Program, Enes Ece'nin okuduğu Kur'an-ı Kerim ve mealinin ardından başlarken Ahmet Yıldız, konuşmasında şu hususlara değindi:
İslami kimliğimizin bizim için özellikle zorunlu kıldığı birtakım zorunluluklarımız vardır ve bu sorumluluklarımız da topluma karşı, gerek birebir fertlere karşı gerekse de bizimle muhatap olan insan kümelerine karşıdır.
Biz müslümanların ise dini yaşamakla birlikte o dini başkalarına anlatmak, yaşatmak, bir tecrübe ile insanlara aktarmak gibi bir zorunluluğu mevcuttur.
İman edenlerin en yakınlarından en uzaklarına kadar uzanan bir yelpazede sorumlu olduklarını ifade etmek durumundayız. Hayatın sosyal ve toplumsal meseleleriyle ilgilenmekle birlikte siyasi ve ekonomik meseleleriyle de ilgilenmek imanımızın gereğidir.
İslami kimliğimiz, bu noktada biz müslümanlara hayata müdahil olmayı gerektiriyor. Bu bakımdan kendi kabuğuna çekilmiş, dört duvar arasına sıkışmış bir müslüman profilinin sağlıklı olmadığını düşünüyorum.
Sorumluluklarımızın kaynağını vahiy olarak görmemizin şöyle bir sonucu vardır; ''Biz ne olursa olsun hakkın şahitliğini yerine getirmek durumundayız'' zira bu zorunluluk, dini anlatmakla, şahitliğini yapmakla doğrudan alakalı bir durumdur. Sorumluluklarımızın yönünün hududullah olması gerektiğini düşünüyorum.
Bu anlattığımız çerçeveden yaşadığımız coğrafyanın pratiklerine baktığımızda durum nasıl? Derseniz ben açıkçası durumumuzun çok iç açıcı olduğu kanaatinde değilim.
Var olan siyasi iktidarın 15 yıllık tecrübesine baktığımızda demokratik açılımlar ile bir takım muhalif kesimlerin önünün açıldığını gördük. Bu rahatlama ortamında Türkiyeli müslümanlar olarak ne yaptık? Çok daha fazla dünyaya mı meylettik? Tebliğ çalışmalarına dönük rahatlığı fırsata çevirebildik mi? Gibi soruları kendimize sorarak bir özeleştiri yapmak durumundayız.
Ancak bu açılımın zamanla ciddi anlamda korumacı ve güvenlik politikalarının paralelinde seyreden bir davranışa döndüğünü gördük.
Dün vesayeti hatta Dersim katliamını konuşuyorken bugün artık bunların çok ötesinde birçok şeyi konuşamadığımızı söyleyebilirim. Konuşmanın artık bedel istediği bir döneme doğru gidiyoruz. Bunun da doğru bir tutum olduğu kanaatinde değilim. Ne olursa olsun biz hayatın her noktasında söz söylemek gibi bir yükümlülüğü taşıyan müslümanların sözlerini söylerken de hikmeti elden bırakmadan Hz Musa gibi bir tavırla hareket etme zorunluluğu vardır.
Artık eleştiri getiremez haldeyiz. Dışarıdan gelen eleştirilerin yanında içeriden gelen eleştirilere dahi tahammül edilemediğini görüyoruz.
Çevreden merkeze gelenlerin ''devlet biziz'' gibi bir sahiplenici tavra sahip olmamaları gerektiğini düşünüyorum.
Geçmişten beri Fetullah Gülen'in yapısına dönük en ciddi eleştirileri biz getirmişizdir. Ancak bununla alakalı olarak da bizim insanlarımızın gadre uğraması izah edilebilir bir şey değildir.
Bu hususta bizler; yüksek sesle, düzgün, karşımızdakini tahkir etmeyen, müslümana yakışır itirazlar geliştirmek zorundayız ve bu itirazlarla ilgili olarak da ''bu eleştiriler birilerini yıpratıyor'' gibi bir endişeye de kapılmamak gerektiğini düşünüyorum.
Müslümanlarla alakalı şu anda İslami STK'ların siyasi iktidar tarafından genel anlamda çok fazla muhatap alınmadığını, çok fazla sözünün dinlenildiğini de düşünmüyorum.
28 Şubat sürecinde mağdur olanların hala cezaevlerinde olması ancak 28 şubatta tankları yürütenlerin, yargıya ayar çekenlerin idamla yargılanmasına rağmen gününü gün ediyor olmalarını nasıl izah etmek lazım ben bilmiyorum.
Seminer, soru cevap faslının ardından sona erdi.