'Darbeler tarihi ve Türkiye' meselesinin konuşulduğu seminer, Tatvan Özgür-Der'in dernek binasında yapıldı.
Murat Yıldırım'ın moderatörlüğünü yaptığı seminer, Erol Kutlu'nun okuduğu Kur'an-ı Kerim ve mealinin ardından başladı.
Erdal Eker, konuşmasında genel olarak şu hususlara değindi:
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan öncesine, Osmanlı'nın son dönemlerine baktığımızda bazı darbelerin gerçekleştirildiğini görürüz. Örneğin; 30 Mayıs 1876 tarihinde Sultan Abdulaziz'e karşı bir darbe gerçekleştirilmiştir. Hakeza 24 Temmuz 1908 tarihinde ise Jöntürk devrimi gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı'nın son dönemleri Avrupa'da ulusçu, milliyetçi akımların yaygınlaştığı bir zamana tekabül eder. Bu dönemde Avrupa'daki büyük imparatorluklar Vestfalya anlaşmasıyla ve Fransız devriminin etkisiyle ulus devletlere dönüşmüştü. Ulusçu mantıkla beraber Fransızlar, İtalyanlar gibi yeni bir kimlik tanımı oluşturulmuş. Aynı zamanda bu dönemde doğal milliyetçi akımlar da gelişmiştir.
Milliyetçi dürtüler uyandırılarak örneğin; Arnavutlar gibi farklı etnisiteler kendilerini artık İmparatorluğun bir parçası olarak değil bağımsız bir ulus olarak nitelendirmeye başlamıştır.
Bu Ulus kimliğinin temelinde yatan unsur da homojen bir toplumsal yapıyı öngörmesi ve yönetim erkinin de bu toplumsal yapıda olmasıdır. Batıda gelişen bu etki, zaten duraklama ve dağılma döneminde olan Osmanlı'yı etkisi altına almıştır.
Bu bağlamda Yeni Osmanlılar Cemiyetinin Avrupa'ya gönderdiği seçkinci, elit, devletçi talebeler tekrar Osmanlı'ya dönüp Osmanlı yönetiminde görev almaya başlamıştır. İttihat ve terakki kadroları da bir sosyoloğun tabiriyle bu 'seçkinci, devrimci ve devletçi' gruptan oluşmaktaydı. Tanzimat fermanlarına ve 1. ve 2. meşrutiyete önayak olan bu kadroların ilk darbeci zihniyetin nüveleri olduğunu söyleyebiliriz.
Cumhuriyet döneminden sonrasında ise 29 Ekim 1923 tarihli ikinci meclis de bir darbedir. Birinci meclisin ardından kurulan 2. meclis; CHP listeleriyle kurulan, toplumun temsilcilerinin dışlandığı tamamen CHP kadrolarına dayanan bir meclis olarak 1. meclise bir darbe olmuştur.
1950'lere kadar tek parti döneminin hakim olduğu, devrim kanunlarının işletildiği Türk ulusunun inşa edildiği bir dönem olması hasebiyle bu dönemde darbelere ihtiyaç duyulmadığını söyleyebiliriz. Ezanın Türkçe okutulduğu, alimlerin asıldığı bu dönemde halkta çok ciddi bir tepkinin geliştini söyleyebiliriz.
Bu dönemde ihtiyaca binaen halkın sıkışan öfkesini elimine etmek amacıyla, çoğulcu bir görünüm sağlamak için Demokrat parti kurulmuştur. 1950'lerde halkın büyük bir teveccühüyle iktidara gelen Demokrat parti ile ezanın Türkçe okunması uygulamasına son verilmiş ve çok kısa bir süre içinde İmam Hatip Okulları açılarak halkın hizmetine sunulmuştur.
1950'lerde Marshall yardımlarından faydalanan ve Nato'ya üye olan Türkiye; zihin olarak, siyasal organizasyon olarak tamamen Batı'ya bağlanmıştır.
Darbeler sürecinde Türkiye, içeride Atatürkçülük ve laiklik dayatmasıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu iki dinamiğin dışına çıkıldığı zamanlarda topluma dizayn verilmeye çalışılmıştır. Dışarıdan kaynaklı olarak da Nato'nun çıkarları, devlet ve toplum üzerinde bir baskı aracı olagelmiştir.
27 Mayıs 1960'da emir- komuta zinciri icinde askeri bir darbe gerçekleştirilmiştir. Bu darbenin temel izahı, motivasyonu da Atatürkçülük ve laikliğin tehlikede olduğu, insanların dini duygularının sömürüldüğü vs. olmuştur.
12 Mart 1971 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a bir muhtıra vererek hükûmetin istifaya zorlandığı bir askeri müdahale gerçekleşmiştir. 1971'den 1980'e kadar sivil bir yönetime ve atmosfere sahip olan Türkiye, sağ-sol çatışmasıyla planlı olarak kontr-gerilla eliyle tekrardan bir kaos ortamına sokulmuş ve yeni bir darbeye zemin hazırlanmıştır.
12 Eylül 1980 darbesiyle bir milyon dört yüz bin kişi fişlenirken, Diyarbakır cezaevinde Kürt solu, Mamak cezaevinde de Milliyetçiler sistematik şekilde işkencelerle sindirilerek toplum adeta hadım edilmiştir. 1982 yılında da darbeciler eliyle darbe anayasası yapılarak kesintisiz darbe süreci ihdas edilmeye çalışılmıştır.
1983 yılından sonra siyaset sahnesine çıkan Turgut Özal, toplumun yoğun bir ilgisine mazhar olarak siyasette etkin olmuştur. ''1. Tarihimizle 2. Dinimizle 3. Kürtlerle barışmalıyız diyen, bu handikapları aşmadığımız sürece bu ülkede yeni bir şeyler başarma şansımız yoktur'' diyen Turgut Özal da zehirlenerek öldürülmüştür.
Daha sonrasında ise Milli görüş hareketi ve Necmettin Erbakan ile toplumun, tekrardan siyaset sahnesine ağırlığını koyduğunu söyleyebiliriz.
28 Şubat 1997'de olağanüstü toplanan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve irticaya karşı, ordu ve bürokrasi merkezli, post-modern bir darbe gerçekleştirilmiştir.
8 Şubat 1997'deki MGK'nın tavsiye kararları, Necmettin Erbakan'ın başında olduğu hükümete bildirildi. Kararda, laiklik için yasaların uygulanması, tarikatlara bağlı okullar denetlenmeli ve MEB'e devredilmeli, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmeli, Kuran kursları denetlenmeli, Tevhidi Tedrisat uygulanmalı, tarikatlar kapatılmalı vs. belirtildi ve Çevik Bir'in tabiriyle 'Demokrasiye balans ayarı' olarak tanımlanan bir darbe sürecine girilmiş oldu.
Daha sonrasında Türkiye toplumu, Milli görüş hareketi içinden çıkan bir siyasi partiyi ve liderini tüm seçimlerde destekleyerek siyasetin tepesine yerleştirdi ve bugünlere kadar gelmiş olduk.
15 Temmuz 2016 Fetö darbe girişimine gelinen süreçte Fetö hareketinin uzun yıllardan beri devlete ve özellikle askeriyeye sızmaya çalıştığını ve büyük bir oranda da bunu başardığını söyleyebiliriz.
1974 yılında askeri liselere yerleştirdiği öğrencilerle başlayan bu sızma hareketiyle fethullahçılar, takiyyeci bir mantıkla yükselerek, Kemalist yaşam tarzıyla askeriye içinde çok önemli makamlara geldi. ABD ile işbirliği içinde ihanet ederek 15 Temmuz darbe girişimine yeltendi. Darbe girişiminin emir-komuta zinciri içinde olmayışı ve halkın sokaklara çıkıp canları pahasına direnmesi vesilesiyle bu darbe girişimi boşa çıkmış oldu.
Hatırlayacağımız üzere 15 Temmuz darbe girişiminin yurtta sulh konseyinin darbe bildirisinde de 'ülkenin irticaya mahkum olduğu, Kemalizmin ve Laikliğin tehlikede olduğu, İslamcı kadroların ülkeye hakim olduğu' gibi bahaneler ileri sürülmüştü.
Seminer, soru cevap faslının ardından sona erdi.