“Neo-Sol / Neo-Liberal Yorumlar ve Müslümanlar”

Özgür Der Ümraniye Şubesi’nde “Neo Sol ve Neo Liberal Yorumlar Arasında Müslümanlar ” başlıklı bir panel yapıldı.

Özgür Der Ümraniye Şubesi’nce 21 Nisan Cumartesi akşamı, Çamlıca Sabahattin Zaim Kültür Merkezi’nde bir panel düzenlendi. “Neo Sol ve Neo Liberal Yorumlar Arasında Müslümanlar ” konulu panelin konuşmacıları Murat Aydoğdu ve Musa Üzer’di.

Osman Nuri Özyurt’un yöneticiliğini yaptığı panelde ilk sunumu Murat Aydoğdu yaptı. Aydoğdu özetle şunları söyledi:

“Sol olsun liberalizm olsun bu kavramlar basit kavramlar değil, bir çok arka planı var. İktisadi toplumsal dini kültürel anlamı var. Sağ statükocu yani değişime direnen kesime deniyor. Sol ise değişimci olarak bilinir ve kabul edilir. Müslümanlara da Türkiye’de daima sağ kimlik yapıştırılmıştır. Müslümanlar tarih boyunca sürekli bir şeyleri korumaya çalışmışlardır. Müslümanlar, siyasi yapıyı iktidarı –özelliklede Türkiye Cumhuriyetinin ilanından sonra- devlet mekanizmasını koruma gibi bir güdüleri olmamıştır, özellikle ilk zamanlar muhaliftiler. Burada söz konusu olan –biraz girift olmakla birlikte- gelenek, örf ve adetler var. Yani Müslümanlara sağ kimlik yapıştırılmış olarak duruyor.

İslam dünyasında durum biraz bizden farklı. Mesela Lübnan’da sağ Müslüman onlara itici geliyor. Bunun sebebi de işgal döneminde kendilerinden olmayan bir yönetimin iş başında olduğundan olsa gerek.

Devrimci hareketi ise bir halk hareketi olarak tanımlarsak, büyük bir devrim yada ihtilal. Sol değişimci ama hangi değişim? Biz bunların hangisinde neresindeyiz? Sağcı yada solcu denilince genel olarak dünyada ana 2 akımdan bahsediliyor: liberalizm ve sosyalizm.

Birey esaslı olana liberalizm diyoruz. Liberti özgürlükten gelen bir kelime. Bireyi önceliyor. Sosyalizm ise toplumu önceliyor. En basit kelime anlamı ile böyle.

Sol için özgürlükçü denir ama uygulamalarına baktığımızda bunun hiçte öyle olmadığı görülür. Bu kavramlar batılı paradigmanın ürünü olup bizlere ittihat terakki aracılığı ile intikal etmiş diyebiliriz.

Bu kavramlar bize tam uymadığı içinde sürekli sorunlar yaşanmış ve bir türlü oturmamıştır. Yaklaşım seküler yani dünyevi olduğu için mülkiyette ve iktidarda sorunlar yaşanıyor. Bütün bu kavramların hepsinde sermayeden iktidara kadar sürekli sorunlar yaşanmıştır. Yani mülkün nasıl paylaşılacağı ile ilgili kavgalar yaşanıyor. Mülkün kazanılmasında sorun yok ama nasıl paylaşılacağı konusunda, gerek sosyalizmde gerekse kapitalizmde büyük kavgalar yaşanmıştır.

Liberalizmin 4 temel ilkesi vardır. Bunlar: bireysellik, akılcılık, serbest piyasa ve sınırlı devlet. Liberal yaklaşımın en temelinde, “ahlakın temeli hazdır” prensibi geliyor. Ve daha işin başında bizden ayrılıyor. Çünkü biz ne mülkü paylaşmayı düşünüyoruz –mülk Allah’ındır- nede ahlakımızın temeli hazdır. Dolayısı ile batının bu paradigması ile taban tabana zıt bir anlayışımız var.

Liberalizm de acımasız bir rekabet, yardımlaşmanın yadırgandığı bir anlayış vardır. Sürekli rekabete dayanan bir yaklaşım vardır. Aslında rekabet insanın doğasında vardır ama bu sıkıntı bu rekabeti yönlendirmede ortaya çıkıyor.

Avusturya Ekolü’nün ünlü ismi Ludwig Von Mises:

“Halk yığınları, oy veren, demokrasilerde hakim olan şu milyonlar bilmeliler ki sahte doktrinlere alet oluyorlar. Sadece Piyasa üzerine kurulu bir toplum onlara arzuladıkları refahı verebilir. Ama halkı ikna etmek için önce elitleri, aydınları ve iş adamlarını ikna etmek gerek.”

Diyor. Şunu peşinen söylemek gerekir ki; Liberalizm, sosyalizmi yenmiştir. Dünya tarihinde de Türkiye’de de yenmiş ve bir kenara atmıştır. Sosyalizm yenilmiş bir ideolojidir.

Bugünkü mevcut iktidarda bunu çok iyi okudu. Şuan iktidar kendi elitlerini oluşturdu kendi aydınlarını oluşturdu, kendi işadamlarını oluşturdu yani liberal politikaları başarılı bir şekilde uyguladı. Sonrada halk ikna edildi. Çünkü artık gerisi argümandır. Dolayısle bu hareket Türkiye soluda fazlasıyla kıran bir harekettir. Şuan %50 ile iktidarda. Demokrat parti zamanında buna benzer şeyler yapılmaya çalışılmıştı. Bunu övmek için söylemiyorum bu bir realitedir. Demokrat Partiden AK Partiye kadar gelene kadar muhafazakar milliyetçi liberal ekonomiyi takip eden kurumlar kuruluşlar bireysel hareket alanlarını açtıkları için, toplumsal örgütlenmelerin önünü açtıkları için toplumu daha bir gevşetmişlerdir ve Müslümanların bunlara meyletmesinin ana nedeni budur.

Bu değişimi CHP yapmaya çalıştı fakat bürokratik kadroları nedeniyle bunu yapamadı. 12 Eylül öncesinde de liberal ekonomiyi yapmaya çalıştılar yapamadılar. Hatta AK Parti öncesinde Kemal Derviş geldi yapamadı. Bunun sebebi de katı bürokratik yapıydı.

Dolayısıyla sağ iktidarlar, Demokrat Parti 1947 de CHP’nin kapitalistleşme yani serbest piyasa kapitalizmine geçiş için 1947 mecliste karar alıyor ama uygulayamıyor. En başta kendi kadroları direniyor. Ve daha sonra bunu Demokrat Parti yapıyor. 12 Eylül’den sonrada ANAP yapıyor. Ve son olarak AK Parti yapıyor.

Burada rekabet unsurunu iyi incelememiz gerekiyor. İnsana hakkının karşılığını vermek olarak bilinen rekabet, liberalizm çok güçlü bir silahı, insanları ikna eden bir silahı konumundadır. Ama birde sinerjik rekabet vardır. Sinerjik karşılıklı yardımlaşma ile rekabettir. Olması gerekende ve doğru olanda budur.

Birde idealist bağlılık rekabeti vardır. En katı totaliter yönetimlerde bile ilk iktidara gelişte, idealist bir kadro ile bir miktar ilerle sağlar. Ama bir müddet sonra bu ilerleme durağanlaşır. Bu TC’nin ilk yıllarında da böyledir, Sovyet devriminde de böyledir, İran devriminde de böyle olmuştur. Hatta AK Parti için bile böyledir diyebiliriz. İlk iktidara gelip idealist bir şekilde bir şeyler yaptıktan sonra bir süre sonra yozlaşma başlıyor. İşte bu idealist rekabettir.

Bunun sebebi de; liberalizm insanı lüks tüketime alıştırarak onu motive ediyor diğer dünya görüşleri bunu yapamıyor. Sosyalist hareketler bunu yapamıyor sadece bir itiraz olarak kalıyor. Daha sonra iktidar olan sosyalist hareketler, bireysel olarak yapamadığı sermaye birikimi ve mülk edinimini iktidara gelince devlet eliyle, devlet kanalı ile elde ediyor. Aradaki fark budur.

Türkiye’de liberal söylem, liberal özgürlük –tüketim özgürlüğü- bizim yaşam tarzımızı değiştiriyor ve bizi içten içe çürütüyor. Özellikle iktidar odaklı bu liberal yaklaşım bizim yaşam tarzımızı değiştiriyor, kültürümüzü değiştiriyor lüks tüketime yönlendirip ve Müslümanları maalesef asıl çürütende budur.

Bizde, buna itiraz ederken de sol söyleme düşme yanlışlığı yapılıyor. Soldaki en büyük sıkıntıda emansipasyondur. Liberalizm nasıl sağın hastalığı ise emansipasyonda solun hastalığıdır. Emansipasyon, tanım olarak: “mevcut engellerin tamamen ortadan kaldırılmasıdır.” Buna din gelenek aile ve ahlakta dahildir. Yani sol kültür itiraz ederken sadece iktidara itiraz etmiyor senin kültürüne de itiraz ediyor. Sol, “bu din sahte bir dindir” diyor çünkü solda aydınlanma felsefesinin penceresinden bakıyor ve başka şey görmüyor. Ve önündeki bu engeli yani dini yıkmak içinde sekülerlikle işbirliğine gidiyor. Örnek verecek olursak, geleneksel dini yıktığı için Mustafa Kemal’e hayran olabiliyor. Ve bizim ahlaksızlık olarak gördüğümüz bir çok şeye, sol, özgürlük adı altında olumlu yaklaşıyor. Sol İslam anlayışı tabuları kırarken, dinin aslını da yıkmaya başlıyor.

Sağ ile solu aynı kefeye koyabilirmiyiz? Sol, İslamdan nefret ediyor kavgasını iktidarla değil islamla yapmaya başlıyor. Sağ ise dine karşı bir düşmanlık beslemiyor, aradaki fark bu. Türkiye’de ki sol İslam’dan ciddi ciddi nefret ediyor. Birisi ıslah edilmesi gereken bir pozisyonda iken diğeri düşman pozisyonunda duruyor.

Soldan etkilenen İslami söylemde muhafazakar anadolu insanına karşı çıkmaya başlıyor. Kavgası iktidarla değil, geleneklerle oluyor, bu geleneklerin ıslahı ile değil, küçümsemeyi getiriyor. İşte emansipasyonun ürünüdür bu. Bizim tavrımıza gelince: biz dünya tarihini kurana baktığımızda mustazafların –bize düşmanlık belemeyen- yanında durmamız gerekir. Karşımıza 2 kavram çıkıyor, mazlumun yanında duracaksın, zalime karşı çıkacaksın. Mazlumun dini sorulmaz, bozulmuş dini anlayış düzeltilmeye çalışılır ama kavga etmek yanlıştır.

Son olarak bir ayetle sözlerimi tamamlayım. “sadece Müslümanlar olarak can verin””

İkinci konuşmacı olarak Musa Üzer’de şunları söyledi.

“Liberalizm ve solun daha çok Müslümanlar üzerindeki etkileri, yansımaları ve sapmaları üzerinde durmak istiyorum. Bu sapma yada etkilenme sebepleri arasında yenilgi, başarısızlık, mücadeleyi yürütememe, örgütsüzlük yada zayıf örgütlülük, sistemin güçlü olması gibi şeyleri sıralayabileceğimiz gibi, Türkiyeli Müslümanların dört başı mamur bir siyasal sosyal bir yapılanmaya sahip olmamasını, istikrarlı bir örnekliğe sahip olmamasını da söyleyebiliriz.

Etkilenme sürecinde 80lerde soldan etkilenme daha fazla iken 28 Şubat sürecinden itibaren de liberal düşünceden etkilenme daha fazla olmuştur. Özellikle son dönemde liberal söylemden, liberal düşünceden –iktidarla da paralel düşünürsek- duyarlı olan Müslümanlar siyasal sosyal olaylara yaklaşımda tezlerini, itirazlarını, örneklerini genelde sol ve ulusalcı kesimden almakta. Paradoksumuz maalesef bitmiyor. Örnek verecek olursak, Suriye intifasında sol düşünceden etkilenen Müslümanlar, yeni kapitalist Pazar ve emperyalizmin bölgeyi yeniden dizayn ettiği tezine inanıyorlar ve bunu kullanıyorlar. Bazı lümpen dar İslamcı öbekler solun bu tezine inanıyorlar. Bazı Müslümanlarda bu tezin ikinci kısmına yani emperyalizmin bölgeyi yeniden şekillendirdiği kısmını alıyorlar. Türkiyeli Müslümanlar maalesef dört başı mamur siyasal sosyal bir usulleri yok. Siyasal, sosyal bir olayı hangi kritere göre değerlendirecekler, analiz edecekler kendilerine has bir şeyleri yok. Dolayıyla verili malzemeleri alıyorlar, verili usulleri tezleri örnekleri alıp kullanıyorlar. Bu ya sol oluyor ya da liberal oluyor. Yani ya dönemsel olarak ya da durduğu yere göre değişiyor.

Türkiyeli Müslümanlar üzerinde liberal etkilerden söz edecek olursak, genellikle kısır bir tarihselleştirme, dönemselleştirmeden bahsediliyor yani olan biten her şeyi son 10 yıla hapsetme yaklaşımı tavrı var. Buda sorunu anlamada ve tahlil etmede önemli bir sorun teşkil ediyor. “AKP ile birlikte Müslümanlar liberalleşti, Müslümanlar saptı, Müslümanlar kaydı” tavrını gösteriyorlar oysa yapılması gereken Türkiye’de İslamcılığın en yükselişte olduğu dönemleri de esas alarak meseleyi değerlendirmek gerekir. Yaklaşımın, doğru olanın bu olması gerekiyor. 1990’ların ortalarına kadar İslamcılığın en yükselişli olduğu dönemdir. Mesela bu dönemde bakıyoruz, bazı yayın organlarına bakıyoruz; Kitap Dergisi. Kitap Dergisi dönemine göre kalem açısından entelektüel açıdan iyi bir pozisyonda. Dergide batılı düşünürlerin batıyı eleştirel yaklaşımları üzerinden bir modernizm eleştirisi görüyoruz. Ortaya çıkan durum post modern bir yaklaşımdır, anlayıştır. Batıyı yine batının malzemesi ile eleştiriyor. Bu yaklaşımı İsmet Özel’de, Ali Bulaç’ta da görüyoruz.

90’larda ise, cemaat ve İslamcılık eleştirilerinin yapıldığını görüyoruz. Cemaat bireyi öldürüyor, üretimi köreltiyor gibi yaklaşımlarla, eleştirilerle bireycilik özendirilmeye çalışılıyor. Bu tartışmalar yaşanırken henüz sistem işin içinde yok, Müslümanlar kendi arasında bunları tartışıyorlar. İşkence, baskı veya herhangi bir ideolojik baskı henüz yok. -92-93 yılları-

Liberal etkiler bu anlamda çok sınırlı, daha çok üniversite ortamlarında karşılaşabiliyoruz. O dönemde cemaatlerin gücü daha fazla. Batıyı yine batılı düşünürlerin eleştirileri ile eleştiren kesimler bunu biraz daha İslami söylemle yapmaya çalışıyorlar ve Bilgi Hikmet gibi dergiler çıkarmaya başlıyorlar. 91’de 92’de bu tür yayınlarda Medine vesikası tartışmaları yaşanıyor. İslamın hakim siyaset olduğu yanlış olduğu, ötekiyle çok hukuklu yada hakem ilişkisi şeklinde bir model öneriyordu. Yani İslam devleti söylemini yanlış görüyordu. Ama bu anlayış o dönemde çok tepki çekti. Daha sonra 94 yerel seçimleri ile birlikte “mücahitti müteahhit” oldu eleştirileri başladı. Bu tür tartışmalar, eleştiriler 90’lardan itibaren yapılmaya başlamasına rağmen bugün sanki bu tartışmalar yeni yeni ortaya çıkıyormuş gibi davranılıyor.

28 Şubat’a geldiğimizde İslamcı cemaatler, hareketlerin ciddi anlamda bir çözülme ve zayıflama sürecine girdiğini görüyoruz. İdeolojik söylemde ise epeyce bir törpülenme var. Liberal düşünceye doğru bir törpülenme var. Darbe sürecinde bunu engelleyebilecek mücadele pratikleri ele aldığımızda özellikle çok iyi imam hatip eylemleri oldu. Ama neticede başarısızlıkla sonuçlandı çünkü kesintisiz eğitim kabul edildi. Bu ciddi bir moral bozukluğuna neden oldu. Başörtüsü yasağı ile ilgilide önemli eylemler ortaya konmasına rağmen yasak uygulanmaya devam etti ve bir yerde eylemler başarısızlıkla sonuçlanmış oldu. Bu da sokak eylemlerine karşı, “bu iş sokakla olmaz” “bu iş eylemlerle olmaz” yaklaşımı ortaya çıktı.

Bu yaklaşımlar ideolojik etkilenmenin tezahürüdür. Darbe süreciyle birlikte, kısık sesle yapılan İslamcılık eleştirileri güçlü bir şekilde yapılmaya başladı. İslamcılığı mahkum eden yaklaşımlar arttı. Örnekleyecek olursak Ahmet Kekeç’in Yağmurdan Sonra romanını söyleyebiliriz. Romanda, İslamcılığı kökü dışarıda olmakla, Seyyid Kutup’un bize uymadığı söylemleri yüksek sesle dile getirilmeye başladı.

O dönemde, geleneği merkeze alarak yapılan bu tür eleştiriler, İslamcılığı değişime zorladığı ve değişime girdiklerini gösteriyor. Cemaatlerin kendini tanımlamada bir sorunları yoktu. Devletin baskısı artması ile birlikte sivil toplum örgütü denen derneklerin kullanılmaya başladı.

Liberal düşünceden etkilenen kesimlerde tarihselci yaklaşımlar baş göstermeye başladı. Gerilim ve çelişki doğuran konulardan kaçınılırken sığınılacak en iyi yer tarihselcilik gibi görünüyordu.

İslami kesimde, “yapılması gerekenleri zaten parti yapıyor” düşüncesi çok hakim olmaya başladı.

Yine bu dönemde, Medeniyetçilik söyleminin çok sevildiğini ve çok tutulduğunu görüyoruz. Geçmişte de var olan bu yaklaşım 28 Şubat sonrası daha bir artarak depreşti diyebiliriz. Bunun somut tezahürü de kendini çok önemseme şeklinde ortaya çıkıyor.

Soldan etkilenen İslami kesimde devlet tarafından yapılan zulümlerde seslerini alabildiğine çıkarırken, soldan gelen bir yanlışa karşı sessiz kaldığını görüyoruz. Eleştirilerinin büyük bir çoğunluğunda soldan etkilenme ve sola öykünme açık bir şekilde görülüyor. Bunların hepside başta söylediğimiz gibi Müslümanların maalesef kendilerine has bir usul geliştirememelerinden kaynaklamaktadır.  

Etkinlikler Haberleri

Üsküdar’da Yahya Sinvar ve Gazze mücadelesi konuşuldu
“Gazze’yi yerle bir ederek Hamas’ı ortadan kaldıramazsınız!”
"Gazze direnirken bizler yılgınlığa düşmemeliyiz!"
Mehmet Kırkıncı’nın "Hayatım Hatıralarım" kitabı üzerine
1970’lerde Uyanış Sürecimizde ilk temsil: “Düşünce Dergisi”