Kur’an’a Yaklaşım Yanlışları
Özgür-Der Amasya Temsilciliği tarafından düzenlen ‘’Mealcilik Ve Tarihselcilik Örnekleri Bağlamında Kur’an’a Yaklaşım Yanlışları’ başlıklı semineri Haksöz Dergisi yazarı Yılmaz Çakır sundu.
Yılmaz Çakır tarafından sunulan seminerin özeti:
Türkiye'de yetmişli yıllarda Kur'an meali okunmaya başladı. O yıllarda Seyyid Kutub'un tefsiriyle birlikte diğer eserleri de oldukça popülerdi ve sola karşı direnç kalesiydi. Yine o dönemde sola karşı Müslümanların söyleyecek çok fazla sözleri de yoktu. Bende o dönemde Kur'an meali okuma ihtiyacı hissettim. Hatta o zamanın Mealcilik diye nitelendirilen sıkıntıları ile de duçar olmuş birisiyim. Dönemin popüler olan Kur'an mealleri diyanetin ve Süleyman Ateş'in mealleriydi. Ben ve benim gibi düşünen insanlar meal okurken, o dönemde meal okunup okunmayacağı, mealin anlaşılıp anlaşılamayacağıyla ilgili şeyler söyleniyordu. Bu arada yıl seksenlerin başı olmuştu. Bu süreçte Kur'an'ı eline alanlarında yanlışları oldu ve şüphesiz pürü pak değillerdi. Öte yandan Kur'an'ın nasıl okunmasıyla ilgili fikirleri olmayanların bu temel yanlışlarına karşı bir tür teşbihte hata olmasın, papaza kızıp oruç bozmak söz konusu oluyordu. Kur'an okunarak anlaşılmaz diyenlere karşı, Kur'an'la muhatap olan insanlarda müfrit davranışlar içine giriyorlardı. Olmadık şekilde hadislerin tartışma konusu yapılması, hatta bu süreçleri yaşamış biri olarak namazın bile tartışma konusu yapıldığını da bilirim. Çünkü neden? Kur'an'da namaz yok. Kur'an dinin temeli, buna iman etmişsiniz artık Kur'an'ı keşfetmişsin ama Kur'an'da namazın nasıl kılınacağı yok. Var ama ne malum onun namaz olduğu, namazın dua olması da muhtemel, çünkü açıklaması yok. Hadislerde rivayet olduğu için dolayısıyla da hadislerle sünnetle hareket etmek sünnete aykırı! Burada maksadım o dönemdeki mantaliteyi o darlığı söylemeye çalışıyorum. O dönemde yol gösterende yok. Yol gösteren diye gittikleriniz ise '' o Kur'an mı ondan uzak dur'' diyorlardı. O yıllarda böyle bir atmosfer vardı.
Bu güne geldiğimizde çok şükür artık Kur'an'ın anlaşılması ile ilgili bir tartışma söz konusu değil. Türkiye'de şu anda 200'ün üzerinde yazılmış meal var. En Sufi, en geleneksel ya da en muhafazakar anlayış içerisinde olan insanlarımız, dostlarımız, kardeşlerimiz arkadaşlarımız dahi artık bu Kur'an anlaşılmaz demiyorlar. Hamdolsun anlayış itibariyle birbirleriyle en zıt pozisyonda duran insanlar bile Kur'an noktasında Kur'an'ın anlaşılabileceğini söylüyorlar. Artık bugün her cemaatin her gurubun meali hatta tefsiri var. Bu demektir ki hepimiz Kur'an'dan haberdarız. Allah'a şükür Kur'an'la ilgili bilgimiz çoğaldı demektir. Ama garip bir şey var. Amellerimize yansıyan Kur'an'ı, dolu-dolu yaşamak aynı oranda değil. Yetmişli-seksenli yıllarda 3 tana mealli Kur'an varken bugün 200'ün üzerinde mealli basılmış Kur'an var. Oran olarak mealli Kur'an oranı yüzde doksan çoğalmışken aynı oranda bu bizim yüzde doksan amelimizin ahlakımızın iyi olmasına işaret etmedi. Bunun sebebi biz Kur'an'ı bilmeme temelinden hareketle; bilme ve öğrenme zemininde öğrendik. Merkeze yaşamayı öğrendiklerimizi amele dökme kaygısıyla değil, daha ziyade öğrendiklerimizle bilmeyenlere karşı bilgi kibriyle hareket etik. Biz artık biliyoruz, ama hacı amca bilmiyor, kardeşim bilmiyor. Dolayısıyla Kur'an'dan karşımızdakilerle cedel yapabilmek için malzeme devşirdik. Oysa bizim Kur'an'dan devşirmemiz gereken hayatın meselelerine yönelik bir duyarlılık geliştirmekti. Peki bu neydi? Hz. Peygamber toplumun temel sorunlarına sosyal siyasal sorunlarına doğrudan müdahale ediyordu. Bizde olması gereken şeyde sosyal siyasal sorunlara yönelik Kur'an bilgisiyle mütenasip bir ameli güzellik olması gerekirdi. Fakat daha ziyade bir garabet doğdu.
Kur'an bilgimiz artıkça halkla aramızdaki mesafe bilgi düzeyinde uçuruma dönüştü. Amel düzeyinde ise çok ilerleme olmadı. Kur'an okumayı sıradan bir kitap okumaya, sıradan bir alanda ihtisas sahibi olmaya eşitledik. Kur'an'ı anlama hususunda bu yanlış kalkış noktasından dolayı bize karşı duruşta olanlara karşı bir münazaraya adeta kılıçlarımız çekip Kur'an'ı savaştırmaya yöneldik. Gelinen noktada bugün Türkiye'de cari olan durumda budur.
Bugün bizi ilzam eden iki yaklaşımla malul olduk. Bunlardan bir tanesi meallcilik dediğimiz Kur'an dışında hiçbir şeyin değerli olmadığı; sünnet, hadis, siyer, rivayet kültürü bunların hiç birinin değeri yoktur. Elinizde meal varsa ya da Arapça bilgisine sahipseniz Allah'ın kelamı budur, bunun dışında kalan her şey buna nispetle ikinci filan değil değersizdir. Hatta bugün olmasa daha iyi olur noktasına gelinmiştir. Bu tavrın adı mealciliktir Kur'ancılıktır. Burada temel hataları pirincin içinde birkaç tane taş var diye bütün pirincin dökülmesidir. Oysaki pirincin taştan ayıklanmadan yenmesi nasıl sağlıksızsa, pirinçte taş var diye tamamının dökülmesi de o kadar sağlıksızdır. Bu temel tezleriyle Kur'an dışında hiçbir şeyin anlamlı olmadığını söylüyorlar. Mealcilik son derece tepkiseldir. Gelenekte olan birtakım yanlışlara karşı bir reaksiyondur ve aksiyoner değildir.
Geleneğe bir Müslüman karşı çıkamaz. Gelenek Hz. Adem'den başlamıştır ve en son Hz. Peygambere hazır olarak gelmiştir. Hz peygamber geleneği devralarak onu şekillendirip biçimlendirmiştir. Form olarak Kabe'yi Hz. Peygamber değil Hz İbrahim inşa etmiştir. Hz Peygamber içinde 300 adet putun olduğu Kabe'yi tavaf ediyordu. 'Ben atam İbrahim'den gelen bir geleneğin mensubuyum, müşriklere siz geleneği yanlış temsil ediyorsunuz' dedi. Sonra Kabe'yi putlardan temizleyerek atası Hz. İbrahim'in geleneğini sahih olarak sürdürdü. Kabe'de Putlar var diye Kabe'yi yıkmadı. Atalar dini Kur'an'da yerildi ama atalar dinine uydukları için değil, atalar yolunu yanlış yorumladıkları için müşrikler yerildiler. Kur'an onlara Atasız olun demedi. Biz atalarımızın yolu üzereyiz demek suç değil, müşriklerin yanlış yaptıklarında atalarıyla meşrulaştırmaları suçtu. Eğer yaptıkları iş meşru olmuş olsaydı Atamız İbrahim gibi diyeceklerdi ki Kur'an öyle söylüyor. Bir geleneğe ait olmak, bir geleneğin parçası olmak; eğer şu anda size din gelmediyse, siz dinin tek muhatabı değilseniz, zorunlu olarak siz gelenekselsiniz. Bütün Müslümanlar bu kavramı kullansın ya da kullanmasın gelenekseldirler.
Bizim gelenekselliğimiz şu yanlışlardan uzaktır, aridir diyebilirsiniz. O zaman Sahih gelenek, şer-i gelenek yada peygamberi gelenek şeklinde ayrıştırma yapılabilir. Gelenekte bir takım yanlışlar var diye tefsir kültürünü, rivayet kültürünü, siyer kültürünü iptal etmemiz gerekmez. Bu temel sorundur. İçinde yanlışlar var diye hadislerin tümünü iptal ederseniz en başta ibadetleri iptal etmek durumunda kalırsınız. Çünkü ibadetleri Kur'an'da tanımlayamazsınız. Örneğin neye istinaden namazın 5 vakit ve namaz rekatlarının nasıl olduğu, yine hac menasikleri gibi pek çok husus Kur'an'da yoktur. En başta dinin en temel naslarını Kur'anilik adına iptal etmeniz gerekir. Ya da sünneti zorunlu olarak kabul etmek zorunda kalacaksınız. Zaten Kur'an size bizzat sünneti dedirtiyor. Hz peygamber için en güzel örnek diyor. Biz kitap derken zaten sünneti onun içinde buluruz. Kitap demek aslında sünnet, sünnet demek kitap demektir. Biz kolay anlaşılsın diye ayrıştırarak kitap ve sünnet diyoruz. Hz peygamber 23 yıl boyunca bir asker gibi emir ve komutla yaşamadı. Böyle bir hayatı olmadı. Kur'an 6200 ayetten oluşmaktadır. Bu ayetlerin birçoğu tekrardır. Resulün hayatına ayetlerin tamamını dökseniz bir yılını ancak doldurabilir.
Hz peygamber yaptı Kur'an geldi, Kur'an geldi Hz. Peygamber yaptı. Bunlar birbirinden kopuk değil. Hz peygamber zaten bekleyemezdi. Doğru yaptığında sessizce onaylandı, yanlış yaptığında uyarıldı. Hz. Peygamber kalk denilince kalkan otur denilince oturan robot bir peygamber değildi. Burada sünnet gerçekliği var. Hz. Peygamber 23 yıl boyunca Müslümanlara kitap çalışması yaptırdı. O kitap çalışması, çalışmanın bizzat kendisi değil Hz. Peygamberin hayatıydı. Çalışmanın prensiplerini gerektikçe kitapla birlikte toplumuna öğretti. Eğer siz peygamberden bağımsız kitap anlaşılır diyorsanız buyurun çocuklarınızı hiçbir okula göndermeyin. Çünkü kitaplar var, öğretmene gerek yok! Hiçbir kitap rehbersiz öğretmensiz olmazken Kur'an'ın rehbersiz olması mümkün müdür? Tabii ki peygambere yüklenen yanlış bilgiler vardır. Bununda yolu Furkan olan Kitaba müracaat etmektir. Bu sorunlar teknik çözümlenecek sorunlardır. Bu sorunların çözümünde metot olarak Hz. Peygamberin hayatını yani siyeri de iyi bilmek gerekir.
Dünyevi bir yaşam içerisindeyiz. Hadisler çok değersizleşti. Bunlar çok kıymetli malzemelerdir, sünnet çok kıymetli malzemedir. Aksi takdirde derin boşluklar olur. Seküler dünyevi bir yaşam içindeyiz. Seveceğimiz bir insan bile bulamıyoruz. Adam bir şarkıcı için kendisini paralıyor. Gençlerin odaları bir şarkıcının bir popçunun resimleriyle dolu ve onların rüyasıyla yatıyor, onları kendisine örnek rol model alıyor. Allah'ın en başta rol model diye bahsettiği kişiyi Hz. Peygamberi öne çıkarmamız lazım. Hz. Peygamberi başkaları yanlış olarak ortaya çıkarıyorsa siz doğrusunu ortaya koyun.
Yaşadığımız Yüzyılın Yeni Nebileri Tarihselciler!
Tarihselcilik ekseriyet itibariyle, nasıl ki mealciliğin birkaç türü varsa tarihselcilerin de birkaç türü vardır. Hepsini birbirine geçirmeden kabataslak söyleyecek olursak; Tarihselciliğin babası olarak bilinen Fazlurrahman'ın söylediğiyle bugün Mustafa Öztürk diye anılan kişinin söylediği, İlhami Güler diye anılan kişinin söylediği birbirinin aynısı değildir. Bu kişilerin genel hatlarıyla söyledikleri şey;
''Kur'an'ı Kerim Miladi 7. yüzyılda inzal oldu. Miladi 7. yüzyılda inzal olmuş olması aynı zamanda Arapça inzal olması, salt iletişim dili olarak Arapçanın ortaya çıkması manasına gelmez. Arapça inzal olmak demek Arap'ın anladığı dili kullanmak demek değildir. Bu bir mana ama genel mana değildir. Arap'ın zihinsel algısı, düşünsel boyutu bütünüyle ne varsa miladi 7. Yüzyıldaki algı boyutları algı dalgaları neyi ifade ediyorsa nereye uzanıyorsa hepsini içerir dolayısıyla Kur'an böyle bir kitaptır.''
Bakın bu söz çok tehlikelidir. Bu ne demek biliyor musunuz? Bizler On beş asır sonra yaşayan Müslümanlar, bu çağda yaşayan insanlar olarak bugün Kur'an'la muhatap olurken Tarihselciler, gelecek bugün ve gelecek yok, tarih var diyorlar. ''Senin kitabın tarihi bir kitaptır, sen kitabını anlayabilmek için miladi 7. Yüzyıldaki cari olan, geçerli olan olguları iyi bileceksin. Bu olgular her türlü dilsel, kültürel, siyasal, sosyal, iktisadi ne aklınıza gelirse bunları iyi bileceksin. Çünkü Kur'an o anlayışa geldi, o anlayış Kur'an'ı şekillendirdi'' diyorlar. Bu anlayış Kur'an'ı tarihe yani inmiş olduğu 7. Yüzyıla hapsetmek gömmektir. Bu yaklaşıma göre artık bugüne Kur'an hitap etmiyor. Dili, anlatımı, kıssası, misalleri Kur'an'da anlatılan her türlü ifadesi Arap'ın zihnindeki tahayyül ettiği ne varsa düşüncesine, zevkine hitap ederek onu doğru hatta getirebilmek için zorunlu olarak Arapça metin inmiştir. Pekala metin bugün var mı? Yine bu yaklaşıma göre yok, bir kıymeti harbiyesi kalmadı, lafız gitti, lafız değersizleşti. Lafız bir şeyi inşa etmek için kullanıldı. Bir dönem için miladi 7. Yüzyıldaki Arap'ın ahiret duygusunu, cennet duygusunu teşrik etmek fonksiyonunu gördü. Ondan sonra bu fonksiyonu göremeyince artık lafzın bir değeri kalmadı.
Tarihselcilere göre biz 15 asır sonra yani bugün Kur'an'ı nasıl anlamalıyız? ''Kur'an Arap'ın miladi 7. Yüzyılda zihin dünyasını tahrik ederek onu iyi bir insan olmaya itti, amacı buydu. Bir amacı bir maksadı vardı. Sende o amaca burada işaret edeceksin, o amacı esas alacaksın, o amacı gerçekleştirmeye dönük olarak ta faaliyet yürüteceksin'' diyorlar. Bu ifadeden Lafzın bir kıymetinin olmadığı anlaşılıyor. Ya da daha ötede ''şeytan Kur'an'da anlatılan bir tasavvurdur. Ama şeytan o dönem insanın zihninde kötülük imgesi olarak var. Bizzat bir varlık olarak yok. O dönemin insanının zihnin de şeytan kötülük imgesi olarak var. Yaşadığımız bu yüzyılda Şeytanı siz bağımsız bir varlık olarak düşünmeyin, Allah'ın dininden ayartıcı olacak senin içindeki duyguları şer duygu ve düşünce olarak anlayacaksın. Melekte o dönemde Arap zihninde iyilik imgesi olarak var. Yaşadığımız bu yüzyılda meleği iyilik duyguları olarak anlayacaksın'' diyorlar.
Burada dikkat edilecek olursa Kur'an metni, lafzı iptal edilmiş oluyor. Melek ve şeytanın varlığı iptal edilmiş oluyor. Bu cümleleri ben söylemiyorum. Mustafa Öztürk kitaplarında söylüyor. ''Bakın ne oldu Kur'an bir amacı, yüksek bir amacı, gayeyi gerçekleştirmek hedefine binaen; 7. Yüzyılda aynı hedef ve amacı gerçekleştirdi. Bu amacı gerçekleştirirken 7 yüzyılın dilini zorunlu olarak kullandı.'' deniliyor.
Bu zorunluluk ortadan kalkınca o lafzın değeri fonksiyonu değersizleşti. Bu lafzın değersizliği manasına gelir. Tarihselciler bu yaklaşımla portakaldan kastın portakal suyu olduğunu iddia etmektedirler. Kabuğun bir hikmeti bir yararı olmadığı gibi posasının ve dilimlerinin de bir anlamı olmadığını söylüyorlar. Tarihselciler buraya bu düşüncelere nerden geldiler? ''Eğer biz bugünün insanına bunu motomotele alırsak, bizatihi Kur'an'da geçen her lafzın bugün birebir yaşanacağını benimsersek Kur'an'da kölelik var, Kur'an'da cariyelik var, Miras hukukun da kadına üçte bir miras var. Yirmi birinci yüzyılda yaşayan bugünün insanına Müslümanların kitaplarını böyle taktim etmeleri yakışık almaz ayıp olmaz mı?'' deniliyor.
Bu meselelerde yani muamelat diye ortaya çıkan meselelerde ''sıkıntı'' olduğunu varsayarak tarihselci oluyorsak vay bize. Bu konuda Kur'an'ı Kerim'in bize delil olarak en başta bu ayetlerin bir kısmının kalktığını söylemesi lazım. Ya da kitabın tümünün neye binaen tarihsel olduğunu söylemiyorsunuz? Böyle bir bölümlemeyi yapmak, kitabı kafana göre tasniflemek, bu kadarı tarihseldir, bu kadarı tarihsel değildir demek, buna ilişkin bir delilin olması gerekir. O zaman senin getirdiğin öneri son derece öznel, son derece şahsi keyfi olmayacak mı? Nitekim tarihselciler arasında da bu tartışma var. Bir kısmı kitabın muamelatla ilgili hususlarına tarihsel derken bir kısmı şu kadarıyla ilgili, bir kısmı ise kitabın hepsi tarihsel diyor. Yani siz daha kendi aranızda tarihselliğin sınırlarını çözememiş çizememişken bizden Kur'an'ın tarihsel, Kur'an'ın bir kısım hükümlerinin geçersiz olduğuna inanmamızı istiyorsunuz. Bu çok temel bir sapkınlıktır. Sizin bu sorun olarak addettiğiniz şeyler gerçekten çözülememiş, ümmet 15 asırdır dut yemiş bülbül gibi suskun kalmış, şakımaktan aciz kara kara düşünürken siz birden peygamber edasıyla çıkıp vahiy gelmiş nebi gibi topluma daldınız. Bu sorunlarla ilk defamı karşılaşılıyor? Bu ve benzeri konular tarihte defalarca tartışılmış ve birçoğu da hükme bağlanmıştır.
Örneğin kölelik konusu; Kölelik 100 yıl öncesinde Amerika'da bir iç savaşa konu olarak kaldırıldı. Afrika'dan insanlar zorla Avrupa'ya Amerika'ya getirilerek köle yapıldılar. İslam'ın tarihinde hiçbir zaman böyle rezillikler olmadı. Avrupa'da kölelere acıdıklarından değil, sonradan sanayide kullanılacak insan istihdamına karşı köleliğin kaldırılması gerekiyordu ve zorunlu olarak kaldırıldı. Kur'an hiçbir zaman bize köle edinin diye bir ayet söylemedi. Kölelik bir veri olarak, bir durum olarak, realite olarak zikredilir. Kölelik bir olgudur köleliğin tasviye edilmesi, tashih edilmesi kitapta tavsiye edilir. Kur'an'ı kerimde sarp yokuş nedir bilir misin? Bir köleyi azat etmek özgürlüğüne kavuşturmaktır denmesi dikkat çekicidir. Ümmette bu duyarlılığı göstermiştir.
İslam'da yaptırımlar son derece sınırlıdır. İslam'da hukuk olduğu gibi hikmette vardır. Yani Kur'an evrenseldir. Kitabın bir takım hükümleri bugün uygulanamayabilir. Örneğin Kur'an'da Peygamber eşleriyle evlenmek yasaklanmıştır. Bu ayeti bugün uygulayamayız. Ama Peygamber eşlerinin özel bir durumunun olduğuna iman ederiz. Onlar bizim annelerimizdir. Ya da örneğin Kıtal (savaş ) ayetleri bugün şartlara göre ertelenebilir şartlar oluştuğunda uygulanır. Bu durum kıtal hükmünü ortadan kaldırmaz.
Tarihselcilerin iddia ettikleri diğer bir husus ise ibadet evrensel bunun dışında kalan her şey sosyolojiktir ve bunlar tarihseldir diyorlar. Bu ayrımı neye göre yapıyorsunuz? Bu ayrımı kitabın hangi ayetine ya da hadise göre yapıyorsunuz? Hiçbir şeye göre ya da kafana göre mi yapıyorsun? Senin kafan niye esas oluyor da benim olmuyor? Bu ibadet dediğin şeyle sosyolojik alan örtüşmüyor mu? Bir Müslümanın zihninde hayatın bütün alanları ibadet değil midir? Biz namazı ibadet görürken savaşı ibadet görmüyor muyuz? Biz muamelat denilen hususlarda birer Cellatamı dönüşüyoruz? Bizim her davranışımız ibadettir. İbadi ve sosyal ayrım dinde olmaz. Dinin sosyolojisi ibadettir, ibadeti sosyolojidir. Senin paşa gönlün istiyor diye ayrıştıramayız. Bu ibadet dediklerin sosyolojiye neden tekamül etmiyor? Mesala Hac tamamen sosyolojiktir, zekat tamamen iktisadidir. Namaz bile bir yönüyle Cuma namazı olarak, cemaatle kılınan namaz olarak sosyolojiktir. Bireysel sanılan her bir ibadetin sosyolojik boyutu vardır. İbadet neden evrensel oluyor da diğerleri tarihsel oluyor. Protestanlar ibadet olarak kiliselerde kadın erkek ilahilerle sıralarda oturarak ibadet ediyorlar. Ne kadar modern ibadet yapıyorlar! Bizde tarihsellik anlamında namazda uygulanan secde ve rükuyu kaldırabiliriz. Size göre bunu dememize mani nedir? Bu sizin keyfi yorumlarınızdır.
Tarihselcilik karşımıza yeni çıkan bu bidat anlayışı son derece mesnetsiz, son derece temelsiz ve son derece tehlikeli bir anlayıştır. Rabbim ümmeti Muhammedi her türlü yanlışlıktan, her türlü sapkınlıktan korusun. Mealcilikten, tarihselcilikten ya da muhafazakarlığın bir tür o muskaya indirgemiş Kur'an anlayışlarından, Kelamullah'ı bilgi nesnesi yapan modern sapkınlıklardan bizi uzak eylesin.