Bülent Gökgöz,özetle şunları anlattı:
Türkiye'de askeri müdahaleler eliyle siyasetin ve toplumun dizayn edildiği köklü bir gelenek inşa edildi. Bu inşanın kurucu ve meşruiyet unsuru olarak Kemalizm, vesayetin hem neşet ettiği hem de temsil edildiği 'ortak değer'oldu. 15 Temmuz darbesi de dâhil tüm cunta faaliyetleri, hedeflerini ve meşruiyetini bu ortak değer üzerine yapılandırdı.
Peki, 15 Temmuz'da ortaya konan değerli fedakârlık ve samimiyet, darbe sonrası süreçte hukuk ve adalet açısından da aynı hassasiyette devam ediyor mu? Başka şekilde ifade edecek olursak; darbeye karşı direniş motivasyonunun kaynağı olan İslami duyarlılık-bilinç, takibat ve yargılama aşamasında yerini devletçi refleksin beslediği güvenlikçi ve kimi zaman paronayak, intikamcı ve genellemeci bir ruha mı teslim oluyor?
Bu sürecin İslami kimlik ve duyarlılık sahibi kesimlerde de kafa karışıklığına, tutum bulanıklığına yol açtığını görüyoruz. "Devletin başka çaresi yok ki...", "e kurunun yanında biraz yaş da yanabilir...", "ama başka türlü FETÖ'cülerin temizlenmesi mümkün değil ki..." türünden işittiğimiz ifadeler, insaf sahibi Müslümanlardan sadır olmamalı demekten kendimizi alamıyoruz.
17-25 Aralık 2013 tarihinin milat kabul edildiği kriterleri maddeleri içerisinde yer alan suistimale açık "güvenilir ihbarlar, itiraf ve ifadeler", "işyerinde çalışanlardan veya tanıyan kişilerden elde edilen bilgiler" kriterlerinin yanında bir yapının en basit/zayıf ilişki biçimini dahi tespit edebilecek "…üye olmak", "…bağışta bulunmak", "… sohbet ve toplantılarına katılmak" , "…ev ve yurtlarında kalmış olmak", "…gazete, dergi aboneliği bulunmak veya çocuğunu okullarına göndermiş olmak"gibi kriterler de var. Zaten gündemde yer alan veya çevremizde tanık olduğumuz mağduriyetlere sebebiyet veren de çoğunlukla bu kriterler oldu.
Pişmanlık sadece üst düzey devlet yöneticilerinin veya parti teşkilatlarındaki insanların değil, Fethullahçı yapı ile irtibatları olmuş tüm insanlara hak olarak sunulmalıydı. Bu durumun istisnası, darbeyi organize eden, içerisinde yer alan, insanları katleden, finans-medya-sosyal medya vb araçlarla doğrudan darbeye lojistik destek sağlayan ve hatta darbe fikrini halen savunanlar olmalıydı. Aksi halde bu kriterler ile tespit edilen en zayıf halkadan veya geçmiş dönemde yapı ile irtibatı olmuş her kimse, darbeyi gerçekleştiren Fethullahçı yapının militan bir neferi olarak damgalanıyor. Oysa 17 Aralık sürecine kadar üst düzey devlet yöneticilerinden yerel parti ve bürokrasi teşkilatlarına kadar kahir ekseriyet, yapının Türkçe Olimpiyatları, açılışları, sohbetleri vb etkinliklerine katılıyor, gazetelerini alıyor, bankalarından işlemler yapıyor, yardım kuruluşlarına bağışlarda, himmetlerde bulunuyorlardı. Şu ana kadar da tasfiye sürecinin özellikle Ak Partili belediye ve teşkilatlara, üst düzey bürokrasiye göstermelik birkaç ihracın dışında etkisi olmadı.
Fethullahçı yapıya geçmişte selam vermiş, ilişkide bulunmuş her insanı özellikle en zayıf halkadaki insanları dahi darbeyi bil fiil gerçekleştiren çekirdek organizasyonla denk tutmak adil olamaz. Mağduriyetlere konu teşkil eden asıl problemin; Fethullahçı yapı ile irtibatların tespitindeki isabet hatalarından ziyade yapı ile mücadele-tasfiyede, taban olarak adlandırılabilecek musalli tabilerin darbecilerle aynı kriterlerle soruşturmaya maruz kalmaları olduğu görülmedi.
Tartışmalara konu olan 696 Sayılı KHK'nın "tutuklu ve hükümlülerin tulum giymesini zorunlu kılan" 103. maddesi yanlışlarda ısrar edildiğine ve hatta kurumsallaştığına işaret etmekte. Kişilerin suçsuz bulunması ihtimalini devre dışı bırakıp peşinen suçlanmalarının ve hatta damgalanmalarının önünü açan hukukdışı bir uygulamayla adil yargılanmadan bahsedilebilir mi?Örneğin 11.480 kişiyi mağdur eden zoka deşifre edilmeden önce 696 Sayılı KHK yürürlüğe girseydi ve şimdi masum oldukları anlaşılan bu insanlara badem kurusu kıyafetler zorla giydirilmiş olsaydı eşit yargılanma hakkından bahsedebilir miydik?
Türkiye'deki idam tartışmalarına da bu pencereden bakmak icap ediyor.
'Mor Beyin' adlı zoka, Fethullahçı yapının kendini kamufle amacıyla hedef saptırmaya matuf bir kumpası elbette. 11.480 kişide ortaya çıkan zoka, en baştan itibaren ifade edilmeye çalışılan Bylock kriterine yaklaşımla ilgili zaafları ortaya çıkarmış oldu. Asıl suç teşkili darbeye dair mesaj içerikleri olması gerekirdi. Dahası ifşa edilen zoka, Yargıtay'ın Bylock'u örgüt üyeliğine delil saymasına ilişkin kararını çürütürken siyaset erkinin 'mağduriyet edebiyatı' diye tahfif ettiği üst perdeden çıkışların temelsiz ve haksız olduğunu da teyit etmiş oldu.
OHAL komisyonu, yargıtayın son kararını ve önüne gelen dosyalarda mevcut istihbarat kurumunun -ki kimi listelerde operatör kaynaklı hatalar yapıldığı siyaset erki tarafından da dile getirilmişti- bylock raporlarını nasıl değerlendireceği merak konusu. Bylock kullanıcıları içerisinde tek sefer mesaj almış olan da yüzlerce defa mesaj trafiğine katılmış olan da mevcut. Büyük oranda Cuma günü tebrikleri, dua ve vaaz paylaşımlarının olduğu mesaj trafiklerinde asıl tespit edilmesi gereken ise darbe suçuna dair paylaşımlar olmalıydı.
Darbe yoluyla, kumpaslarla, her türlü yolu meşru gören ve toplumun tercihlerine, taleplerine, güvenliğine ipotek koyan yapılara karşı devletin mücadele etme hakkı, öncelikle toplumsal barış ve huzur için olmalıdır. Bu doğrultuda ister Gülenci isterse Kemalist cunta özlemleri taşıyan yapılara karşı devlet mekanizmalarının kendini, varlığını borçlu olduğu toplumu adına savunmasıyla haklılık elde eder. İslami terminolojide zarureti hamse olarak ifade edilen can, mal, düşünce, nesil ve dinin korunması için toplumdan güç alan devlet aygıtlarının harekete geçmesi haktır. Burada tartışmaya konu olan durum mücadelenin kendisi değil, nasıllığı yani meşruiyetidir. Sorunlar burada başlıyor.
FETÖ ile mücadele adına tanık olduğumuz soruşturmalar gücünü ve meşruiyetini, 15 Temmuz gecesi toplumun ortaya koyduğu dini, fıtri ve hukuki arayış temelinden değil, büyük ölçüde ulus devlet mekanizmasının güvenlikçi ve seküler mentalitesinden almakta. FETÖ soruşturmaları hukuki zeminden siyasi zemine doğru kaymıştır.
Gülenistlerle mücadele gündemi, Türkiye'de darbe sonrası asıl tehlikenin halen Kemalist vesayeti diriltmeye çalışan, Kemalist darbelerin özlemleri ile yanıp tutuşan müzmin muhalifler olduğunu örtmemeli. TV ekranlarında canhıraş darbenin faturasını dindarlara çıkartmaları, tüm cemaatlerin fişlenip devlet bünyesinden temizlenmesini dillendirmeleri beyhude çabalar olarak görülmemeli. Kemalistlerin en temelde itirazları darbe fikrine değil. Genlerinde darbecilik bulunan ve halen toplumu aydınlatılması gereken cahiller yığını olarak görenlerin itirazları, darbeyi 'dindar'ların yapmaya kalkmış olmaları, darbe tekelini ellerinden almış olmaları ve Cumhuriyetin gözbebeği TSK'nın dindarların eline geçmiş olmasınadır.
İslami camianın tüm yaşanan hukuksuz uygulamalar karşısında suskunluğunu koruması 'İslamilik' iddiasını da zedelemekte. Öyle ki insan mevcut gidişatın karamsar halini gözlemleyince yıllardır kullana geldiğimiz 'tevhidi yapılar', 'İslami camia' vb tanımlamalarla anılan yapı- öbeklerin kimliksel aidiyet ve bilinçlerinde ciddi erozyonlar mı var sorusunu da sormadan edemiyor doğrusu. Ya da imkân ve kazanımlar artarken bilinç ve tavır sahibi olma niteliğinde azalma mı oluyor?
İslami camianın FETÖ soruşturmalarında yaşananlara dair duyarsızlığı, hükümetin soruşturmaların seyriyle devasa boyutlara ulaşan mağduriyetlerdeki sorumluluğundan daha az değil. Ve hatta adaletle emrolunmuş İslami yapıların hükümetin uygulamalarını bütünüyle onaylayan, devletçi refleksi benimseyen tutumlara savrulmaları ciddi kimlik erozyonuna işaret etmekte. Rabbimizin vazettiği 'Müminler ancak kardeştir' ilkesi, FETÖ soruşturmaları boyunca İslami camia tarafından yerine getirilmemiş, kardeşliğin gerektirdiği dayanışma örnekliği sergilenmemiştir. İstisnaları olmakla birlikte feryat eden, gözyaşları içerisinde ocakları, yuvaları dağılan insanların ellerinden tutulmamış, hükümetin yanlış politika ve kararlarına ilişkin emr-i bil maruf nehy-i an'il münker sorumluluğu da ifa edilmemiştir. Sadece hükümet kadrolarını çürütmekle, yozlaştırmakla kalmayan sorgusuz tabiyet kültürünün, İslami yapıları da güdükleştirdiğine tanıklık ediyoruz. Şurası kesin ki adaletsizliğe, zulme sessiz kalmaması gereken yapıların sessizliği, mağduriyetlerin bu denli büyümesinde etkili oldu.