Panelin açılış konuşmasını yapan Sıddık Beyazyüz ulus ve uzantısı kavramların modernitenin ürettiği süreçlerin ürünü olduğunu belirterek ulusçu paradigmanın ilahi dinlerin vazettiği tanrıya ait nitelikleri gasp ettiğini, dinsel temelli ontolojik kimliğe alternatif olarak geliştiğini, hayatın sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, ahlaki vb. tüm alanlarını şekillendiren bir kuşatıcılığa sahip olduğunu söyledi. Ulusçu ideolojinin kitlelere benimsettirilme biçimleri üzerinde de duran Beyazyüz, özellikle de eğitimin ve üretilen özel günlerin bundaki rolünün önemli olduğunu ifade ederek kitlelerin önüne ulusçuluğun bir din olarak konulduğunu ve devletin de neredeyse ulusun tanrısı ilan edildiğini ve sonuç olarak da vatandaşlardan tam bir bağlılık, sadakat istendiğini kaydetti.
Son olarak ulusçuluğun Türkiye'deki oluşum ve gelişim sürecine değinen Beyazyüz sürecin İT ile başladığını, tamamen bir Batı kopyası olduğunu belirterek ulusçuluğun Türkiye'de ilkin ırk temelinde yükseldiğini ve süreç içerisinde de resmi ideolojiye dönüştüğünü söyledi. Beyazyüz, coğrafyamızda asırlık acılara sebep olan ulusçuluk çözümlemesinin kendi tutsaklığımızı gereğince kavrama ve özgürleşme için önemli olduğunu kaydederek sözü Türkmen'e bıraktı.
Tebliğinde bugünden hareketle dünü değerlendiren Hamza Türkmen, ilk olarak Türkiye'deki sistem rötasyonu üzerinde durdu. Bu bağlamda ulusçuluk konusunun da teorik/akademik bir olgu olmaktan ziyade gündemle doğrudan irtibatlı olduğunu kaydeden Türkmen, MGK genel sekreterinin sivilleştirilmesi, DGM'lerin kapatılması, sivil denetimde işkencenin kaldırılması, Ergenekon operasyonları, Kürt açılımı vb. dikkat çekerek bütün bunların Türkiye'de sistem için çok önemli bir değişim sürecinin yaşandığının göstergeleri olduğunu söyledi. Özellikle de Dersim olayları tartışmasının Türkiye tarihinde ilk defa üst düzeyde gündem bulduğunu vurgulayan Türkmen Başbakan'ın "Dersim katliamı" demesinin önemine dikkat çekti.
Yine Türkiye'de ilk kez sivillerin JİTEM'e, diğer adıyla Özel Harp'e dokunduğuna dikkat çeken Türkmen, emekli olsun olmasın paşaların yargılanmaya başlanması ve muvazzaf subayların gözaltına alınmasını da hatırlatarak bunun güçlü, halkın gözbebeği, güvenilir tek kurum ordu imajını sarstığını belirterek "Bu, Türkiye'de vesayet rejimini oluşturan Mustafa Kemal'in ordusuna açık bir müdahaledir!" dedi.
Gelinen aşamada olanca baskı ve manipülasyonlara karşın hükümetin Açılım'ı ve diğer değişim politikalarını sürdürmedeki ısrarının önemine de değinen Türkmen, Türkiye kamuoyunun ikiye bölündüğünü, kemikleşmiş Kemalist muhalefetin anketlere sığındığını, diğer yandan hükümetin belli oranlarda oy kaybına uğradığını belirterek ancak bütün bunlara karşın hükümetin ısrarının önemli ve dikkat çekici olduğunu söyledi. Bu noktaya gelindikten sonra geri dönüşün yol açabileceği tehlikeli duruma da atıf yapan ve Özal'a göndermede bulunan Türkmen "Erdoğan'ın da dediği gibi bu işin geri dönüşü yok. Çünkü geri dönüş siyasi olarak idam sehpasına gitmektir." dedi.
Türkiye'de egemen resmi ideoloji olan Kemalist ulusçuluk konusunun da bu gündemlerle birlikte düşünülmesi gerektiğinin önemi üzerinde duran Türkmen, ancak maalesef ki Türkiye Müslümanlarının 28 Şubat Sürecinde üzerlerinden geçen tanklarının hala da yoğun etkisini taşıdıklarını ve bu yüzden de ulusçuluk konusunu ve düzenin mevcut durumunu yeterince tahlil edemediklerini belirtti. Yüceltmeci/sığınmacı tutumların yanı sıra aynı zamanda yüzeysel/hayattan kopuk muhalif tavırların da süreci anlamlandırma ve İslami mücadeleyi ilerletme yönünde kendi lehine dönüştürmekten aciz olduğunun altını çizerek "Tevhidi kaygılarını yanına alarak konuyu nesnel bir şekilde ele alan, tartışan ve tahlil eden insanlara ihtiyacımız var." dedi.
Müteakiben sistemin restorasyonu sürecinde üç temel aktörün bulunduğunu kaydeden Türkmen bunlara dönük saptamalarda bulundu. Bu meyanda "TSK"yı birinci aktör olarak değerlendiren Türkmen, Ordu'nun şu anki bazı egemen paşaları resmi ideoloji olarak Kemalizm'i ve Türk ulusçuluğunu yeniden tanımlamak istediğini söyledi. İkinci aktör olarak "Çevre"nin muhalif potansiyelini gösteren Türkmen, Türkiye'de çevrenin, daha çok muhafazakâr kitleler ve temsilcilerinden oluşan dışlanmış kesimlerin ilk kez bu yoğunlukta sistem içerisinde kendisine yer kapmaya başladığını ifade etti. Daha önce ilk olarak çevrenin kısmen Menderes'le bu imkânı elde ettiğini kaydeden Türkmen, ancak bunun darbeyle bastırıldığını hatırlattı. AK-Parti'nin ise gelinen noktada çevreyi merkeze taşımayı üstlenen bir parti görüntüsü verdiğini söyledi. Üçüncü aktörün ise "AB ve ABD" olduğunu belirten Türkmen, bu küresel kapitalist aktörlerin TC sisteminin istikrarından emin olmak istediğini ifade etti.
Türkiye'de Türklüğün yeniden tanımlanması bağlamında başlayan ulusçu ve Kemalist resmi ideoloji tartışmalarında küresel sistemin beklentilerine de dikkat etmek gerektiğini belirten Türkmen, ordunun buna bağlı olarak kendisini yenilemek istediğini ve dolayısıyla Başbuğ'un 14 Nisan 2009 tarihli konuşmasının da bu bağlamda hatırlanmak durumunda olduğunu söyledi. Söz konusu konuşmada Başbuğ'un Türklüğün hiçbir zaman ırk temelli olmadığı tanımlamasının spekülatif bir yalan olsa da onu kültür temelinde tanımlamasının da önemli olduğunu belirten Türkmen, bunun Kemalist Türklük tanımından büyük bir kopuşu ifade ettiğini kaydetti. Bu meyanda TSK'ın kendisine bağlı yandaş aydın ve akademisyenler kadrosunun icraatları ve güçlerine de dikkat çeken Türkmen, aslında 12 Eylül 1980 Darbesi'ne müteakiben TSK'nın sistemin klasik Kemalist-ulusçu yapısının tıkandığını gördüğünü ve nitekim Metin Heper'e yazdırılan ve 1985 yılında İngilizce yayınlanan "Türkiye'de Devlet Geleneği" isimli kitabın da bunun örneklerinden olduğunu söyledi. Söz konusu kitapta Kemalist-ulusçu resmi ideolojinin akademik bir özeleştiriye tabi tutulduğunu belirten Türkmen, sistemin bekası için bir ideoloji/şekil olarak algılana gelen Atatürkçülüğün bir dünya görüşü/öz olarak algılanması gerektiği yönünde çağrıların dillendirildiğini kaydetti. Gelinen noktada ise küreselleşmenin de zorlamasıyla TSK'nın buna yanaşmak durumunda kaldığını söyledi.
Sistemin restorasyonunu gerektiren bir diğer faktörün de mevcut küresel ve bölgesel güç çatışmaları olduğunu kaydeden Türkmen, enerji koridorlarının güvenliği için ABD'nin de AB'nin de, Çin'in de Rusya'nın da Türkiye köprüsünü istikrarda tutmak istediğine dikkat çeken Türkmen, diğer yandan hemen tüm aktörlerin özellikle de Amerika'nın bölgede Türkiye'yi model bir ülke yapmak istediğini söyledi. Türkmen sonuç olarak "Büyük Türkiye" hedefinin AK-Parti'yi, TSK'yı ve küresel aktörleri birleştiren ortak bir özlem olduğunu belirterek başta Kürt Açılımı olmak üzere sistemin restorasyonunu amaçlayan çoğu reformda da Beşir Atalay'ın da ifade ettiği gibi devlet kurumları arasında bir mutabakatın bulunduğunu, ekonomik kalkınma, hizmet ve özgürlükler alanında alan açma özlemiyle siyasal düzlemde İslamcılık gömleğini çıkaran AK-Parti'nin de, Fethullah Gülen Cemaati'nin de liberallerle ittifak temelinde bu restorasyonda öncü olmaya talip olduğunu kaydetti. AK-Parti'nin topluma ve dar gelirli kesime yayamasa da ekonomik politikalarında gözle görülür bir başarı yakaladığını belirten Türkmen, buna örnek olarak kendisinden önce yüzde 45'i otomatikman faize giden yıllık bütçe oranının yüzde 20'lere düşürülmesi, işkencenin kimi istisnalar haricinde sıfıra indirilmesi ve özellikle de dış politikadaki becerisini örnek verdi.
Ulusçuluk konusunun bu pratik arka planla birlikte düşünülmesinin önemini tekrar tekrar vurgulayan Türkmen, tebliğinin geriye kalan kısmında da kısaca ulusçuluk terminolojisini ve bu cümleden olarak ulus (nation), ırk, soy, aile, aşiret, kabile, şu'b (halk), kavim, ümmet ve millet kavramlarını irdeleyerek değerlendirmelerde bulundu. Tebliğde ulusçu ideolojinin ve dayandığı değerler dizgesinin Batı'nın kendi tarihsel gelişimi içerisinde okunmasının şart olduğunu, bunlarının Türkiye'nin de dahil olduğu İslam coğrafyasına dışarıdan ithal edildiğini ve İslami kimliğe alternatif olarak dayatıldığını, gelinen noktadaysa Türkiye'deki sistem restorasyonun bir sonucu olarak despotik kan ve ırk milliyetçiliğinden görece demokratik olan kültür milliyetçiliğine geçildiğini, bunun sunacağı avantajların iyi tahlil edilmesi gerektiğini ancak bunun ulusçuluğun bittiği yönünde algılanmaması gerektiğinin altını çizildi. Yine panelde altı çizilen bir diğer olgu da, sistemin eski hali ile restore edilmeye çalışılan yeni halini, Müslümanların Mekke Dönemi'nde Sasanilerin hakim olduğu despot İran'a değil de, Nasrani bir yönetim altında daha hukuki olan Habeşistan hicret etmesi bağlamında algılayıp değerlendirmek gerektiğini Muntahine Süresi'ndeki konuyla ilgili ayetler ışığında değerlendirildi. Buna göre sistem içi hukuki gelişmelerden hak ve adalet temelinde ve ilkeler ışığında mümkün olduğu oranda istifade edilmesi gerektığını belirten Türkmen, bununla birlikte asıl olan gelişmelerin akıntısına sürüklenmek değil, hazarda veya seferde kendi kimlik ve tanıklık gemimizi inşa etmeyi temel görev bilmemiz lazım geldiğini belirtti. Cahili sistemde şartların hukukileşme ve özgürleşme bağlamında iyileşmesinin bizi Rum'un ordusuna nefer yapmaması gerektiğini, uygun şartların bizi yumuşatıp uyuşturması değil, imkanlar dolayısıyla diriltip kendi fikri ve ameli tanıklık görev bilincimizi kamçılaması gerektiğini vurguladı.
Verilen araya müteakiben dinleyicilerin de aktif katılımıyla devam eden Panel, Sıddık Beyazyüz'ün yaptığı duyuruların ardından sona erdi.
Haber: Haşim Ay