Özgür-Der'in "Ortadoğu'da Ne-Neden Oldu?" üst başlığıyla düzenlediği aylık panellerin beşincisi olan" İran’ın Ortadoğu İntifadalarına İlişkin Konumu ve Politikaları” konulu program Mehmet Ali Kaçmaz, Bülent Şahin Erdeğer ve Musa Üzer’in sunumuyla gerçekleştirildi.
Panelde ilk sözü Mehmet Ali Kaçmaz aldı. Kaçmaz konuşmasına neden programda İran’ın konu alındığını açıklayarak başladı. İran’ın bölgede önemli siyasi güce sahip üç ülkeden biri olduğunu, 1979’daki devrim ile Ortadoğu’da uyanışın ilk halkası olduğunu ve mezhebi olarak 150 milyon Şii’yi etkileyen bir konuma sahip olduğunu hatırlatan Kaçmaz İran’ın konuşulmasının en önemli sebbi olarak Ortadoğu’da ayaklanmaların başladığı ülkelere karşı olan olumsuz tavrını gösterdi.
20. yy. İran tarihi diğer bütün bölge ülkeleriyle bir benzerlik göstermektedir. Baba Rıza Şah ile oğlu Muhammed Rıza Pehlevi’nin iktidarı yaklaşık 50 yıl sürdü. Bu dönem yaşadığımız ülkeden de bildiğimiz benzer olayların vuku bulduğu bir dönemdir. Bu dönemde merkezileştirme çabaları görülmektedir. Farsça dışındaki diğer dillerin yasaklanması ve bu dillere ait kaynakların yok edilmesi, Türkçe ve Arapçanın, Farsçanın bozuk lehçeleri olarak görülmesi, Fars ırkının saf ırk olduğunu ispatlama gayretleri ve geri kalmışlığın yegâne sebebi din görülerek, ulema sınıfının yok edilmesi için türlü türlü faaliyetler yürütülmüştür.
79 Devrimine Her Kesim Destek Verdi
Bu zulümler 1979 yılına kadar devam ediyor. Devrim sürecini önce öğrencilerin ders bırakması ile başlıyor, ardından hocalar sayesinde hastaneler ve üniversiteler ayaklanıyor. Bankalar, demiryolları ve gümrük işçileri de harekete destek oluyor. En etkili olan ise petrol işçilerinin iki aya yakın iş bırakmaları olmuştur. Tabi bu ayaklanmaların, protestoların arkasında ulemanın ve aydınlarında çabaları olmuştur. Bunlar arasında Mutahhari ve Ali Şeriati gibi öncülerin Hüseyni İrşad’da verdiği konferanslar ve İmam Humeyni’nin demeçleri en etkili söylemler olduğunu belirtti.
İran, Çeçenistan’da, Hama’da, Bosna’da da Sustu
Devrim öncesi politika Batı endeksliydi. Devrim sonrası politika ise 180 derece değişmiş ve bölge ülkelerle daha yakın ilişkilere ve batıyla ilişkilerin kesilmesine sebep olmuştur. İran’ın dış politikasının çerçevesi anayasalarında 152-155 madde ile açıklanmıştır. Bunlar; Uluslararası ilişkilerde sultacılığı reddi, Emperyalist güçlerden reddi ve bunlardan bağımsız hareket, Ezilenleri Savunma, Müslümanlarla yakın ilişki şeklinde özetlenmiştir. Özellikle 154. madde de şöyle denir: “İran İslam Cumhuriyeti bütün insanlık düzeyinde insanın mutluluğunu ilke edinir. Hürriyet hak ve adalet yönetimini bütün insanlığın hakkı olarak tanır.
O halde başka milletlerin iç işlerine karışmaktan tamamen sakınmakla birlikte, mustazafların müstekbirlere karşı hak arama savaşımını yeryüzünün her noktasında destekler” ilkesinin baz alarak 1979-2010 yılları arasında ortaya çıkan İslami muhalefetlere ya da ayaklanmalar karşısındaki tavırlarına göz atalım. Olumlu tavırları olmakla beraber ben burada dış politikanın resmi ilkesinden çıkarak buna aykırı tavır davranışlar sergilediğini de görüyoruz. Hama katliamında sessiz kalmış, Rusya’nın Çeçen katliamına iç sorun olarak bakılmış, Tacikistan’daki İslami muhalefet desteklenmemiş ve Boşnaklar karşısında Sırpları destekleyen Rusya’ya herhangi bir tepki gösterilmemiştir, diyerek sözlerine son verdi.
Erdeğer sonrasında;
2009’a gelindiğinde karşımıza Yeşil Hareketin çıktığını görüyoruz. Bu hareket girdiği seçimlerde her ne kadar sonuçlara itiraz edip, şaibeli bir seçim olduğunu bildirse de resmi rakamlara göre yüzde 40 oy almıştır. Bu durum bir kırılma noktası oluyor ve bu hareketin önde gelenleri tutuklanıyor, fitne sebebi olduğu için ötekileştiriliyor ve önemli yayın organları kapatılarak siyasi hayattan tasfiye edildi. Daha despotik bir siyasi ortam hâkim sürdüğünü görüyoruz.
Erdeğer, bu bahsettiğimiz 3 dönemin 3 farklı dış siyaseti vardır. 79-89 arası dönemin dış siyasetinin özeti Humeyni’nin sözlerinde saklıdır: “Onlar İslam’ı İran için istiyorlar, Biz İran’ı İslam için istiyoruz.” Burada öncelik ve bir bakış açısı var. Bu dönemde Velayet-i Fakih olacakken devrilen Muntezeri'nin damadı Mehdi Haşimi “İran ilkelerini değil, İslam devriminin ilkelerini yaymak için bu bölgede muhalif İslami hareketlerle ilişki kurmaktır.” sözleri bu dönemin politikalarını oluşturmaktadır. Hama olaylarında Mehdi Haşimi, İhvanı Müslimin hareketine destek olunması ve despot bir yönetime karşı olunmasından yanaydı. Fakat bu görüş karşısındaki devlet aklı Ali Hamaneyn : “Biz devlet olduk, bu yüzden devletlerle ilişki kurmalıyız.” diyerek ulus çıkarları göz önüne almıştır. 89’dan sonra bu ilkeler baz alınarak geliştirilen politikalar tıpkı Türkiye gibi bir ulus devlet adabına uygun geliştirildi. Bu konuda Tunus’taki despotik rejimle herhangi bir sorun olmadığını Gannuşi’nin Tunus’tan kovulduktan sonra ülkeye alınmadığını ve İran’a giriş yasağının olduğunu belirtti. Hindistan ve Pakistan arasındaki Keşmir sorununa rağmen nükleer çalışmalarında yardım almak ve kendisine bölgede rakip olabilecek Pakistan’a karşı Hindistan ile ilişkiler geliştirilmiştir. Çin’de Doğu Türkistan’ın özgürlüğü için mücadele veren mücahitlere karşı tepki koymak yerine Çin ile ilişkiler geliştirilmiş ve bu durum karşısında İran’ın sessiz kaldığını belirtti.
Erdeğer, İran’ın 3 temel yaklaşımı vardır. Bunlardan birincisi Resmi Görüştür. Suriye dışında bütün intifadaları “İslami Uyanış” olarak görmektedir. Fakat Suriye devrimi, İran tarafından İsrail ve Batı tarafından yönlendirildiğini iddia etmektedir. Fakat ortada şöyle bir gerçek var ki o da Batının direk müdahale ettiği Libya için “İslami Uyanış” diyen İran, NATO’nun ve Batının birçok kez müdahale etmeyeceğiz dediği ve 2 senedir müdahil olmadığı bir halk hareketine komplocu bir bakış sergilemektedir. Bütün bu İslami Uyanışların İran İslam inkılabının bir etkisi olduğunu söylemektedirler. Ahmedinejad ekolüyse bu hareketleri “İnsani Uyanış” olarak tanımlar. Yeşiller Hareketiyse bütün bu gelişen olayları kendi hareketlerine benzetir. Bunların despotik yönetimler karşısında birer hak, özgürlük ve demokrasi arayışı olduğunu iddia etmektedir. Bütün bu verilerden de yola çıkarak İran’ın dış politikası bir ulus devlet çıkarları üzerine kurulmuştur, diyerek sözlerine son verdi.
Üzer, İran başta olmak üzere bütün devletlerin Ortadoğu intifadası sürecine hazırlıksız yakalandığını söyledi. Hiç kimse bu olayların bu kadar büyüyeceğini düşünmüyordu diyen Üzer, olaylar Mısır’a sıçramadan önce Ahmedinejad’ın Ortadoğu temsilcisinin Mısır’da Mübarek rejimiyle ilişkileri geliştirmek amacıyla bulunmasının da bu durumun somut örneğidir dedi. İran iç siyasetinin rejim tarafından kritik olarak değerlendirilmesinden dolayı reformcuların Tunus’ta ve Mısır’daki muhaliflere destek amacıyla yaptıkları gösterilerin zorla bastırıldığını ve o tarihten bugüne Musevi ve Kerubi’nin keyfi bir şekilde ev hapsine alındığını ifade etti.
Musa Üzer, Hüsnü Mübarek’in devrildiği 11 Şubat’ın aynı zamanda İran’da devrim kutlamalarının yapıldığı tarih olduğunu belirterek İran televizyonlarının Tahrir görüntüleriyle 79 devrim görüntülerini birlikte aktardığını söyleyerek ilk dönemlerde Mısır’daki devrim sürecine sahip çıktığını aktardı.
Fakat bu olumlu gelişmeler Tahran’ın, Mısır ve Tunus’ta istediğini yakalayamamasıyla son bulduğunu ifade eden Üzer, İran’ın yönünü Şii nüfuzunun olduğu Bahreyn ve Yemen’e çevirdiğini belirtti. Özellikle Bahreyn’in, İran devlet kanallarında ve resmi açıklamalarında sürekli olarak gündeme getirilmeye çalışıldığını ifade eden Üzer, ilk dönemlerde Suriye’deki gelişmelerle ilgili olarak da resmi medyasında tam bir karartma uyguladığını ifade etti. İran devlet televizyonunun Bahreyn’deki gelişmeleri abartılı olarak sunmasının somut bir örneği olarak Bahreyn’in nüfusunun bir milyon iki yüz bin gerçeğine rağmen İran televizyonunun eylemlere milyonların katıldığını iddia etmesini verdi. Bahreyn’de eylem yapan Şii grupların taleplerinin de haklı ve meşru olduğunu dile getiren Üzer, Bahreyn’i Suriye’ye alternatif gösterenlerin büyük bir yanlışlık olduğunu söyledi. Bugüne kadar Bahreyn’de hayatını kaybedenlerinin sayısının Suriye’de bir günde verilen kayıp sayısı kadar olduğunu ifade eden Üzer, büyük zulmü gizleyenlerin zalimlerin ortağı olduğunu belirtti.
İran’ın Suriye’deki iç dinamiklerini için ve örgütlü bir yapının olmadığını bildiği için bu eylemlerin devamının geleceğine inanmadığından İran başından itibaren Esed’den yana tavır koyduğunu söyleyen Musa Üzer, İran devlet yetkililerinin Mısır gibi sıkı bir müttefikini kaybeden İsrail’in bölgede emperyalistlerin desteğiyle Suriye’yi karıştırmanın peşinde olduğunu iddia ettiklerini ifade etti.
Musa Üzer, Türkiyeli Müslümanların kafalarında tahlile, bilgiye, vakaya dayanmayan bir İran etiketi olmasından dolayı İran’ın Suriye politikasını anlamakta güçlük çektiklerini belirtti. Siyasal-sosyal organizasyon olan devletleri yönetenlerin de insan olduğunu dolayısıyla hata yapabilecekleri kabulüyle hareket edilmesi gerektiğini belirten Üzer, İran’ın 2001 Afganistan işgali, 2003 Irak işgalinde İran’ın yanlış politikalarının, emperyalistlerle, işgalcilerle işbirliği içerisindeki politikalarının genel anlamda Türkiyeli Müslümanlar tarafından doğru tahlil edilmediğine dikkat çekti. Ortadoğu’daki İslami hareketlerin özellikle Irak’ın işgalinde İran’ın oynadığı rolden dolayı bu ülkeye ciddi tepki içerisinde olduklarını aktardı.
İran’ın Suriye rejiminin arkasında durmasının birkaç sebebi olabileceğini ifade eden Üzer devamla;
1. Beka Kaygısı; İran, Suriye’den sonra sıranın kendisine geleceğini düşünmektedir. Aslında bu durum bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde İran’ın kendi kendisini de despotik bir rejim olarak ilan etmesinden başka bir şey değildir. Yine bu düşünce ilk başlarda İslami Uyanış olarak tanımlama ile de çeliştiğini, halkın kendi dinamiklerinden doğan hareketlerin aslında komplo teorileriyle izah edilerek ve Batının oyunu olarak tanımlanarak tutarsızlık içerisine girmiştir.tarsız dile de dikkat çekmektedir.
Halk hareketinin gerçekleştiği bütün ülkelerin ortak özelliği, rejimlerin despotik karaktere sahip olması, İslami hareketlerin sindirilip, halkın yönetime katılımının sıfırlandığı, İslam dışı rejimlerin hâkim olduğu ülkelerde gerçekleşiyor olmasıdır. Bu bağlamda Suriye’de de benzer bir intifadanın ortaya çıkmasından daha doğal ne olabilir?
İran’ın da benzer bir akıbete uğrayacağı varsayımı ise ilginç bir paradoksu içermekte. Bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde İran kendisini diğer despotik devletlerle aynı kategoriye sokmuş olmaktadır. Normal şartlarda “İslami Uyanış” olarak tanımlanan sürecin kendini Cumhur-i İslami olarak tanımlayan İran’ı güçlendirmesi gerekiyor, endişelendirmesi değil. Suriye’deki Müslüman halkın anti-emperyalist ve anti-Siyonist olduğundan kuşku duyulmuyorsa Esed sonrasından niye endişe ediliyor? İran’ın kendi iç siyasetinde, politikalarında, toplumsal yapısında, siyasal katılım, seçimler, güç dağılımı, düşünce ve ifade özgürlüğü, siyasal gruplara örgütlenme ve faaliyette bulunma özgürlüğü tanıma gibi konularda ciddi sorunların bulunduğu vakadır. Nitekim 12 Haziran 2009 seçimlerinden sonra geniş halk kitleleri günlerce süren protesto gösterileri yapmıştı. Sistemin reformcu cephede yer alan siyasal önderleri tutuklaması ve ev hapsine almasıyla ancak muhalefetin önü alınabildi. Şimdi sistem sahiplerinin böyle bir korkusunun olması Suriyeli Müslümanlara haksızlık yapılmasını meşrulaştıramaz.
İran yönetiminin diğer Müslümanlarla uğraşma yerine beka krizinden kurtulup “Acaba biz ne yapıyoruz da toplumda hâlâ bize karşı tehdit öğeleri güçlü ve bu durumu düzeltmemiz için ne yapmamız gerekiyor?” gibi sorular üzerinde düşünmeleri kendileri açısından daha doğru olacaktır.
2. Mezhep Kaygısıyla; Şiilik ve Nusayrilik teorik açıdan gerçekten de birbirinden oldukça farklıdır. Ama Şii kültür havzasında, literal düzlemde dahi Ehl-i Beyt sevgisini öne çıkaran gulat yapıların Sünni oluşumlara tercih edilmesi de bir vakadır. Bu durumu anlamak için kısa bir süreliğine dahi Şii Müslümanların arasında yaşamak yeterlidir. 1979’da gerçekleştirilen devrimden sonra İslam dünyasının değişik coğrafyalarında uyguladığı politikalarda mezhebi önceleyen tutumu göz ardı edilemez. Hatta denilebilir ki, bu mezhebî öncelikler devrim dalgasının diğer coğrafyalarda etkili olmasını engelleyen en önemli sebeplerin başında gelir. Fakat tek başına mezhep kaygısıyla dış politikasını belirlediği de iddia edilemez. Örneğin Azerbaycan-Ermenistan arasındaki ihtilafta Ermeni tarafını tutmaktadır. Oysa Azerbaycan’ın büyük çoğunluğu Şii’dir. Burada devlet güvenliğini merkeze aldığını görüyoruz. İran’da Azeri nüfusun yoğunluğu ve Büyük Azerbaycan söylemleri İran’ı tedirgin ettiğinden Ermenilere daha yakın durmaktadır.
Esed rejiminin düşmesi durumunda mezhep savaşı çıkacağı iddialarını dile getiren de yine İran’dır. Oysa Suriye’deki olayın mezheple ne alakası vardır? Mezhep savaşı söylemi mevcut statükonun devam ettirilmesi yönünde kullanılan kirli bir araçtır. Türkiye’de siyasal-sosyal meselelere duyarsız Müslümanlar da bu argümana inanabilmekteler oysa İran ve bağlıları Irak’ta uyguladıkları politikalarla tamamen mezhepçilik yapmaktalar.
3. Direniş Cephesinin Zayıflamaması; İran kendisi başta olmak üzere Hizbullah, Filistin (İslami Cihad, Halk Cephesi Genel Komutanlık, Hamas) ve Suriye’nin içinde olduğu bir direniş cephesi söylemini merkeze alarak bu hattın korunmasına çalışmaktadır. Yine bu hattın içerisine, Amerika’nın özgürleştirdiği üzerinde etkili olduğu Irak yönetimini de eklemektedir. Esed yönetimindeki Baas iktidarı bu hattın içerisinde olduğuna göre iktidar değişimi hattın zayıflamasına yol açacaktır. Hem Suriye hattan düşmüş olacak hem de Hizbullah’a İran’dan giden lojistik desteğin bağlantı yolu kesilecektir. İlk duyuşta kulağa hoş gelen bu söylemin Suriye devrimini karalamak için yeterli bir karine değildir.
Bu iddianın mantıksal doğruluğu ancak Suriye İntifadasını yürüten kitlelerin ve Allah’ın izniyle müstakbel iktidar sahiplerinin emperyalizm ve Siyonizm karşıtı politik tutumlarının olmamasıyla sağlanabilir. Oysa Suriye devrimini omuzlayan örgütler, kitleler en az İran kadar anti emperyalist ve anti siyonisttir. Anti-emperyalizm ve Siyonizm karşıtlığını tekeline alan bu tutumun ahlaki zaafı olduğu gibi direniş cephesi söyleminin istemediği durumları lekelemede kullanım değeri yüksek bir operasyon aygıtı olduğu da gözden kaçmamalıdır. Filistin sorununu sanki dünya Müslümanlarının tek sorunuymuş gibi sunmak yanlıştır. yanlışlığıdır. Elbette Filistin ve Kudüs’ün özgürlüğü merkezî bir öneme sahiptir. Ama dünya Müslümanlarını ezen diktatörlük, despotizm, tağuti yönetimler gibi hafifsenmemesi gereken önemli başka sorunlarımız da var. Hiç kimse Müslümanlara diktatörlerine boyun eğmeleri yönünde ahlaksız bir çağrıda bulunamaz. Kendini özgürleştiremeyen bir halk, Kudüs’ü nasıl özgürleştirebilir? Zorlama ve sanal gündemlerle Suriyeli Müslümanların kıyamını pasifize ve marjinalize etme kurnazlıklarını uygulayanlar amaçlarına ulaşamadılar. Yıllardır Golan işgal altında olmasına rağmen hiçbir şey yapmayan Baas iktidarı ve destekçilerinin birden Filistin sınırlarına akın etme, 3. İntifadayı ilan etme, Gazze ve Kudüs yürüyüşü gibi organizasyonlar tertipleyerek manipülatif yöntemlere başvurmaları doğaldır ki dünya Müslümanları açısından hiç de inandırıcı olmadı.
Direniş cephesi söyleminde gerçekten samimi olanlar bu cephenin genişlemesi ve zayıflamamasını sağlayacak adımlar atmak durumundadırlar. Müslüman halklar nezdinde inandırıcılık ve samimiyet sorunu taşıyan eylem ve söylemler yarınlar açısından kendi bindikleri dalı kesmek anlamına gelecektir. Filistin’de Siyonist işgale karşı savaşın en büyük gücü Hamas, İhvan-ı Müslimin hareketinin bir kolu değil mi? Suriye’de de direnişi örgütleyenler ya İhvan çizgisinde insanlar ya da benzer çizgide bulunan İslami oluşumlar. Hamas, Suriye intifadasını sonuna kadar destekliyor, yüzlerce Filistinli devrim sürecinde Esed rejimiyle savaşırken şehit düştü. İstenildiği kadar dezenformasyon, karalama kampanyası yapılsın neticede Der’a’da, Humus’ta, Hama’da, Halep’te, Şam’da mazlum ve Müslümanların kanlarının akıtılmasını ne İran ne de bir başkası asla meşrulaştıramaz.
4- Devlet Çıkarları Gereği Esed’i Desteklemesi; Dinî sebepler yerine İran milliyetçiliğini ve tamamen reel şartları esas alarak, devletin kâr-zarar hesabını gözeterek politikalarını belirlemesi anlamında ifade edilen bu yaklaşım esasında İran’ın birçok politikası için geçmişten beri yapılmakta. 1982 Hama, Afgan Cihadı, Körfez Savaşı, Afganistan’ın işgali, Irak’ın işgali, dünyadaki İslami hareketlerle ilişkisi gibi birçok konuda aslında İran’ın kendi devlet çıkarlarını merkeze alarak politik tutumlar aldığı yönünde eleştiriler yapılmakta.
İran, Suriye İntifadasına ilişkin politikasında tamamen devlet çıkarları merkezli hareket ettiğinde dahi yanlış yapmaktadır. Tamamen Baas iktidarı arkasında duran bir İran hem diğer İslam coğrafyasıyla ilişkisinde sıkıntı yaşayacak hem de Baas sonrası yeni iktidarla ilişkinin zeminini kaybetmiş olacaktır. Kendini kaybetmişçesine Esed’in arkasında durmak bu perspektiften bakıldığında bile mantıklı görünmemektedir.
5- Emperyalizmi Baş Çelişki Gördüğünden Dolayı Esed’i Desteklemesi: İran devleti baş çelişki olarak emperyalizmi görmektedir. İran dinî lideri Hamaney ve diğer yetkililerin açıklamaları gelişen her olayda bu kriteri esas alarak politikalarını belirlemektedirler. İran, Ortadoğu İntifadasını bu anlamda emperyalizme vurulmuş bir tokat olarak yorumladı. Lakin iş Suriye İntifadasına gelince söylem ve tavır değişti, burada emperyalizmin devreye girdiğini ve olayları yönlendirdiği iddia edilmeye başlandı.
Suriye’de iki yıldır direnen Müslümanların Amerika ve İsrail lehine slogan attıkları iddiası asla gerçeği yansıtmıyor. Ayetullah Hamaney başta olmak üzere en önde olan insan bu kadar kolay bir şekilde mahkûm edici ifadeler kullanıyorsa takipçisi olduklarını iddia edenlerin Suriye İntifadasını destekleyen Müslümanlara yönelik her türlü iftirayı atmaları normal oluyor.
Suriye İntifadasını emperyalistlerin planladığına yönelik İran’ın delili nedir? Hangi somut bilgi ve belgelere dayanmaktadır? Bu gibi temel sorulara verilecek ciddi cevapları yoktur. Diyelim ki, İran İslam Cumhuriyeti gerçekten de emperyalizmi baş çelişki olarak gördüğünden dış gelişmelere yaklaşımını bu politika çerçevesinde belirliyor. Çok da eskilere gitmeden hemen İran’ın komşusu iki ülkede meydana gelen gelişmelere ilişkin neden acaba aynı yaklaşımı sergilemediğini sormak gerekiyor. 2001 yılındaki Afganistan ve 2003 yılındaki Irak’ın işgalinde emperyalizm tankı, topu, uçağıyla gelip İslam topraklarını işgal ettiğinde Tahran’dan cihad için uçakların kalktığını görmedik. Öyle ya şimdi Esed ve Baas milliyetçileri için gerekirse savaşırız, canımızı veririz diyenler emperyalizme neden aynı tavrı göstermediler?
2001 yılında Afganistan emperyalistler ve NATO tarafından işgal edildiğinde iktidarda İran’ın çok da sevmediği Taliban yönetimi vardı. Dönemin İran Dışişleri Bakanı “Afganistan meselesinde Amerika ile bazı ortak noktalara sahibiz.” benzeri beyanatlar vermekten hiç de imtina etmiyordu. Kuzey İttifakı ile irtibatı zayıf olan ABD, İran’ın arabuluculuğuyla irtibata geçiyor ve işgal planlarını daha kolay devreye sokabiliyordu. Taliban devrildikten sonra, İran Aralık 2001’deki Bonn Konferansında, geçici Afgan hükümetinin kurulmasında da rol oynadı. Bütün bunların hangi anlama geldiği çok açık değil mi?
2003 yılındaki Irak işgalinde yaşananlar ise Afganistan’ı aratacak düzeyde oldu. Uluslararası hukuk açısından haklı hiçbir gerekçe olmadan emperyalist güçlerin Irak’ı işgal etmesine karşı dünya Müslümanları arasında Irak’ta güçlü bir direniş beklentisi gelişti. Bir yanda Ayetullah Uzma Sistani, diğer tarafta Abdülaziz Hekim önderliğindeki Devrim Konseyi ve ona bağlı Bedir Tugayları, öte tarafta Mukteda es-Sadr önderliğindeki Mehdi Ordusu ve her türlü lojistik desteği sağlayacak hatta savaşacak komşu İran. Ama gelin görün ki, bütün beklentiler boşa çıktı, Şii Müslümanlar işgalcilerle ‘uzlaşarak direnme’ seçeneğini tercih ettiler. Hekim grubuna bağlı ve İran Devrim Muhafızlarının eğittiği Bedir Tugayları ise direnişçileri İçişleri Bakanlığına ait binalarda tutarak ‘misafirperverlik’lerini gösteriyordu. Oğul Ammar Hekim emperyalizmin sembolik merkezi Beyaz Saray’da ağırlanmaktan hiç ama hiç çekinmiyordu. Netice itibariyle bugün Maliki liderliğindeki Irak’ta, tartışmasız bir biçimde İran belirgin bir söz sahibidir ve emperyalizmin meydana getirdiği “yeni Irak” altın tepside İran’a sunulmuştur.
Şimdi bölge hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan aklıselim bir insan, Afganistan ve Irak gelişmelerine bakarak ABD önderliğindeki emperyal güçlerin kime hizmet ettiği sorusuna nasıl bir cevap verecektir? Ya da emperyalizmi ve büyük şeytanı dilinden düşürmeyenlerin bu işgal süreçlerine bakarak İran hakkındaki kanaati ne olacaktır?
İran’ın Suriye İntifadasına ilişkin politikalarına gerekçe olabilecek hiçbir tez, yapılan yanlışı meşrulaştırmaya yetmiyor. Mızrak çuvala sığmıyor. Çünkü tablo çok açıktır. Bütün dezenformasyon, psikolojik savaş yöntemlerine rağmen Suriyeli Müslümanların mücadelesi haklı ve meşrudur. Esed ve Baas diktasının halka tankıyla topuyla savaş açan, her türlü işkenceyi ve katliamı meşru gören politikalarını başta İran İslam Cumhuriyeti olmak üzere hiç kimse paklayamaz. Eğer İran gibi İslam Cumhuriyeti iddiasındaki bir ülke dahi bunu yapsa bu ne İslami ne de cumhuridir.
Katılımcılardan gelen soru ve katkılarla panel son buldu.
Haksöz-Haber/Kürşat Okur