"Yeni Politik Kültürün Dünyasında” ve “Kalbin Akletmesi” Kitapları
Sivas Özgür-Der’de bu hafta Abdullah Buldur, Abdurrahman Arslan’ın "Yeni Politik Kültürün Dünyasında” ve “Kalbin Akletmesi” kitaplarını değerlendirdi.
Dernek binasında yapılan sunumun özeti:
Abdurrahman Arslan "yeni politik kültürün dünyası" ile modernitenin mutlak aklının ve sekülerizminin, yerini post-modernitenin nihilizmine ve rölativizmine bıraktığı bir dünyayı tasvir etmektedir. Bu dünya pozitivizmin ve ona bağlı olarak oluşan politik kültürün çözüldüğü, modern ezberlerin bozulduğu bir dünyadır. Gaybî olanın merkeziliğinin ve belirleyiciliğinin zıddına aklın ve bilimin belirleyici olduğu modern süreç, yerini artık bir merkezin, bir belirleyenin olmadığı, hakikat iddiasının terkedildiği, ideolojilerin küçümsendiği bir sürece bırakmaktadır.
Arslan'a göre yeni politik kültür İslam'ı etkilediği gibi Hristiyan dünyasını da derinden etkilemektedir. Hakikat algısının yerle bir edildiği bu kültür, emri bil maruf nehyi anil münker sorumluluğunun dışlandığı bir iklim oluşturmaktadır. Modern kültürle beraber zaten çözülmeye başlamış olan cemaat yapısı yeni politik kültürle tamamen yok olma tehdidi altına girmiştir. Benzer bir süreç Hıristiyan dünya için de geçerlidir. Hâkim nihilist atmosfer, Kiliseyi de tedirgin etmektedir. Bununla beraber pozitivizmin çözülmesi, eleştirilmesi dindarlar için bir imkân olarak da önümüzde durmaktadır.
Nihilizm ve rölativizm rüzgârıyla çözülmeye başlayan Batı dünyasını toparlamak için sorumluluk üstlenen Kilise, kaybettiğini yeniden ele geçirme derdindedir. Batının öteki ile Greklerden Hrsitiyanlığa oradan moderniteye kadar her zaman sorunlu bir ilişki kurduğunu düşünen Arslan, onların "öteki"ni ya yok edilmesi ya da sindirilmesi, eritilmesi gereken unsurlar olarak gördüklerini vurgulamaktadır. Bu bakış açısı yeni politik kültürün çözdüğü Batıyı da öteki üzerinden tanımlayacakları bir kimlik altında buluşmaya zorlamaktadır. Burada öteki haliyle İslam dünyasıdır.
Müslümanların öteki algısı ise daha farklıdır. Ontolojik olarak öteki şeytandır, insanlar ise inançlarına göre ötekidir ancak bir karar vererek her an öteki olmaktan çıkabilirler. İslam, öteki ile bir hukuk belirlemeyi, o hukuk çerçevesinde bir ilişki kurmayı önerir. Buna rağmen ulus devlet mantığı Müslümanın öteki algısında sıkıntılar yaratmış, "öteki" sınırlar üzerinden tanımlanır hale gelmiştir. Yeni politik kültür ise ulus devlet mantığını da çözmekte, ulus kimlikleri ve aidiyetleri anlamsızlaştırmaktadır. Arslan'a göre küreselleşme ile beraber ilişkilerin çözülmesine verilen tepkinin milliyetçilik üzerinden okunması yanlıştır. İlerde bunun artık deva olmadığı daha net anlaşılacaktır.
Müslümanlar çözülen, dönüşen bu politik kültürü henüz net anlayabilmiş değiller ne yazık ki. Bu bağlamda moderniteyle karşılaşan İslam dünyasında "İslam terakkiye mani midir, değil midir?" tartışması, bu sorunun sorulmasıyla zaten kaybedilmiştir. Zira bu ilerlemeci tarih anlayışını baştan kabul etmek demektir. "Dinimizi doğru anlasaydık, Batıyı geçerdik" tarzı bir akıl yürütmenin Batının bulunduğu konumu bir şekilde meşrulaştırmak olduğu, bu mantıkla da içtihad etmenin dini modern olana uydurmakla sonuçlanacağı görülemedi. Abdurrahman Arslan, Kuran'ın doğru anlaşılamadığı vurgusunun çok abartıldığını, bunun da onu anlamak için her yolu denemenin önünü açtığını, tarihselcilik gibi tezlerin bu sürecin sonucunda ortaya çıktığını değerlendirmektedir.
Arslan kendisini de bir İslamcı olarak görmekte. Ancak bizden önceki neslin hatasıyla sevabıyla bir şeyler yaptıklarını, onları eleştirel bir gözle değerlendirmek ve yeniden üretmek gerektiğini düşünmektedir. Bu anlamda sürekli analoji yapan bir zihin yapısının olumsuz bir miras olarak onlardan bize kaldığını, ümmet vurgusunun, batıya karşı mücadele azminin vs. ise olumlu miraslar arasında zikredilebileceğini ifade etmektedir.
Arslan'a göre hiçbir bilgi masum, tarafsız değildir. Her bilgi onu üreten düşünce dünyasının bir tezahürüdür. Bilgi onu üretenden bağımsız düşünülemez. Böylece Arslan, bilginin İslamileştirilmesi gibi tezlere karşı çıkmaktadır. Zira o bilgi zaten köken olarak bambaşka bir zihin dünyasından neşet etmiştir. Bu nedenle bizim âlim tipimiz özgündür. Öncelikle o Müslüman bir şahsiyettir. Gaybi olana, vahye iman ederek düşünmeye başlar. Yani sabiteleri vardır, verili hakikatleri vardır. Bunun üzerine düşünmeye başlar. Gazzali'nin bu bağlamda mühim bir konumu, örnekliği vardır. Döneminde felsefeyle Helenistik akılla mücadeleye girişmiştir. Arslan, Gazzali'nin Helenistik aklı eleştirmesini, aklı inşa edilen bir şey olarak tasvir etmesini çok önemli bulmaktadır. Akıl bağımsız, başlı başına bir güç değil, inşa edilen, etkilenen bir şeydir.
Abdurrahman Arslan tasavvufu da –mevcut tarikatlarda sıkıntılar olduğunu vurgulamakla birlikte- bir imkân olarak görmektedir. Onun insana, âleme dair tasavvurunun yeni politik kültüre, tüketim alışkanlıklarına bir cevap olabileceğini, cemaati yeniden inşa edebileceğini düşünmektedir.
Arslan'ın bu çok değerli iki kitabından hareketle sonuç olarak şunlar söylenebilir: Yeni politik kültürü iyi okumak, analiz etmek ve değerlendirmek zorundayız. Bunu yaparken Müslümanca bir zihin, bir hayat tarzı, sorumluluk bilinci inşa edilmeli, geçmişten gelen ilmi müktesebatımızla sorunsuz, komplekssiz bir ilişki kurarak çözüm aranmaya çalışılmalıdır.