babalar değil devlet karar verecektir. Eğitim müfredatının tamamı, anaokulundan üniversitelere kadar bütün okulların fiziki yapıları bu amaca göre dizayn edilmiştir.
ÖĞRETMEN: RESMİ İDEOLOJİNİN ENJEKTÖRÜ
Eğitimciler de bu zihniyetten bağımsız değillerdir. Eğitim sistemi içerisinde öğretmenler resmi ideolojinin gereklerini yeni nesillere enjekte etme aracından öteye geçememektedir. Ayrıca öğretmenlerin de aynı sistemin tornasından geçerek geldiklerini de unutmamak gerekir. Durum böyleyken ‘Cumhuriyet Sizden Fikri Hür, Vicdanı Hür, İrfanı Hür Nesiller İster’’ sözü bir anlam ifade etmemektedir. Zira bireylerin ‘’fikri, vicdanı ve irfanı’’tahakküm altına alınmıştır ve başka türlü olmaları mevcut şartlarda mümkün değildir.
EZBERCİ EĞİTİM SİSTEMİ
Bu eğitim sistemi içerisinde yeni nesillerin beyinleri yığınla gereksiz bilgilerle şişirilip obez hale getirilmektedir. Özellikle depo görevi gören beynin sol yanı böylece dumura uğratılmakta, beynin işletim sistemi durumundaki (keşfetme ve sanatsal yeteneği olan kısım)sağ yanı ise körelmektedir. Depoya yığılan virüslü bilgilerin çokluğu keşfetmeye ve sanata meyilli yönlerini de hantallaştırmakta hatta çalışamaz hale getirmektedir. Böylece nesiller sürekli itaat eden ve düzenle uyum içinde onun değirmenine gönüllü su taşıyan köleler haline gelmektedir.
OKUL DÜZENİ, KIŞLA DÜZENİ
Esra Elmas ‘’Sevgili Atatürkçüğüm- İlköğretim Çocuklarında Atatürk Algısı’’ adlı kitabında ilköğretim öğrencileri ile yaptığı anket çalışmaları sonucunda çarpıcı tespitlerde bulunmuştur. ‘’Kışlanın kurgusuyla okulun kurgusu aynı. Belki aralarındaki fark üniformanın rengi kadar birkaç şeyde ortaya çıkabilir’’ diyerek militarist düşüncenin eğitim sistemine de nasıl yansıdığını izah etmeye çalışmıştır.
Elmas devamında ‘’Okulun kapısındaki merasimde hiyerarşik bir yapı var. Ritüeli organize eden bir öğretmen ve başta müdür bulunuyor. Komuta eden öğrencilere “Rahat-hazır” diye bağırıyor. Konuşmanız, ses çıkarmanız istenmiyor. Gayet militarist bir alan…’’ Dolayısıyla çocuk ve okul özelinde şekillenen pedagoji “vekâletten türeyen bir vesayet” anlayışı altında şekillenir. Okul, yeni rejimin yaratmak istediği yeni insanın kışlasıdır. Bu kışlanın kumandanı da hiç kuşku yok ki başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk’tür’’ şeklinde vurgulamıştır.
Aynı kitapta Atatürk heykelini devletin ‘’ete-kemiğe’’ bürünmüş hali olarak tarif eden Elmas, ‘’Devletin yedi yaşında sizinle muhatap olduğu ilk yüzey. Belki çocuk aklınızla bu cümleyi böyle kurgulamıyorsunuz, ancak onun fotoğrafını karalamayacağınızı, heykeline zarar veremeyeceğinizi biliyorsunuz.’’ Tespitini yapmaktadır. Atatürk heykeline zarar verdiği için bir ineğin ceza olarak kesildiğini çoğumuz duymuştur.
Sözü geçen kitapta yazar, çocukların, okul bahçesinden başlayarak koridor ve sınıflarda, ideolojik motifler, ulusalcı Kemalist sloganlar, marşlar, antlar, resimler, büstler, saygı duruşları ve seküler dinsel ritüeller haline getirilen militarist törenlerle ve neredeyse bütün ders kitaplarına sokulan Atatürkçü ideolojik mesajlarla, resimlerle nasıl kuşatılıp gözaltında tutulduklarını çarpıcı ifadelerle gözler önüne sermektedir.( Esra Elmas, “Sevgili Atatürkçüğüm”, Hayykitap, Eylül 2007, İst.)
Aynı gözaltı işleminin yaşadığı yerin diğer alanlarında da devam ettiğini söyleyen yazar “Çocuk okul içinde böyle bir fiziksel ve zihinsel süreçten dışarı adımını atıp sokağa çıktığında ise Atatürk’ün varlığı ile yeniden kuşatılır. Türkiye’de pek çok kent, kasaba ve köyün en merkezi alanında mutlaka bir Atatürk heykeli yahut büstü bulunur… Türkiye’de pek çok cadde, baraj, havaalanı, üniversite-okul ve kütüphane Atatürk ismini taşır. Mustafa Kemal’in kabri anıtkabir resmi protokolün merkezinde yer alır. Pek çok ev ve iş yeri Atatürk resimleriyle süslenmiştir. Atatürk’ün ölüm yıl Atatürk’ün gündelik hayat ve sokak üstünde etkisi daha da görünür hale gelir… İlköğretim öğrencisi bir çocuğun okul dışında gördüğü ve mensubu olduğu sokak görüntüsü de böyle bir fotoğraftır.” Şeklinde tasvir etmektedir.
Kitapta geçen “Çocuklar kendi varlıkları da dâhil olmak üzere, hayatlarındaki her şeyin varlığını Atatürk’ün varlığına ve onun yapıp ettiklerine bağlıyorlar… Atatürk’ün bu noktada tanrısal bir özellikle çocuğun zihninde yer etmesi neredeyse kaçınılmaz…(sy.62) “Kısaca Atatürk çocukların zihninde öyle kusursuzlaşıyor ki bu Atatürk’ü, dini ve ruhani unsurları mümkün olduğunca filtre ederek modern değerlerle kurduğu ülkede aynı anda bir Mesih, bir Peygamber ve bir Tanrı yapıyor… (sy.89) ifadeleri de üzerinde durulması gereken önemli noktalardır.
Zorunlu eğitim politikası ile çocuklarımız devlet gücüyle bizlerden alınmakta ve fıtratlarına aykırı bir müfredat ve yöntemlerle gelecekleri şekillendirilmektedir. Çocuklarımızın geleceklerinin nasıl olacağına dair bir yetkiden söz edilecekse bilinmelidir ki o yetki ancak çocuğun anne-babasına aittir. Zira çocuğun varlığına vesile olan, çocuğa dair bütün sorumluluğu üzerinde toplayan yine anne- babadır. Ulus devletin gereklerine uygun kafalar yetiştirmek için devlet erkinin çocuğa, velayetini üzerinde taşıma hakkına sahip olan ebeveynlere dayatmada bulunması, onlara rağmen çocuğun geleceğini şekillendirmeye kalkışması temel insan hakkına uygun düşmediği gibi adil ve ahlaki de değildir.
Anne babalar, çocuklarını düşünceleri ve inançları doğrultusunda eğitme hakkına sahip olmalıdır. Bu da tek tip eğitim sistemi ile değil çoklu eğitim modelleriyle mümkün olabilir. Bunu talep etmek en temel insan haklarındandır.
Allahın bize emanet ettiği çocuklarımızı O’nun rızasına uygun eğitme talebi yüksek perdeden dillendirilmeli, bunun için meşru her türlü muhalefet mekanizmaları işletilmelidir. Alternatif eğitim modelleri üzerinde yapılan çalışmalar önemsenmeli, daha iyisi, daha erdemlisi üzerinde arayışlar devam etmelidir.