Vakit gazetesinin bugünkü manşetinde yer verdiği, jandarmanın cami baskını haberi Türkiye'de askerlerin istedikleri zaman hukuk kurallarını takmadıklarının yeni bir belgesi niteliğindedir. Gazetenin haberinde belirtildiği şekliyle Habibler Yayla Köyü'nde bulunan Mehmet Emin Mescidi önceki gece İstanbul İl Jandarma Komutanlığı'na bağlı birliklerce "basılmış" ve camide sohbet etmekte olan 110 kişi yaklaşık 20 kilometre ötede bulunan Kemerburgaz Jandarma Karakoluna götürülerek sabaha dek sorgulanmışlardır. Jandarma Komutanlığı Basın Enformasyon Müdürlüğü görevlilerinin konuyla ilgili sorulara cevap sadedinde söyledikleri şey ise "zanlıların ifadelerinin alındıktan sonra serbest bırakıldıkları"ndan ibarettir.
Ne ilginçtir ki, isminde enformasyon kavramı bulunan bir kurumun açıklamasından hiçbir şey öğrenmemiz mümkün olamamaktadır. Jandarma Basın Enformasyon Bürosu'nun söylediği şey adeta "biz yaptık oldu" manasındadır! Bu "sözde" açıklamadan Mehmet Emin Mescidi'nin neden basıldığını, nasıl bir hukuki prosedürün işletildiğini, 110 kişinin hangi gerekçeyle zanlı konumuna oturtulduğunu ve sabaha dek süren sorgunun mahiyetini öğrenmek mümkün değildir.
Mescidleri suç mahalli, cemaati de potansiyel suçlu konumunda algılayan zihniyetin ülkeyi kışla zannetmesinin her gün değişik örneklerini yaşıyoruz. Devlet görevlilerinin alışkanlık haline getirdikleri yetki aşımı karşımıza hak gaspları şeklinde çıkmaktadır. Oysa yasal çerçeve bu kadar rahat bir biçimde aşılmamalıdır! Mescidden toplayıp karakola getirdiği insanlara jandarmanın Atatürk hakkında ne düşündüklerini sormaya hakkı yoktur! Bu ülkede kimse Atatürk'ü sevmek zorunda değildir; yine hiç kimse Atatürk hakkında ne düşündüğüne dair bir başkasına hesap vermek zorunda değildir. Yasalar açıktır. Kimse yasaları keyfi bir tarzda yorumlamaya, zorlamaya ya da olmayan yasaklar ihdas etmeye kalkışmamalıdır.
Türkiye'nin bir "jandarma devleti" mahiyeti taşıdığı tek parti dönemi uygulamalarını hatırlatan bu Mescid baskını olayı sorumlularının ortaya çıkarılması ve hesabının sorulması gereken tipik bir hukuksuzluktur. Jandarmanın ya da kendilerine sınırsız yetki kullanımı hakkı tanındığını zanneden her konumdaki devlet görevlilerinin bu tarz gasplarına, işgüzarlıklarına son verilmelidir.
Daha önce de insan hakları kuruluşlarının ve muhalif örgütlerin çeşitli vesilelerle dillendirdikleri bir hukuki garabetin bir kere daha altını çizmek istiyoruz: İnsanların en temel haklarından olan özgürlükleri sudan sebeplerle, temelsiz, delilsiz gerekçeler ileri sürülerek kısıtlanamaz. Gerek polisin, gerekse de jandarmanın keyfiliğe dönüştüğü sayısız olayla ortaya çıkan "zanlı" belirleme, daha doğrusu üretme yetkisi mutlaka engellenmelidir. Bu tarz bir gözaltı prosedürü daha fazla sürdürülmemelidir.
Bu konuda sorumluluk hükümetindir. Oysa hükümetin bu ve benzeri konulara yaklaşımı umutlu olmaya imkan vermemektedir. Yetkililerin mağdurları teselli çabaları insani açıdan takdir edilebilir belki ama bir Başbakanın teselliden öte yapması gereken şeyler olduğu anlaşılmalı ve hak gasplarını sonlandırmak için somut ve acil adımlar atılmasına öncülük etmesi gerektiği artık kabul edilmelidir.
Özgür-Der Genel Başkanı
Hülya Şekerci