Seminerin konuşmacısı Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ali AKSU’ydu. Büyük bir ilgiyle takip edilen sunumunda aksu şunları kaydetti:
Emevi devletinin temelinin Suriye’ye vali olarak atanan Muaviye üzerinden Hz. Ömer döneminde başlamıştır.
Hz. Ömer liyakat-ehliyet samimiyet ve İslamla barışık olmaları için Muaviye’yi Suriye valiliğine atamıştır.
Muaviye Hz. Ömer’in döneminde sesi çıkmayan bir kişiliktir.
Ümeyyeoğulları adına Hz. Osman ilk müslümanlardan olması vb. kriterler sebebiyle halife olmak zorunda kalmıştır. Hz. Osman iyi bir işadamı olan fakat iyi bir idareci kimliğine sahip olamayan bir kişidir.
Hz. Osman’ın yanlış icraatlarını Muaviye iyi değerlendirmiştir.
Hz. Ömer devlet içinde devlete Muaviye’ye izin vermemiştir. Ancak Hz. Osman süreci bunu beslemiştir. Hz. Osman’a rağmen devlet kurma faaliyetlerini gerçekleştirmiştir. Hz. Osman’ın yanlış politikalarından istifade etmiştir.
Hz. Ali’nin hilafetini zara uğratacak her şeyi yapmıştır.
Muaviye’nin hedefi Hz. Ali’nin meşruiyetini kaybetmesini sağlamak olmuştur.
İhtilalle, zorbalıkla gelen Muaviye’nin halkına özgürlük vermesi mümkün değildir.
Emevilerin kesin hatlarla çizilmiş bir ulema sınıfı yoktur.
Bölgesel ulemalık: Hicaz Uleması (Mekke-Medine): Muhalif olmuşlardır. Ancak Basra’ya ve Kufe’ye göre daha tarafsız kalmışlardır. Haksızlığa, zulme tarafsız kalınması muhaliflerin meşruiyetini zedelemiş, Muaviye’nin elini güçlendirmiştir.
Kufe-Basra Uleması: Hz. Ömer döneminde kurulmuş şehirlerdir. Farklı kültür, medeniyet, dünce yapısını barındırır.
Şam Uleması: İlim-kültür merkezinden ziyade siyasetin merkezidir. Emevileri onaylamışlardır.
Kufe: Muhaliflerden oluşur. Kuruluşunan itibaren hep Emevilerin karşısında yer almışlar, isyanlara aktif katılmışlardır.
Emeviler döneminde ulemanın üzerinde baskı çok fazladır. Buna rağmen ulemanın çoğunluğu Emevilere karşı durmuşlardır.
Az da olsa ibni Şihab ez-Zühri gibi Emevi yanlısı ulema da vardır.
Emevi devleti dini-siyasi anlayışıyla paralel anlayışa sıcak bakmış. Ancak devletin aslına dokunan konularda çok acımasız davranmıştır. Ulemaya verilen cezalar Irak valileri üzerinden yapılmıştır. Bu valilerin hemen hemen tamamı Taif-sakif kabilesine mensup kişilerdir.
Emeviler Döneminde İktidar-Ulemâ ilişkisi isimli çalışmamızdaki ana kavramlann başında iktidar kavramı gelmektedir. İktidar; kuruluş şekline, meşrûiyet kriterlerine ve dayandığı temel hâkimiyet felsefesine bakılmaksızın mevcut toplumu yöne- ten siyasal güç ya da erktir. Çalışmamızın önemli ikinci kavramı ise ulemâ’dır. Ulemâyla kastımız; Emevîler döneminde farklı zaman dilimlerinde yaşamış, siyâsi değil de âlim kişilik ya da kimlikleriyle temâyüz etmiş, ilmi kariyerleriyle gerek kendi dönemlerinde ve gerekse sonraki zamanlarda referans olarak kabul görmüş ve Emevi siyasal iktidarıyla ilişkilerinde dini bir duruşu benimsemiş dönemin âlimleridir. Emevi iktidarıyla ilişkilerini incelediğimiz bu âlimlerin başında ise Hucr b. Adiyy, Aişe Bint Ebi Bekr, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Kadı Şureyh, Şa’bi, Said b. Cübeyr, Said b. el-Müseyyeb, Hasan-1 Basri, Zührî ve Ebıı Hanîfe gibi şahsiyetler gelmektedir.
Silah ve zor kullanmak sûretiyle kurulan Emevi iktidarı farklı dini, siyâsî ve kültürel unsurlardan müteşekkil kırılgan ve parçalanmaya oldukça müsait sosyal bir zemin üzerine kuruldu. Söz konusu dönemde Hâriciler, tarafsızlar, muhâlif âlimler, Ehl-i Beyt mensubu ve taraftarlarının da içinde bulunduğu toplum, mevcut siyasal iktidarı gönüllü olarak kabul etmemiş, aksine iktidara teslim olmuş bir durumdaydı.
Araştırmamıza göre Emevi iktidarıyla dönemin ulemâsı arasında bir uyum, uzlaşma ya da bütünlükten söz etmek mümkün değildir. Bu durumun ise iki nedeni vardı: Birincisi iktidarın din anlayışı ve dinle ilişki biçimi, İkincisi ise söz konusu yönetimin dinî anlamış ve dinle ilişki tarzının uzantısı olan icraatlarıydı.
Tespitimize göre iktidar-ulemâ ilişkilerinde çatışmaya neden olan iktidarın din anlamışı ve dinle ilişki biçimi, siyasal iktidarın tamamen meşrûiyet problemiyle ilgiliydi. Şöyle ki; Emevi iktidarı meşrû halife olan Ali b. Ebî Tâlib’e rağmen ve binlerce insanın ölümüyle neticelenen Sıffîn savaşından sonra kuruldu. Hem iktidarın kuruluş şekli, hem iç savaşlarda ölenlerin durumlarına ilişkin gündeme gelen kelâmi tartışmalar ve hem de iktidara yönelik dinî eleştiriler iktidarın kendisini, dayandığı dinî-siyâsî felsefeyi ve icraatlarım savunmaya zorladı. Kısacası meşrûiyet sorununu yaşayan iktidar, söz konusu krizi aşmak için dinî devreye sokma gereğini durmuştur, iktidar bu amaçla öncelikli olarak cebrî kader anlayışını canlandırmaya ve yaşaya çalışmıştır. Cebrî teze göre iktidarın kuruluşu, bu süreçte meydana gelen hadiseler ve idarenin diğer tüm icraatları Allah’ın ezelî ilminin zorunlu bir SOnucuydu. İdarecilerin mevzubahis teoriye dört elle sarılmaları, bu anlayışı eleştirenleri öldürtmeleri ya da onlara karşı tavizsiz ve totaliter bir politika izlemeleri iktidar erkini dinî gösterme, İC- raatlarını meşrulaştırma ve iktidara yönelik eleştiri ve saldırıların önüne geçme amacına dönüktü.
Aslında Emevî iktidan ontolojik anlamda dini inkar etmediği gibi dine karşı da değildi. Yine adı geçen iktidar ne teokratik ne de laik bir karaktere sahipti. Söz konusu iktidarın dinle ilişkilerinde ‘Dinin tanımlandığı, dinî iktidarca manipüle
edildiği, din, dinî kavram, kurum ve din âlimlerinin kontrol altında tutulduğu ve kısacası iktidarın din ve dinî olanın üzerinde ölçüsüz şekilde tasarrufta bulunduğu Bizantinizm anlayışı hâkimdi. İşte iktidarın dinle ilgili olan bu nitelikteki anlayışı ve ilişkisi, dönemin âlimlerinin eleştirilerine neden oluyordu. Yalnız burada iktidarla-ulemâ arasında din çatışması değil de dinî anlayış ya da algılama şekli ve bunun beraberinde getirdiği bir çatışma söz konusuydu.
Saltanatla yönetilen Emevî iktidarında belirleyici olan İslâm Hukuku değil de örfi hukuktu. Bu anlamda din siyasete, âlim ise idareciye tâbi idi. Durum böyle olmasına rağmen idareciler muhtemelen iktidarı dinî göstermek için dinî kavram, söylem ve merâsimlere oldukça önem veriyorlardı. Bu bağlamda idarecilerin camiilerin inşaatı ve onarıma önem verdiklerini, siyasetin de merkezi olan camiilerde konuşmalarına hamdele ve salvele ile başladıklarını, birbirleri için Emîrul-Mü’minîn, Emînullâh, Halıfetullâhi fi’l-Ard gibi dinî lakapları kullandıklarını, hac emirliği ve biat ilmi gibi merasimlere büyük bir önem atfettiklerini görüyoruz. Yine bu kapsamda yöneticilerin âlimlere dinî sorular sorduklarını, onlara eserler yazdırdıklarını ve onları, yargı bağımsızlığının olmadığı kadılık makamlanna kadı olarak atadıklarını müşâhede ediyoruz. Kısacası Emevîler döneminde iktidar-ulemâ ilişkilerinde özne olan iktidar olup, din ve âlim, iktidar için bazen bir meşrûlaştırma ve istismar aracı olabiliyordu.
Dönemin ulemâsının iktidarla karşı karşıya gelmesinin diğer önemli bir nedeni de iktidarın dönemin ulemâsı tarafından din dışı görülen bazı icraatlarıydı. Bu icraatlaıın başında da iktidarın seçim/şûra yoluyla değil de zor kullanılarak oluşturulması, Ziyâd b. Ebîh’in Muâviye b. Ebî Süfyân’ın nesline ilhakı, Hucr b. Adîyy ve arkadaşlarının iktidar tarafından katledilmeleri, saltanat sisteminin ikâmesi, Kerbelâ hadisesi, iktidarın isyan eden Mekke-Medine’ye karşı sergilediği tutum, hadlerin uygulanmaması, Mevâlîden cizyenin alınması, iktidarın farklı düşünen şahıs, grup ve fikirlere karşı dışlayıcı ve baskıcı bir politika izlemesi...
Emevî iktidarı ve iktidar karşıtı isyanlar karşısında dönemin âlimlerinin duruşlarını ise genel hatlarıyla şu şekilde kategorize edebiliriz: a) iktidar karşıtı isyanlara fiilen katılmış ulemâ sınıfı b) İktidara muhâlif, ancak muhalefetlerini sözlü olarak yapan âlimler, c) iktidara-muhâlif çatışmalarında tarafsızlık taraftarı olan ulemâ, d) iktidarla üslûp olarak genelde iyi geçinmeye çalışan âlimler.
İktidarın ulemâya karşı tutumu da âlimlerin iktidara bakış açılan ve iktidarla olan ilişkilerinin niteliğine göre değişiklik arz ediyordu, iktidarın maslahatını, istikrar ve istikbalini her şeye önceleyen Emevî idarecileri, hakimiyet anlayışları ve politikala- rıyla hem farklılıkların bir arada yaşamasını sağlayacak kültürel dinamiklere büyük oranda zarar verip farklı kesimleri ötekileştirmiş hem de toplumun temel taşlarını yerinde oynatmışlardı. Söz konusu politika, ulemânın da içinde bulunduğu gayr-1 memnunların ya da muhaliflerin artmasına iktidarın ise onlara genelde şüphe ve potansiyel tehlike gözüyle bakmasına neden olmuştur, işte dönemin iktidarı, muhâliflerine karşı, bir çok idarecinin dolaylı olarak dile getirdiği, Velîd b. Abdülmelik’in ise formüle ettiği kırmızı çizgilerini şöyle belirtiyordu: “Ey insanlar! Size itaat etmek ve bizimle beraber olmanız gerekir. Zira şeytan, cemaatten uzak ve ayrılıkçılarla beraberdir. Biliniz ki kim bize karşı içindekini ortaya çıkarırsa gözlerinden çıkarırız. Kim de içindekini gizli tutarsa o, zehiriyle ölsün. Âlimlerin de içinde bulunduğu muhaliflerine bu ilkeyi hatırlatan iktidar, pragmatist ve totaliter karakteri gereği ulemâdan isyan eden Hucr b. Adîyy ve Saîd b. Cübeyr gibi âlimlerle, iktidarın cebrî kader anlayışını eleştiren ve alternatif kader teorisini dillendiren Ca’d b. Dirhem ve Geylân ed-Dımeşkî gibi şahsiyetleri öldürtüyordu. Yine iktidar, idareyi eleştiren, ancak yönetim karşıtı isyanlara destek vermeyen ve taraftarlannı da bu isyanlardan uzak tutmaya çalışan ibn Ömer, Saîd b. el-Müseyyeb, Hasan-1 Basrî ve Zührî gibi âlimlere de -iktidarın menfaati gereği- katlanıyordu.
İktidar, kendisinin müsebbibi olduğu hadiseler ve bu hadiseleri okuyuş ya da algılayış tarzına tepki olarak ortaya çıkan dinî-siyâsî mezhep, doktrin ve mezhep mensuplarına karşı kendi maslahatı açısından yaklaşmaya çalışıyordu. Buna göre idareciler, iktidarın temel dinî ve siyâsî tezleriyle barışık olan Cebriyye çizgisini ve taraftarlarını desteklemiştir. Aynı şekilde daha önce yaşanmış iç savaşları, bu savaşların kahramanları ve bunların dünya ve ahiretteki sıfat ve konumlan hakkında yorum yapmaktan kaçınan, toplumda birlik-beraberliği temin etmek için ‘lâilâhe illallâh diyen herkesi Müslüman’ kabul eden, ameli imandan bir cüz olarak görmeyen ve bu kelâmî kavram ve teorileriyle iktidarın dinî ve siyâsî hedeflerine dolaylı da olsa katkı sağlayan Mürcie mezhebi ve taraftarlanna genel olarak müsamahalı davranıyordu. İktidar, ezelî plan yani cebrî kader anlayışını reddedip ‘insanı fiillerinin fâili ve sorumlusu olarak gören’ Kaderiyye/Mu’tezile ve mensuplarına karşı ise baskıcı ve tavizsiz bir politika izliyordu. Zira ‘insanın fiillerinin yapıcısı ve sorumlusu’ olduğu şeklindeki teori, ‘iktidarın varlığı ve icraatlarının Allah’ın iradesinin sonucu olduğu şeklindeki din anlayışını, iktidarın dini olduğu tezini ve halifelerin yaptıklarından hesaba çekilmeyecekleri şeklindeki dini-siyasi iddiayı çürütüyordu. İktidarın dini tezleriyle örtüşmeyen temel tezlerini paylaşmayan ve aynı zamanda iktidar açısından bir tehlike olarak görülen Kaderi/Mutezili kader anlayışı ve bu anlayışın temsilcisi olan alimler iktidarın baskısına maruz kalıyorlardı. Her şeyin ezelde takdir ve tayin edildiği şeklindeki din/kader anlayışını kabul etmeyen çok sayıda kelamcı alim iktidar tarafından öldürülmesi, bazılarının ise baskı ve tehditlere maruz kalması bu kapsamda değerlendirilebilir.