Her hafta farklı bir Kur'ânî kavramın işlendiği seminerlerin bu haftaki konuğu, Özgür-Der Tatvan şubesi üyelerinden Metin AVA idi. Murat YILDIRIM'ın moderatörlüğünü yaptığı seminer, Tatvan Özgür-Der binasında gerçekleştirildi.
Seminer; Özgür Çocuk Kulübünden Zekeriya Arslan'ın okuduğu Kur'ân-ı Kerîm ve Türkçe meâliyle başladı.
Metin AVA, sunumunda şu hususlara değindi:
KÜFÜR: Küfür sözlükte, 'bir şeyi örtmek, perdelemek, gizlemek anlamlarına gelir. İslam öncesinde tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye kâfir denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denirdi. Bazı ibadetler ve tevbe de bir takım günahları örttüğü için bunlara da keffare(t) denilmiştir. Küfür ayrıca birinin yaptığı iyiliğe veya verdiği nimete karşı kadir bilmeyip nankörlük etmek, teşekkür etmenin zıddı anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla nankör anlamında "Kâfir" kelimesi, insanların kendi aralarında kullandıkları durumlarda kelime anlamıyladır.
Şuara/18-19'da küfür kavramı nankörlük anlamında kullanılmıştır: "(Firavun) Dedi ki: "Biz seni içimizde daha çocukken yetiştirip büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmedin mi?" Ve sen, yapacağın işi (cinayeti) de işledin; sen kâfir (nankör) lerdensin"
Hadid:20'de ise kâfir kavramı çiftçi (örten) anlamında kullanılmıştır. Çiftçi tohumun üstünü toprakla örttüğü için bu ismi almıştır. Tabi bu kullanım İslam öncesi bir kullanım olduğu için İslam geldikten ve bu kavrama müdahale ettikten sonra çiftçiye sözlük anlamı kastedilerek de olsa artık 'kâfir' denilmemiştir.
"Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu' dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin kâfirlerin (ekici/çiftçilerin) hoşuna gitmiştir…"
Kavram olarak; Kur'an'da yer alıp iman edilmesi şart olan hakikatlerin hepsini, bir kısmını veya birini inkâr etmek veya bu hakikatleri örtüp onu görmezlikten gelmek, anlamına gelir. Bu eylemi gerçekleştirene de 'Kâfir' denilir. Kur'an'ın küfredenlerden kastettiği ya kendilerini inkâra şartlandıranlardır, ya da bile bile gerçeği örten, görmek, bilmek ve duymak istemeyenlerdir. Ayrıca Allah'a, ayetlerine ve nimetlerine karşı nankörlüğün kastedildiği tüm kullanımlar da yine kavramsal anlamda kullanımlardır. Tabi Allah'a karşı yapılan nankörlük, kullara karşı nankörlüğe benzememekle beraber örneğin ekmeğin ve suyun israf edilmesi ile hayatın israf edilmesi (kâfirce yaşanması) aynı değildir.Dolayısıyla ekmeğin/suyun israf edilmesi nankörlük iken, hayatın israf edilmesi kâfirliktir ve böyle bir kâfirlik en büyük nankörlük olup, imanın zıddını ifade etmektedir. Örneğin: Sebe/17'de geçen kâfirlik "Allah'a karşı nankörlüğü ifade eden kâfirlik" anlamındadır: Çünkü Allah'a karşı nankörlük, kullara karşı nankörlüğe benzemez.
"Böylece kâfirlik (nankörlük) etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz kâfirlik (nankörlük) edenden başkasını cezalandırır mıyız?"
Bakara/6-7'de kavramsal anlamda bir kullanım söz konusudur:
"Şüphesiz, küfredenleri (hakikatin üstünü örtüp görmezlikten gelenleri) uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır ve büyük azab onlaradır"
Kavramın hem sözlük, hem de kavram anlamında geçen "örtmek" ifadesi anahtar kelimedir. Her iki kullanımda örtmenin gerekçesi bir şeyi veya hakikati "gizleme veya bastırma" dır. Kavram olarak küfür, Allah'ın nimetinin üzerini örtmek, anlamına geldiği için bu adla anılır. Küfür, vicdanın üzerini örtmektir. Zira insanın vicdanı, insana hakikati haykırır. İnsan bu haykırışı duymamak için vicdanının üzerini görünmeyen bir perde ile örter. İşte buna küfür denir.
Kur'an'da kullanılan küfür; Allah'ın varlığını kabullenmemek, kâfir de; Allah'ın varlığını inkâr eden değildir. Kâfir; Allah'ın ayetlerini örten, görmezlikten gelen, kendi melekelerini örten, görmeyen, anlamayan, daha doğrusu görmek ve anlamak istemeyen demektir. Yoksa Kur'an'ın aynı zamanda kâfirler diye hitap ettiği Mekke müşrikleri Allah'ın varlığını inkâr etmiyorlardı; ancak O'nu gereği gibi takdir etmiyorlardı… Onları kâfir yapan, Allah'ın en büyük nimeti olan vahiy ve peygamberlik nimetini nankörlük ederek ellerinin tersiyle itmeleriydi. Örneğin Zuhruf/9'da: "Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, tartışmasız: "Onları üstün ve güçlü olan, bilen (Allah) yarattı" diyecekler" Dolayısıyla kişinin küfre girmesi için Allah'ın varlığını inkâr etmesi gerekmediği aşikârdır. Hatta çok istisnai şahısların dışındaki kâfirlerin birçoğu Allah'ın varlığını kabullenmekle birlikte, O'nu göklere hapsederek, yeryüzüne karışma yetkisini kendisinden alarak ve O'nun hükümlerine rağmen hüküm uydurarak küfretmiş oluyorlar. Yani kişinin kâfir olabilmesi için bugünkü toplumun anladığı şekilde, Allah'ı tamamen yok saymak ya da O'na denk yaratıcıların olduğunu iddia etmek gerekmiyor.
Bilakis O'nun hükümlerini yeryüzünde yok sayıp kendi hevalarına göre bir hayat anlayışı uydurmak, yine kendilerini O'na yaklaştırsınlar diye O'nun katında değerli olduklarına inandıkları öncülerini, âlimlerini hükümde O'nun önüne geçirmeleri Şirk'in ta kendisidir. Kâfirliğin alasıdır.
'Kâfirlik' vasfı, kişinin ilahi mesajla tanışmadan, kendisine ilahi mesaj ulaşmadan önceki vasfı değil, ilahi mesajla tanıştıktan ve onu bilerek, isteyerek ve inatla inkâr ve reddetmesinden veya hakikati örtmesinden sonraki vasfıdır. Zira imanın ve inkârın ne olduğunu bilmeyene 'kâfir' denilmez. Böyle bir kişinin hidayete ermeden/ilahi mesajla tanışmadan önceki vasfı kâfirlik değil, bilmeme anlamında 'cahillik' tir. Diğer bir ifadeyle kişiyi kâfir yapan, geçmişte bilinçsizce saptığı inkâr yolu değil, kendisine sunulan hakikate karşı inatla sergilediği bilinçli ve inkârcı tavır vardır. Kendisine henüz ilahi mesaj ulaşmamış insan tekfir edilemez. Bununla birlikte Allah, vahyini ve peygamberini insanların Allah'a karşı sunabilecekleri mazeretleri kalmasın diye göndermiş, onların bu nimetten faydalanmaları için gerekli yetilerle donatmış, doğru yolun ve sapıklığın ne olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla bilgisizlik bir yere kadar yani mesajla tanışıncaya kadardır. Mesajla bir şekilde tanıştıktan sonra artık mazeret geçersizdir.
İnsanların çoğunun nankör olduğu Kur'an'da bildirilmiştir. Ancak insanların nankörlük dereceleri birbirinden farklıdır. Elbette ki en büyük nankörlük, en büyük olan Allah'a yapılan nankörlüktür ki bu aynı zamanda kâfirliktir. Dolayısıyla en büyük nankörlük kâfirlik, en büyük nankör de kâfirlerdir. Ancak her kâfirlik nankörlüğü içermesine rağmen, her nankörlük kâfirlik değildir. Mesela bir ihtiyacımızı gideren bir insana teşekkür etmemek, yaptığı iyiliği görmezden gelmek nankörlüktür ama kâfirlik değildir. Ancak Allah'a karşı olan nankörlük yani şükürsüzlük/nimeti görmezden gelme vs. aynı zamanda kâfirliktir.
ŞİRK: 'Şerike' fiilinden mastar olan Şirk sözlükte; bir şeyi ortak yapmak, birden fazla kişiye tahsis etmek, ortak kabul etmek, ortak saymak anlamına gelir. Aynı kökten gelen şirket, sözlükte; mülk ve saltanatta ortak olmak demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade ederler. Şirk, kelime anlamı itibariyle bir ortaklığı, ortak olmayı, bir eş-arkadaş tutmayı, malda ve tasarrufta bir hissedar bulmayı ifade eder. Söz gelimi, aynı kökten gelen 'şerik' arkadaş, yardımcı, hissedar yani ortak demektir.
İsra/64 ve Taha/32'de kelime/sözlük anlamında bir kullanım mevcuttur:
"Onu işimde şerik (ortak) kıl" (Taha/32)
Şirk; Allah'a ait bir niteliği O'ndan başkalarına yakıştırmak ve onlardan medet ummaktır. Bu eylemi gerçekleştirene de müşrik denir. Bu eylemin kökeninde "herhangi bir şeyi veya herhangi bir kimseyi ya da herhangi bir kavramı, önem verme, değer verme, üstün tutma, tercih etme bakımından Allah'la eşit veya ileri bir düzeyde görmek ve bu çarpık bakış açısıyla hareket etmek" vardır. Dolayısıyla en geniş manada ise şirk, inanç, düşünce, ahlak anlayışı, yaşam tarzı ve değer yargıları bakımından Allah'ın Kuran'da bildirdiği ölçülerden ve mutlak doğrulardan farklı kıstaslar edinmek ve hayatını bu kıstaslara göre düzenlemektir. Böyle bir kişi bu kıstasları koyanı Allah'a şirk koşuyor demektir. Bu kıstasları koyan, kendisi, babası, dedesi, ataları, içinde yaşadığı toplum, çeşitli felsefe ve ideolojilerin kurucuları ve uygulayıcıları vs. olabilir. Bu geniş tanımıyla hak dinin, yani İslam'ın çizdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen kimse şirkin içine girmiş demektir. Bu kişi kendisini dinsiz, ateist, Hıristiyan, Yahudi vs. olarak tanımlayabilir. Hatta Müslüman olduğunu bile söyleyebilir. İslam'ın bazı şartlarını yerine getiriyor da olabilir. Fakat tek bir noktada bile Kuran'a muhalif bir anlayışı, düşüncesi, değer yargısı varsa o kişi müşrik olma tehlikesi içindedir. Çünkü Allah'tan başka kural koyucu(lar) edinmiştir.
Kur'an'da Allah'a "ortak koşma" anlamındaki tüm kullanımlar, kavramsal anlamda kullanımlardır. Örneğin: Nisa/48'de kavramsal anlamda bir kullanım söz konusudur:
"Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur"
Kavramın hem sözlük, hem de kavram anlamında geçen "ortak olmak" ifadesi anahtar kelimedir. Her iki kullanımda "ortak kılma" nın gerekçesi başkasına da pay verme, rol biçme dir. İnsanlar kendi aralarında mallarını-mülklerini, akıllarını becerilerini birbirine katıp ortak olabilirler. Ancak aynı durum Allah için söz konusu değildir. Zira O'nun mülkünde ortağı olmadığı gibi, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde vs. ortağı yoktur.
Şirk koşmak deyince, sadece "Allah'tan başka bir yaratıcı kabul etmek" ya da "putlara tapmak" gibi yüzyıllar öncesinin çok tanrılı dinlerdeki ilkel puta tapıcılık olarak zannetmek yanılgıdır. Şirki yalnızca, elle yontulmuş birtakım heykelciklere secde etmek şeklinde algılamak çok dar ve basit bir bakış açısı olacaktır. Bu tür bir mantığı günümüz müşrikleri kendilerini temize çıkarmak amacıyla kullanırlar. Bunlar şirk olayının İslam'ın yayılmasından sonra Kâbe'deki putların kırılmalarıyla ortadan ebediyen kalktığını savunurlar.
Bu çarpık değerlendirmeye göre, kıyamete kadar hükmü geçerli olacak olan, Kuran'da şirki ayrıntılarıyla tarif eden ve müminleri şirkten şiddetle sakındıran yüzlerce ayetin, günümüzde yalnızca ilkel totemci bazı kabilelere bakması gerekirdi.
Böyle bir mantığın Kuran'ın sonsuz hikmetiyle bağdaşmayacağı açıktır. Ayrıca, yine Kuran'dan öğrenmekteyiz ki müşrikler, her devirde, bizzat en büyük düşmanları olarak müminlerle aynı toplumda içi çe yaşamaktadırlar.
Bütün müşriklerin insanları rızıklandıran, öldüren, yaratan, insan hayatı dışında tüm olup-bitenleri idare eden, koruyan, gözeten, sıkıntı anında kendisine başvurulan, ayı ve güneşi idare eden, yağmuru yağdıran vs. bir ilahın varlığına inandıkları açıktır. Bilindiği gibi Müşriklerin sorunu Allah'a inanmamak değil, Allah'a gereği gibi inanmamaktı. Mekke toplumu büyük bir çoğunlukla Allah inancına sahipti. Kendilerini, gökleri ve yeri Allah'ın yarattığına, yağmuru Allah'ın yağdırdığına, güneş ve ay üzerinde Allah'ın tasarruf ettiğine inanıyorlardı. Onları müşrik yapan inkârları değil, Allah tasavvurlarındaki bozukluktu. Allah'a inanıyorlar, fakat inandıkları Allah'ın "uzak" olduğunu düşünüyorlardı. Bu düşünce, kendilerini Allah'a yaklaştıracak aracı arayışına itti.
'Müşriklik' vasfı, kişinin ilahi mesajla tanışmadan, kendisine ilahi mesaj ulaşmadan önceki vasfı değil, ilahi mesajla tanıştıktan ve onu bilerek, isteyerek ve inatla şirk koşmasını sürdürmesinden sonraki vasfıdır. Zira şirkin ve müşrikin ne olduğunu bilmeyene 'müşrik' denilmez. Böyle bir kişinin hidayete ermeden/ilahi mesajla tanışmadan önceki vasfı müşriklik değil, bilmeme anlamında 'cahillik' tir. Diğer bir ifadeyle kişiyi müşrik yapan, geçmişte bilinçsizce saptığı şirk yolu değil, kendisine sunulan hakikate karşı inatla sergilediği bilinçli ve şirki tavır vardır. Bu nedenle kendisine henüz ilahi mesaj ulaşmamış insan tekfir edilemediği gibi müşrik olarak da nitelendirilemez.
Şirk inancının kökeni/sebebi nedir?
1.Öncelikle şunu bilmek gerekir ki şirk inancının bir temeli yoktur. Sadece zanna, hevaya ve taklide dayanır.
2.Şirki doğuran en önemli sebeplerden birisi Allah'ın yaratılıştan verdiği "sevgi" duygusunun yanlış yönlendirilmesidir. "sevgi", şirkin olduğu gibi tevhidin de temelindeki en önemli unsurdur. Dolayısıyla, iman edenler içlerindeki sevgiyi tamamen Allah'a yöneltirler. Müşrikler ise Allah ile samimi bir yakınlık kuramadıklarından, Allah'ı gereği gibi takdir edemediklerinden sahip oldukları sevgi potansiyelini, kendi nefislerine veya başka kişilere yönlendirirler. Bunlar babaları, oğulları, kardeşleri, karıları, kocaları, sevgilileri, örnek aldıkları kimseler, hayran oldukları kişiler gibi pek çok insan olabilir.
Bazı kimselerde bu sevgi insanların yanı sıra, cansız nesnelere, hatta soyut kavramlara da yönlendirilir. Para, mal, ev, araba, herhangi bir eşya, makam, mevki, iktidar vs. gibi... Şeyler putlaştırılır.
Her şeyde ve herkeste mevcut olan bütün üstün ve güzel sıfatlar, gerçekte yalnızca Allah'a ait olan sonsuz mükemmellikteki sıfatların bir yansımasıdır. Bütün bu güzel ve üstün vasıfların tek kaynağı Allah'tır. Dolayısıyla, sevgiye layık olan yegâne varlık da ancak bu üstünlük ve güzelliklerin sahibi olan Allah'tır.
Bu nedenle, Allah'ın Zatına yöneltmeden herhangi bir varlığı Allah'tan bağımsız görerek ona sevgi göstermek de, onu sahte bir ilah edinmek ve Allah'a ortak koşmak olur.
3.İnsanları şirke sokan unsurlardan bir diğeri de "korku" dur. Aynen sevgi gibi yalnızca Allah'a karşı duyulması gereken bir his olan korku, O'nun yarattıklarına karşı duyulduğunda şirk oluşmuş olur. Çünkü Allah'tan başkasından korkmak, korktuğu şeyi adeta Allah gibi bir güç ve kudret sahibi olarak görmek, onun Allah'tan bağımsız olduğunu, Allah'ın yarattığı kader dışında karar verip hareket ettiğini düşünmek, kısaca onu ilahlaştırmak anlamına gelir.
Örneğin bir insanın sahip olduğu güç, heybet, iktidar, servet, ihtişam gibi özelliklerin tümü aslında Allah'a aittir. Allah bu dünya da, Kendisinde sonsuz olan bu özelliklerden, yalnızca bir imtihan unsuru olarak, bu insanda da bir derece tecelli ettirmiştir.
Bu özellikleri o insanın kendisine ait zannederek ondan korkmak, onun Allah'a karşı gelen emirlerine uymak, kısaca onu Allah'a şirk koşmak bu yanlış zanna uymaktan kaynaklanır. O insan ne bir ilahtır, ne de herhangi bir şeye güç yetirebilir. Onu ilahlaştırıp ona uyanlar ise yalnızca zan ve tahminle kendi hayallerinde kurdukları, sahte bir ilaha tapmaktadırlar.
4.Allah'tan değil de başkalarından yardım dilemek, Allah'ı değil de insanları memnun etmeye çalışmak, Allah'a güvenmeyip, sebeplere, insanlara güvenmek, Allah'ın yarattıklarını Allah'tan bağımsız bir güç, irade ve etki sahibi olarak görmek hep şirki doğuran sebepler arasındadır.
5.Şefaat düşüncesi ve Allah'a bu aracılarla güya yakın olma arzusu, aşırı tazim, aşırı sevgi şirki doğuran sebeplerdendir.
6.İnsanın hevâsını ilahlaştırması, ataların yolunu körü körüne takip Etmesi, gelenekleri, örf ve adetleri yüceltmesi, ırkçılık vb şeylerde şirk sebeplerindendir.
7.İnsanlara tevhidi davetin yapılmaması, dünyevi endişeler ve nefsi marazlar, çoğunluğun etkisi, aklı kullanmamak, Allah'ı gereğince tanımamak, Allah'ı ve tasarruflarını bilmemek, Allah'ı insan sayma yanlışlığı, heva ve heveslere uyma, kibir vb. nedenler şirkin psikolojik ve sosyolojik nedenlerindendir.
8.Salih diye bilinen kimselere aşırı derecede muhabbet beslemek ve düşkünlük göstermek, kabirleri mescit edinmek şirke götüren sebeplerdir.
Seminer, soru-cevap faslının ardından sona erdi.