Özgür-Der Üniversite Gençliği aylık panelini bu ay "Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Neyi İfade Ediyor?" başlığında Hülya Şekerci ve Musa Üzer ile gerçekleştirdi. Programın moderatörlüğünü yapan Çağrı İslam programın açılışını Türkiye'de bu konunun kadın cinayetleriyle gündeme geldiğini ve Müslümanların konuya nasıl baktığını açıklayarak yaptı ve sözü Hülya Şekerci'ye verdi.
Hülya Şekerci konuşmasında şunlara değindi:
Toplumsal cinsiyet tartışması önce Batı'da ortaya çıkmış daha sonrasında İslam dünyasına intikal etmiştir. Batı'nın Tanrı merkezli yaşam tarzına, kiliseye ve ruhban sınıfına karşı çıkıp insan merkezli bir yaşam tarzı oluşturduğunda bütün kriterler 'insan' oldu.
Fransız Devrimi'nin başlarında kadınlar da sokaklarda yer aldı. Devrimin başlarında kadınlara eşit haklar verileceği düşüncesi hakim olsa da sonunda tam tersi olduğu görülüyor. Kadınlara haklarının verilmemesi, değerinin çok düşük görülmesi durumu feminizm hareketlerinin başlamasına, erkeklerle eşit haklara sahip olma söyleminin ortaya çıkmasına sebep oldu.
Günümüzde tek tip bir feminizm yoktur, çok çeşitli, çok farklı feminist hareketler günümüzde görülmektedir. Tarihsel süreç içinde kadın haklarını savunmak amacıyla ortaya çıkan feminist hareket bugün 'toplumsal cinsiyet' tartışmalarıyla cinsiyetsizleştirme ve eşcinselliğin onaylanması noktasına gelmiştir.
İnsan kadın veya erkek doğar, bu biyolojik bir süreçtir ve buna bir müdahalemiz olamaz. Feminizm kadın ve erkek rollerinin toplum tarafından verildiğini, dolayısıyla kadın ve erkek rollerinin insanın doğuştan getirmediğini söyler. Feminizm bundan dolayı toplum tarafından verilen erkek ve kadın rollerini reddeder ve insanın bedeni hakkında tam tasarruf yetkisine sahip olduğuna inanır ve cinsiyet değiştirme, eşcinsellik gibi olguları olumlar.
Bu kavramı Müslümanlar 'İslam'ın asli kaynaklarında bir problem yok, bütün problemli uygulamalar gelenektedir.' diyerek kullanmaktadır. Oysa İslam'ın kadın ve erkeğe verdiği anlamla Batı'nın kadın ve erkeğe verdiği anlam arasında çok derinden ve temel farklar vardır. Çoğu kavramda olduğu gibi bu kavramı da arkasındaki ideolojiden bağımsız ele alamayız, kullanamayız."
Daha sonra sözü alan Musa Üzer özetle şunları söyledi:
Batı'da tarih boyunca kadının bir değeri yoktu, en temel insan haklarından mahrumdu ve Batı düşüncesi kadını ontolojik olarak problemli görüyordu. Batı, Aydınlanma felsefesi ile kadına olan bakış açısını da ontolojik olarak kurgulamıştır. İslam'da ise canlının iki farklı türü olarak kadın ve erkeği görmekteyiz, ontolojik olarak bir üstünlük tahsis etmemektedir. Müslümanların kadına bakış açısı, tarihsel süreç içinde farklı coğrafyalardaki cahili geleneklerden etkilenmesine rağmen Batı'daki kadar derin ve temel bir problem yoktur.
Toplumsal cinsiyet eşitliği kadın haklarından daha genel bir mevzudur. Fıtratın tekrardan kurulması olayı tamamen haz temellidir. Modernleşmeyle birlikte gelinen süreçte metafizik alan dışında varlığı tanımlama çabası 'insan'ı da yeniden tanımlama noktasına gelmiştir. Bu sadece insanın haklarına yönelik bir mesele değil. Aksine varlık alanına ilişkin değerler hiyerarşisini yeniden tanzim etmeye dönük bir girişimdir bu. Böylece -vahiy dışı- rasyonel akıl ve bilimsel metotlarla değerler alanı yeniden tanzim edilmeye çalışılmıştır. Batı'da insanlık tarihi boyunca görülmemiş bir şekilde insan fıtratı ve varoluşu yeniden kurgulanmış, sapkınlıklar teorize edilmiş, yaygınlaştırılmış ve kadın-erkek eşitliği söylemiyle kamusal alan cinsiyetsizleştirilmiştir.
Meseleye bu zaviyeden bakıldığında bazı muhafazakar-dindarların iddia ettiği gibi mesele batıda belirli mihraklarca özel olarak Müslümanları dönüştürmek için kurgulanmış bir projenin ürünü olmadığı da belirtilmelidir. Bu tarz komplocu, kolaycı yaklaşımlarla bir yere varılamaz. Mesele özellikle tasarlanmış bir komplonun ürünü olmanın ötesinde düşünsel bir süreç olup batının yaşaya geldiği serüvenin doğal sonucudur. Bunu Tanrı'dan, metafizikten kopmanın getirdiği serüvenin bir aşaması olarak görmek lazım. Bu mesele, bedenin merkeze konulduğu ve beden üzerinden bütün varlık dünyasının tanımlandığı bir felsefe, zihniyet ve kültürün sonucudur. Beden üzerinden fıtratın da yeniden tanımlanma girişimidir. Tüm bu süreçlerde ise temel merkezi dürtü hazdan ibarettir. Bu hazcı beden telakkisi üzerinden fıtrat yeniden yapılandırılmaya ve cinsiyet belirlenmeye çalışılıyor.
Önceleri kadın-erkek cinsiyeti ve bir de toplumsal şartlar ve rollerden neşet eden toplumsal cinsiyet olarak öne çıkan tartışma bugün başka bir zemine kaymıştır. Gelinen nokta şunu gösteriyor ki; mesele cinsiyet meselesi olmaktan çıkmıştır. Yaşanan durum ve dönem artık cinsiyet denilen şeyin içeriğinin tamamen anlamsızlaştırılması, çoklu cinsiyetler adı altında bir tür cinsiyetsizleştirme girişimidir. Dolayısıyla mesele gelinen noktada sadece kadın-erkek cinsiyeti meselesi olmaktan da çıkmıştır. Siyasal, toplumsal, kültürel, sanatsal, sportif vs. alan ve zeminlerin tümü cinsiyetsizleştirilmek isteniyor. Ontolojik zeminde insan fıtratı ve kadın-erkek olarak hayatta üstlendiği/üstlenmesi gereken roller sil baştan tanımlanıyor. Yoksa olay Müslümanlardan meselenin kapsam ve derinliğinden uzak sığ tepkiler verenlerin yanında onu idealize eden ve kadın okuryazarlığının yükseltilmesi seferberliği, kadın istihdam alanlarının arttırılması, kamusal alanda çalışan kadının güçlendirilmesine indirgemek isteyen Müslümanların da dediğinden ibaret değildir. Mesele ne onu idealize edenlerin ne de sığ yüzeysel bir şekilde tepki verenlerin ele aldığı gibi değildir. Bu tartışma aslında insana, fıtrata, özgürlüğe, ahlaka, varlık hiyerarşisine ilişkin bir tartışmadır."
Konuşmacılar dinleyicilerden gelen soruları yanıtlayarak programı bitirdiler.
Haber: Musab Gültepe
Foto: Fatih Demir