Özgür-Der'in her ayın son haftasında Zübeyde Hanım Kültür Merkezi'nde icra ettiği ve Aşılması Gereken Zaaflarımız ana başlığını taşıyan paneller dizisinin dördüncüsü 30 Ocak Çarşamba gecesi yapıldı. Daraltılmış Siyaset: PARLAMENTERİZM başlığını taşıyan bu ayki panelin oturum başkanı Mesut Onat, konuşmacılarıysa S. Bülent Yılmaz ve Ahmet Ağırakça idiler.
Sunumuna siyasete dair tanımlayıcı tespitlerin özetiyle başlayan Mesut Onat siyasetin en geniş anlamda iktidar olgusunu içerdiğini ve güç mücadelelerinin de bu kapsamda olduğunu belirterek toplumların kendi görüşleri doğrultusunda yönetim erkini şekillendirmek istediklerini ve siyasetin de bu çerçevedeki faaliyetlere tekabül ettiğini ifade etti. Bundan hareketle Türkiye'deki siyasi yapıyı da kısaca analiz eden Onat bütün iddiaların aksine Türkiye'deki siyasal düzenin temel karakterinin parlamenter demokrasi değil, totaliter bir yapı arz ettiğini ve Kemalizm'in de partiler üstü bir konumda olduğunu söyledi. Kemalist ideolojinin kuşatması altında şekillenen Türkiye'de Müslümanların siyasi yapı ve partilere karşı tutumlarını da kısaca değerlendiren Onat AK-Parti üzerinden mevcut siyasal işleyişe eklemlenmeyi genel bir zaaf olarak tespit ettikten sonra konuyu değerlendirmeleri üzere sözü konuşmacılara verdi.
İlk konuşmacı olarak sözü alan S. Bülent Yılmaz sunumuna konunun önemini vurgulayarak başladı. Türkiye pratiğinden hareketle siyasetin ve bununla bağlantılı parlamenter mücadelenin İslami mücadelede araçsal değerini saptamaya çalışan Yılmaz konuyu Batılı parlamenter-temsili demokrasi kuramı, kendisini buna dayandıran Türkiye siyasi düzeninin iç tutarlılığı ve Müslümanların siyasi mücadele birikim ve pratikleri alanlarına yayarak değerlendirdi.
Birinci alana ilişkin olarak demokratik yönetimin genel anlamda halkın yönetsel mekanizmaya katılımı ve farklılıkların parlamentoda temsili yoluyla bir arada yaşatıldığı idari bir sistem biçiminde tanımlandığını belirten Yılmaz, verili tanımlarının olanca farklılığıyla mevcut dünyada demokrasinin temel bir meşruiyet ölçüsü olarak kabul edildiğini belirtti. Bununla birlikte demokrasinin artık bir ideolojiye de dönüştüğünü belirten Yılmaz, Batı pratiğinden hareketle kendisini demokratik ad eden küresel sistemin hegemonyasını dayatmada demokrasiyi bir manipülasyon aracı olarak kullandığını belirtti ve buna örnekler verdi. Bu bağlamda Modern Batı düşüncesinin liberal demokrasiyi insanlığın ulaştığı en son evrensel hakikat olarak sunduğunu belirten konuşmacı, tarihin sonu teziyle de bunun mutlaklaştırıldığını ve gelecekte daha iyisinin olmayacağı tezinin yaygınlaştırılmak istendiğini söyledi. Bununla ilintili olarak Yılmaz'ın şu tespitleri dikkat çekti: "Liberal demokrasi, Batı tarafından totaliter ve tektipçi bir anlayışla kapitalizmin ve pazar ekonomisinin taşıyıcısı ve maskesi olarak tüm dünyaya dayatılmak ve yaygınlaştırılmak isteniyor. (…) Evrensel hakikat algısıyla tüm dünyaya dayatılan demokrasi ideolojisiyle toplumların kültürel, dini, idari ve siyasi özgünlükleri yok sayılıyor. Demokrasiyle uyuşmayan gelenek ve birikim gerici olarak adlandırılıyor".
İkinci alana dair Türkiye siyasi düzenini değerlendiren Yılmaz, konunun önemini tespite yönelik olarak "partisel faaliyeti seçmeyi düşünenler bu yöntemi uygulayacakları sistemi tanımak zorundadır" saptamasını yaparak konuya girdi. Bu cümleden olarak Türkiye'deki yönetsel sistemin verili tanımlar içerisinde oligarşik cumhuriyete tekabül ettiğini belirten konuşmacı, oligarşinin Türkiye'deki sacayakları olarak da bürokrasi, medya, sermaye ve STK'ları saydı. Yönetsel sistemi oluşturan ve rejimi ayakta tutan bu güçlerin birbiriyle olan ilişkisini de saptayan konuşmacı bürokrasinin sivil ve askeri olmak üzere ikiye ayrıldığını ve bunların sistemin bekçisi olan devlet kurumları olduğunu belirterek örnekler verdi. Medya gücünü de oligarşinin sesi olarak tanımlayan Yılmaz, buna mühendislik rolünün biçildiğini ve görevinin de toplum mühendisliği olduğunu söyledi. Düzenin sacayaklarından üçüncüsü olarak zikrettiği sermaye'nin de ülkenin ekonomi politiğini yönlendiren güç olduğunu söyleyen Yılmaz verdiği TÜSİAD örneğinde bunu oligarşiden beslenen ve onun hizmetinde çalışan, dolayısıyla kendi çıkarlarıyla oligarşinin çıkarlarının iç içe geçtiği bir yapı olarak niteledi. Düzenin dördüncü sacayağı olarak zikrettiği STK'larıysa oligarşinin toplumsal ayağı olarak tanımlayan konuşmacı, düzenin bütün sendikaları, dernekleri, vakıflarının bu kapsamda olduğunu söyledi ve buna TÜRK-İŞ, DİSK, TİSK, TOBB ve TESK'i örnek vererek bunları 'beşli çete' olarak niteledi. Siyasetin çerçevesini belirleyenin de bu oligarşik yapı olduğunu söyleyen Yılmaz, siyasetin bu dar ve kuşatılmış çerçevede yapıldığını ve bunun Kemalist ideoloji doğrultusunda denetlendiğini belirterek aslında buna siyaset de denemeyeceğini ifade etti. Katılımcı demokrasi bağlamında da politikanın zaten dar çerçevesinin katılımı güçleştirdiğini belirten Yılmaz, görece çok partili sisteme geçmekle birlikte Türkiye'de dindar kesimin kendini yakın hissettiği bazı partilerin kurulduğu ve bu partilerin ilgili çevreleri temsil iddiasıyla parlamentoya girdiğini belirterek ancak seçim süreçlerinde yapılan vaadlerin aksine iktidara geçildiğinde bu partilerin hemen tümünün bir düzen partisine dönüştüğünü, halkın önüne konduğunda kendisini temsil iddiasıyla parlamentoya gönderdiği milletvekillerinin de partinin mümessilleri olduğunu söyledi ve temsilin böylece başlamadan bittiğini ifade etti. Katılımın salt oy vermeye indirgendiği dar bir siyaset anlayışını temel sorunlardan olarak vurgulayan konuşmacı "Propaganda ve ilişkiler servet ve nüfuza dayandığı için siyaset Türkiye'de sermayedarlar ile feodallerin işidir", dedi. Dindar kitlelerin ve içerisinde bir kısım İslamcılar da dahil muhafazakar kesimlerin desteklediği DP, AP, DYP, ANAP ve Milli Görüş partileri üzerinde gelişen siyasi katılımı da değerlendiren Yılmaz AK-Parti süreciyle de irtibatlandırarak ortak özelliğine dikkat çekti: "…hepsi ortalama olarak çeşitli şekillerde halktan yana görünen politikalar izlediler. Ancak ortak özellikleri hiç birinin sistemi aşmaması veya aşmak istememesi… Aşma iddiasında olanlar ise düzenin efelenmesi durumunda risk almaktan kaçındılar. Bilahare her biri bir düzen partisi haline geldi. Şuanda AK-Parti'de de aynı eğilim görülebilir".
Bu iki alana dönük saptamalarının akabinde son olarak Müslümanların sistem ve partili mücadele karşısındaki tutumlarını tahlil eden Yılmaz, geniş bir yelpazeye serpiştirdiği konuyu güncel bir zeminde değerlendirerek Türkiye pratiğinde siyasi mücadele fıkhımızın ne olması ve hangi stratejiye yönelmesi gerektiğini tartıştı. Bu bağlamda parlamento dışı bağımsız ve istikrarlı siyasi mücadele metodolojisinin öneminin altını çizen konuşmacı konuyu bu yönelime dönük itirazların değerlendirmesi dolayımında açıklık getirmeye çalışarak çeşitli alt başlıklarda topladı. Bunlardan bazıları şöyleydi:
1) Dernek ile parti arasında farkın olmadığı söyleminden hareketle partili mücadeleyi meşrulaştıran eğilim:
Bu yaklaşımın a) kuşatıcılık, b) kendine has nitelikler, c) ve risk oranları bakımından değerlendirilmesi gerektiğini belirten Yılmaz, kuşatıcılık bakımından demokrasinin ve buna bağlı olarak parlamentarizmin Türkiye örneğinden yola çıkarak mevcut nesnel koşullar içerisinde parlamento içi mücadelenin imkanın olmadığını, bazı sonuçlar umarak içerisine girilmeye zorlanılan uzlaşmacılığın süreç içerisinde ne ilkelerden ve ne de davadan eser bırakmadığını ve nihayetinde de sahiplerini dönüştürüp kimliksizleştirdiğini söyledi. Kendine has nitelikleri bağlamında dernek ve partinin her ne kadar kanunlarla kayıtlı olsalar da siyasi partiler yasasıyla dernekler yasasının birbirinden farklılık arz ettiğini söyleyen konuşmacı "siyasal partiler yasası partisel faaliyetleri Kemalist ilkelerle kayıtlayıp tamamen kuşatırken dernekler yasasında böyle bir şey yoktur. Daha az risk içerir ve daha az entegre edicidir", dedi. Edinilen araçların da özünde meşru olması gerektiğini belirten Yılmaz, sistem içi araçlardan istifade konusunda Rasül'ün İlaf, Eman, Panayırlar vb. araçları kullanmadaki örnek tutumunun iyi anlaşılması gerektiğini hatırlatarak dernek, vakıf vb. araçların bir diğer sistem içi araç olan partiye oranla daha kullanılabilir olduğunu söyledi. Risk oranlarının muhasebesinde de Yılmaz Türkiye örneğinde partili mücadelenin sisteme entegrasyon gibi büyük riskler içerdiğini belirterek bu güne kadar gelinen sürecin de bunu gösterdiğini söyledi.
2) Çözümün yegâne adresi olarak Meclisi/Parlamentoyu gören yaklaşım:
Bu yaklaşımın başörtüsü üzerinden değerlendirmesini yapan Yılmaz, meclisin sorunun nihai çözüm adresi olmakla birlikte içerisine girilmesi gereken yönelimin bunun için parlamentoya girme değil, parlamento dışında kalarak ve talepleri örgütleyerek çözümü dayatmak olduğunu söyledi. Bu bağlamda ayrıca başarı tasavvurunun çarpıklığının da görülmesi gerektiğini belirten Yılmaz, "külfeti yani bazı sınırlı olumlu çalışmalar karşılığında ne gibi bedellerin ödendiği ve tavizlerin verildiği de dikkate alınmalıdır", dedi. Birçok konuda sıkça karşılaşılan bu eğilimin önemine binaen etraflı bir değerlendirmesini yapan Yılmaz'ın "fayda-zarar hesabı ilkeleri dikkate almayan pragmatist bir yaklaşımdır. (…) ölçü olumlu işler yapmak veya salt başarı olmamalıdır. İlkeleri unutmamak gerekir. (Özal dönemi) ANAP da olumlu işler yaptı. Müslümanlar ANAP'lı mı olmalı? Değilse AK-Parti ve Milli Görüş'ün ne ayrıcalığı var? " tespitleri de kaydedilmeye değer idi.
3) İktidar öncelikli yönelim ve hemen sonuç alma aceleciliği:
Bu tutumun kendisini "devlet kurmak için örgütler kuruldu sonuç alınamadı. Cemaatler kuruldu sonuç alınamadı. Silahlı yöntem ve tebliğ yoluyla da sonuç alınamadı. Geriye sadece partili mücadele kaldı." gerekçesiyle sunduğunu belirten Yılmaz, parlamento içi politika yoluyla bazı sonuçların alınmasının belki mümkün olabileceğini, nitekim Türkiye pratiğinde farklı yönelişte partilerin de özgürlük alanlarının genişletilmesi, Kürt sorunu vb. alanlara dönük kısmi açılımlar yaptığını ancak ideolojik/akidevi açıdan Müslümanların mevcut şartlarda kimliklerini koruyarak parlamentoya girmelerinin mümkünatı olmadığını belirtti. Ayrıca gaspedilmiş hakların iadesi veya taleplerin dillendirilmesi için ille de meclise girmenin sonuca varmanın tek yolu olmadığının da altını çizen Yılmaz, Türkiye pratiğinin gözetildiğinde aslında bu yönelimin gerçekçi de olmadığını hatırlatarak parlamento dışı kalarak da egemenlerin çözüme zorlanabileceğini söyledi: "ilkeli ve bağımsız bir muhalefet hareketinin oluşturduğu kamuoyu baskısı istikrarlı olduğu müddetçe karar vericiler üzerinde oldukça etkilidir". Konuyu nebevi sünnet ile de irtibatlandırarak vakıayı tahlil eden Yılmaz'ın bu mevzuya dönük "Kız çocuklarının diri diri gömülmesini önlemek için Daru'l Erkam'ı bırakıp Daru'n-Nedve'ye talip olmamalıyız. Aksine Daru'n-Nedve'ye baskı kurarak siyaset yapmalıyız." uyarısı da bir diğer önemli hatırlatmaydı.
Son olarak sahih bir siyasi mücadele fıkhının nasıl oluşturulabileceğini ve bunun hangi stratejilere yönelmesi gerektiğini de tartışmaya açan Yılmaz bu bağlamda önermelerini özetleyerek konuşmasını noktaladı.
- Siyaseti salt parlamentoyla sınırlandırmamak veya daraltılmış siyaset açmazını aşmak:
"Siyaseti partisel faaliyetlerle sınırlandırmak veya parlamentoya hapsetmek doğru değildir. İnsanların günlük hayatlarında gerek politikayla ilgili faaliyetleri gerekse de politika dışı toplumsal veya sistemin yansımaları, kararları, uygulamalarıyla ilgili fikri ve ameli, ferdi veya cemaatsel faaliyetler de kelimenin eksiksiz anlamıyla siyasettir."
- Özgün bir İslami siyaset fıkhını oluşturmak:
"İslamcı siyaset sisteme köklü eleştiriler getiren, köklü bir şekilde muhalefet eden, sosyal ve siyasal olarak özgün bir alternatif sunabilen veya olabilen bir siyasettir".
- Bir üst-strateji olarak Kur'an Nesli'nin İnşasına yönelmek:
"Dünyayı değiştirme hedefi güden Müslümanların önce bir toplumsal değişim ve dönüşümü anlatan Kur'an Nesli anlayışının önemini kavramaları gerekir. Siyasetin bu amaçtan sapmaması ve araçların bu amaca uygunluğu gözetilmelidir. Sapmaları önlemek için iktidarı amaçlayan anlayışın değil, aşağıdan yukarıya doğru bir toplumsal dönüşümü hedeflemek önemlidir. Bu anlamıyla partiler ve politika Türkiye şartlarında bu amaca elverişli uygun araçlar değildir. Partiler Türkiye sisteminde toplumu olsa olsa düzen lehine dönüştürebilirler!".
"Nihai kertede siyasi partiler şartlar olgunlaştığında İslami hareketin geniş perspektifi ve organizasyonu içinde kontrollü bir araç olabilir. Ki bunun şartları da Türkiye'de bulunmamakta. Yoksa hareketin yegâne unsuru yani kendisi olamaz".
Panelin ikinci konuşmacısı Ahmet Ağırakça'ysa sunumunu parlamentarizm üzerinden siyaset literatürünün Batılı tarihi gelişim içerisinde değerlendirmesiyle bunun İslami siyasal literatür ile kavramsal mukayesesi ekseninde yaptı. Bu eksenden hareketle konuyu güncelleyen Ağırakça tebliğinde daha ziyade parlamentonun ve parlamenter mücadelenin meşruiyeti meselesine yoğunlaştı.
Konunun Batılı tarihsel gelişimini anımsatarak ele alan Ağırakça kavramın ilk defa eski Yunan'da ortaya çıktığını, bunun da Sparta ve Atina'daki sosyo-politik yapının bir uzantısı olduğunu söyleyerek "parlamentarizm yargının, siyasetin birbirinden ayrılması ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin süreç içerisinde ortaya çıkardığı bir kurumdur", dedi. Aslında meclisin niteliği değişmekle birlikte tarih boyunca varolduğunu da belirten Ağırakça, meselenin özünde teşri, icra ve kazayı içerdiğini ve dolayısıyla teşri yetkisinin kimde olduğunun da bunun meşruiyetini belirlediğini ifade ederek bunun insanlık tarihiyle irtibatını kurdu. Buna dönük olarak nebilerin mücadele sünnetleri ve onların liderliğinde oluşan ilk toplumlardan örnekler veren Ağırakça, bunlara karşı dikilen sistemlere de değinerek Firavun-Haman-Karun ve Daru'n-Nedve'nin siyasi niteliğini tahlil etti. Bu bağlamda Kur'an'ın mele-mutrefin kavramlarına da dikkat çeken konuşmacı nebiler karşısında dikilen tüm kişi ve sistemlerin de kendi aralarında bir istişari yapıya göre işlediğini belirterek "bunların hepsinin birer istişare kurulu, parlamentosu var" dedi. Bu tarihsel yapısıyla parlamentonun hakim üst sınıfların alt sınıflar üzerindeki hegemonya ve iktidarını yansıttığını belirterek Ağırakça, onun beşeri ve seküler bir nitelik barındırdığını, egemenlerin inisiyatifinde olduğunu ve Vahye karşıt bir zeminde konumlandığını söyledi. Buradan hareketle reel duruma gelen konuşmacı buna dönük olarak da şehirleşmenin gelişmesi, nüfus artışı, teknolojik ilerleme sonucu yeni hegemonya arayışlarının baş gösterdiğini ve bunların icra-teşri-kaza makamlarını ele geçirme hırsını yansıttığını söyledi.
Bu gelişmelere bağlı olarak Batı'da derebeyliğin tasallutundan krallığa, krallıktan cumhuriyete, cumhuriyetten de parlamentarizme doğru evrimsel bir çizgide iktidar süreçlerinin yaşandığını ve gelinen aşamadaysa bunun nispi temsili bir modeli ifade ettiğini ve dolayısıyla bunun yeni bir medeniyet biçiminde dayatıldığını ifade etti. Bu temelde mevcut siyasi işleyişin niteliğini de tahlil eden konuşmacı meşruiyet tartışmasının öncelikle itikadi ölçülere göre yapılması gerektiğinin önemini vurgulayarak günümüzdeki parlamenter rejimlerin seküler, materyalist ve dayatmacı karakter arz ettiğini, teşride vahyin yerine hevanın ve hırsın merkeze alındığını belirterek bu yapısıyla parlamentarizm ve parlamento içi partili siyasete sıcak bakılamayacağını söyledi.
Son olarak konuya yaklaşım ve siyasi mücadele fıkhının inşasında İslami hareketlerin bu durumu göz önünde bulundurmalarının önemle altını çizen Ağırakça İslami siyaset literatürüne ait icra, kaza, teşri, şura vb. kavram ve konuların tahlilini yaparak gerek iktidar ve gerekse de muhalefette İslami siyasetin ancak vahyi umdelere bağlı kalınarak yapılabileceğini, ilkelerden kopuk hizmet ve başarı telakkilerinin pragmatizmi ifade ettiğini ve meşru olmadığını, İslami bir siyasetin vahyi nasları aşamayacağını söyledi. Türkiye pratiğinin değerlendirmesini de bu bağlamda kısaca yapan konuşmacı sapmalara örnekler vererek Türkiye şartlarında parlamentonun partili mücadelenin gerek form ve gerekse de içerik itibariyle İslami kimlik ile siyaset yapmaya elverişli olmadığını ifade etti.
Ağırakça konuşmasını şu vurgularla noktaladı: "Toplumu sevk ve idare hakkı toplumların kendisine bırakılmamıştır. İnsanların kendilerine, hevalarına göre yaşam tarzı, hukuk belirlemeleri meşru değildir. Bunun esasları Kur'an ve sünnete göre belirlenmiştir. Teşrinin kaynağı Allah'tır ve ne şura ne de içtihat bu naslardan kopuk olamaz. (Günümüzdeki biçimiyle) parlamento heva ve heveslerin ortaya çıkardığı bir değerler/hükümler manzumesidir".
Panel her iki konuşmacının dinleyicilerden gelen soruları cevaplamasının ardından sona erdi.