Özgür-Der Van Şubesi Konferans salonunda gerçekleştirilen programda Mustafa AKMAN “ŞEFAAT-TEVESSÜL-VESİLECİLİK ” konulu bir sunum yaptı.
Mustafa Akman sözlerine; “Tanrı–insan ilişkisinde aracılık rolü üstlendiğine inanılan varlık kategorilerinin mevcudiyetine öteden beri hep inanılmış ve bu aracılara yüklenen fonksiyon ve nitelikler, dinden dine, kültürden kültüre değişiklik göstermiştir.” diye başladı.
Akman konuşmasını özetle şöyle sürdürdü; “Her ilahî dinin en temel öğretisi 'tevhid' olup, bu öğretide Allah ile insan arasındaki ilişki daima dolaysız olmak durumundadır. Yine bu öğretide, vahyedilmiş mesaj ve bu mesajı insanlara ulaştıran elçi, Allah ile insan arasındaki ontolojik farklılıktan kaynaklanan iletişim güçlüğünü aşma amacına matufen birer aracı konumundadır. Ancak, burada söz konusu olan aracılık, iletilmesi istenen mesajın tebliğinden öte bir anlam ifade etmemekte ve tabiatıyla bu da, tevhid öğretisiyle çelişmemektedir.
Ne var ki, peygamberlerin tebliğe memur kılındıkları ilk ve en temel mesaj, yaratıcının mutlak ve aşkın birliği inancı (tevhid), tarihsel süreçte ortaya çıkan dinî pratiklerde tahrifle eşdeğer bir dönüşüme uğramıştır.
Kur'an'ın yerdiği 'aracılar/aracılık' sadece sahte ilahları redde değil, aynı zamanda yaşayan veya ölmüş veliler/ azizler, gündelik zihinlerin karizmatik nitelikler yüklediği bazı soyut kavramlar, servet, iktidar, sosyal statü, ırksal üstünlük ve insanların düşünce ve isteklerine hâkim kılınan bütün düzmece değerlere de şamildir.
İslâmî gelenekte, gerek teorik gerekse pratik düzlemde karşımıza çıkan 'aracılık düşüncesi', bu düşüncenin kurumsallaşmış formunu ifade edecek nitelikte bir kavram düzeyinde tartışılmamıştır. Nitekim'şefaat', 'tevessül' ve 'intisap' gibi kavramlar, temelde bahis konusu düşünceyle ilintili olmalarına rağmen, genellikle bağımsız konular halinde ele alınıp incelenmiştir.
Bu bağlamda şefaat, tevessül ve intisap kavramlarının her üçü de Allah–insan ilişkisinde nihaî olarak aracılık fikrinin değişik tezahürlerini ifade ettiklerinden dolayı bunları aralarındaki anlamsal bazı nüanslara rağmen 'vesilecilik' üst başlığı altında incelemek mümkündür.
Akman konuşmasını şu şekilde temellendirerek sürdürdü; Şefaat meselesi Kur'an'ın, nüzul dönemindeki muhataplarının zihinlerinde saplantılı şekilde bağlandıkları bir inanç tarzı halinde bulduğu bir konudur. Kur'an'ın, sunduğu Allah ve ahiret tasavvuruna uygun bulmadığı için kaldırmak istediği ve fakat diğer hemen tüm emir ve nehiylerinde uyguladığı tedricilik, anlatımda çeşitlilik, gerekçelendirerek reddetme gibi usullerin her birilerini değişik vesilelerle kullanarak devre dışı bıraktığı bu anlayış, maalesef bilahare yeniden gündeme getirilebilmiştir.
Kur'an'da şefaatten söz eden bütün ayet ve ayet kümelerinde müfsitlerin konu edildiği ve onların belirtilen yanlış şefaat anlayışlarının farklı üsluplarla kınandığı açıktır.
İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren, Peygamber(ler)in şefaatinin hak olduğuna inanılmış ve bu inanç; 'Peygamber'imizin günahkâr müminlere şefaati haktır', şeklinde formüle edilmiştir. Ancak başlangıçta sadece Peygamber'e tahsis edilen şefaatte bulunma yetkisinin alanı, zamanla daha da genişletilmiş ve Kur'an, şehitler, hafızlar, şeyhler, cemaat ve mezhep liderleri, külliyat ve üstad gibi ikinci dereceden yeni şefaatçiler de ihdas edilmiştir. Ne ki Kur'an'da bu tarz bir şefaate onay veren sarih hiçbir nass yoktur. Keza Kur'an'da Allah'ın, isim belirterek herhangi bir kişiye veya sınıfa şefaat izni verdiğini açıklayan kesinlikle hiçbir âyet yoktur.
Kur'an'da 'izin' kelimesinin geçtiği bütün ayetler, bu kelimenin, bir ön kabul olarak şefaatin olacağını söyleyenlerin anladığının aksine, Allah'ın her zaman ve her uygulaması için işleyen ve hiçbir zaman değişmeyen sünnetullah/ sosyal yasaları anlamında olduğunu, ahiret hayatında da birileri için bu yasasının değişmesinin veya birilerinin bunun dışında davranmasının söz konusu olmadığını ifade ettiğini göstermektedir. Bu kavram, kesinlik ve va'din ötesinde, Allah'ın bağımsızlığını ifade etmek için kullanılan bir istisnadır. Dolayısıyla her ne şekilde olursa olsun Allah insan ilişkilerinde şefaat diye bir şeyin asla geçerli olmadığının bilinmesi gerektir.
Kur'an dışı zannî rivâyetlerle gayb alanına ilişkin akaid oluşturmak Hak'tan bir şey ifade etmemektedir. Zira şefaati Allah'ın razı olacağı ve izin vereceği kişilerin varlığına bağlamak ve âyetleri tersinden yorumlayarak onlardan şefaatin olacağı anlamını çıkarmak mümkün değildir. Çünkü Kur'an kurtarıcılık anlamında bir şefaati reddederek herkese, kendi yaptığının karşılığını alacağını deklare etmektedir.
Bütün peygamberler dâhil uhrevî kurtuluşu hedefleyen talepler yani dinî anlamda şefaat, Allah dışında hiç kimseden istenemez.
Âhirette şefaatin olacağını belirten rivâyetler Kur'an'ın açık ifadelerine aykırı olduğu gibi, kendi içinde de birçok tutarsızlık içermektedir. İşte biraz da bu tür nedenlerle Kur'an'ı, fırka ve mezheplerin, rivâyetler ve açıklamalarla yönlendirilmiş geleneksel anlayışlarının dışında, kendi bütünlüğü ve anlatım metodu içinde anlamak gerekir.
Akman konuya dair rivayetler hakkında ise şu değerlendirmeyi yaptı: Eskiden beridir şefaatle ilgili rivâyetler, Kur'an ayetleri doğrultusunda anlaşılacağı yerde, ayetler söz konusu rivâyetler doğrultusunda anlaşılmakta, yorumlarla onlara uydurulmakta ve Kur'an'a, söylemediği şeyler söylettirilmektedir.
Akman tevessül konusunda ise şu değerlendirmeyi yaptı: İslâm literatürü incelendiğinde tevessülün, sadece Allah'a yönelmek anlamı taşıyan bir dua ve tevessülde asıl maksadın Allah (c) olduğu malumdur. Vesile ise, Allah'a yakınlık tesis etmeye sebep olan davranışlardan ibarettir. Bu sebeple günümüzde anlaşıldığı şekliyle aracı edinmek anlamında bir tevessül, kesinlikle doğru değildir.
Tevessül çeşitlerinden Esmâ-i Hüsna, salih amel ve hayatta olan bir insandan dua talebi ile tevessül gibi konularda ulema arasında ciddi bir ihtilaf yoktur. Peygamberler ve salihlerin Allah nezdindeki mertebesi ve hakkı ile tevessül ve vefatından sonra peygamberler ve sâlihlerle tevessül konusunda, konu hakkında yapılmış birtakım anlamsız itiraz ve cedellere itibar etmeden bu yöndeki bütün teşebbüsleri tamamıyla reddetmek icap etmektedir.
Hadis mecmualarında, tevessülün bütün bu çeşitlerini destekleyen pek çok rivâyete rastlamak mümkündür. Ancak, yapılan tetkikler, bu hadislerin hemen hepsinin sened ve metin yönünden problemli olduklarını göstermiştir.”
Akman konuşmasının son kısmında intisap konusuna değinirken şunları söyledi: Aracılık fikrinin önemli bir uygulama şekli de, müesses tasavvuftaki, şeyhe 'intisab' düşüncesidir. Sûfîler, kendilerine özgü dinî söylemleriyle geniş halk kitleleri nezdinde büyük bir teveccühe mazhar olmuşlardır. Bu mazhariyetle birlikte, kurumsallaşmış tasavvuftaki evliya hiyerarşisi içinde yer alan sivil ruhanilerin Allah'a daha yakın oldukları ve O'nun katındaki ricalarının geri çevrilmeyeceği gibi fikirler yaygın kabul görmüştür.
Bu konuların fıkıh ve kelâm gibi disiplinlerde yeterince tartışılmamış olması ise ciddi bir boşluk yaratmış ve bu boşluk maalesef, popüler İslâm'ın kadim temsilcileri olan sûfîler, vaizler ve kıssacılar tarafından doldurulmuştur.
İnsan–Allah ilişkisinde 'aracı' ihdas etmek (vesilecilik), vahye muhatap olmamış toplumlar için mazur görülebilir. Ancak, Kur'an'a dayanan bir toplumda bu tarz bir fikrin görülmesi son derece düşündürücüdür. Şüphesiz, bunun pek çok nedeni vardır. Bize göre en önemli neden, Kur'an'ın bu konudaki beyanlarının tam olarak anlaşılamaması veya yanlış anlaşılmasıdır.
Akman konuşmasını şu şekilde tamamladı: Hâlbuki Kur'an'ın temel öğretisi tevhittir. Tevhidin özü ise, her konuda Allah'ın mutlak birliğinin ikrar edilmesidir. Allah–insan ilişkisi de, işte bu ikrarda ifadesini bulacak şekilde gerçekleşmelidir. Aksi halde tevhidin ihlali ve bunun Kur'an terminolojisindeki karşılığı ise şirk olacaktır. Nitekim ilgili ayetlerde, bazı varlıklara Allah–insan ilişkisinde aracılık misyonu yüklenmesi, açıkça şirk olarak tanımlanmıştır.”
Konuşmanın sonunda soru-cevap kısmı ile konferans tamamlandı.
Haksoz Haber / Hamza Akman