Rıdvan Kaya’nın yönettiği panelde konuşmacılar Burhan Kavuncu ve Hülya Şekerci’ydi.
Rıdvan Kaya, giriş konuşmasında 80’li yıllarda fikri açıdan yeni bir uyanış yaşan İslami hareket bu samimi ve coşkulu kitleyi sistematik, örgütsel bir hale dönüştüremedi. 28 Şubat 1997’deki post-modern darbe ile başlatılan süreç aslında 1994 yılındaki belediye seçimlerinde RP’nin İstanbul, Ankara gibi büyükşehirleri kazanmasıyla başlamış ve artan İslami hassasiyetin bastırıldığı bir süreç olmuştur. Bu süreçte Müslümanlar olarak bizler nasıl etkilendik? Müslümanların bu sürecin dayatmaları ve uygulamaları karşısındaki tavırları ne olmuştur?
Burhan Kavuncu, konuşmasına 28 Şubat darbesinin kendisinden önceki darbelerle farkı ve benzerliklerini, kimleri hedef aldığını ve 28 Şubat’ın bitip bitmediği sorularıyla açarsak, 28 Şubat ve diğer darbelerin dış bağlantıları olduğu kadar uluslararası durumunda etkisi vardır. Nato’nun Berlin duvarı yıkıldıktan sonra Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte soğuk savaşın sona ermesiyle beraber kendine düşman olarak terörü ve İslamı seçmesiyle başlamıştır. Bundan önceki darbelerde de irtica ve laiklik vurguları yapılmıştır. 28 Şubat’ta da MASK’ın ilk düşman olarak İslamı göstermesi paralellik göstermiştir. 27 Mayıs’ta, 12 Mart’da, 12 Eylül’de ve 28 Şubat’ta Kuran kursları kapatıldı. Nurcular ve İslami kesimlerden bazı kişiler tutuklanmıştır. Bu yönüyle geçmiş darbelerde 28 Şubat’ında hedefinde her zaman Müslümanlar olmuştur. 28 Şubat sürecinin bitmediğini düşünüyorum. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Takrir-i Sükun, İstiklal Mahkemeleri, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi darbeler düzenin devamını sağlayan bir kalp masajıdır. Darbeler birer tahkim operasyonudur. Ayakta duramayan rejimin tekrardan düzenlenmesidir. Kemalist, batı yanlısı, muassır medeniyetler seviyesine yükselmeyi hedefleyen, yüzünü batıya çevirmiş, Türklüğü öne çıkararak tek ulus yaratmaya çalışan Laik düzen askeri vesayetle sürekli olarak güncellenmiştir. Bu güncellemeler 1950 seçimlerine kadar CHP eliyle daha sonra ise yargı, üniversite ve ordu oligarşisi tarafından yapılmıştır.
Türkiye’de temel İslami muhalefet örgütsüz ve tepkiseldir. Bu yüzden düzen kurucu bir muhalefet değil aksine yeri geldiğinde iktidarla uzlaşabilen sağcı muhafazakar bir yapı vardır. Bu yapı 70’lerde yerini İslami bir düzen ve devlet isteyen bir muhalefete yerini bırakıyor. Bu söylemler 90’larda daha net ve yüksek bir sesle dillendiriyor. 28 Şubat döneminde Kuran kurslarının kapatılması, imamhatiplerin kapatılması, başörtüsünün yasaklanması ve bazı Müslümanların tutuklanması ile Müslümanlar sindirilmiştir. Doğrudan Müslümanların hayatına müdahale edilmiş ve yeşil sermaye olarak adlandırılan kurum ve kuruluşlar fişlenmiş, öğretmenler okuldan atılmış, eşleri başörtülü olan ordu mensupları görevinden uzaklaştırılmıştır. Bu durum Müslümanların geri adım atmasına neden olmuştur. Bu dönemde Fettullah Gülen’in başörtüsü yasağı hakkındaki fetvası direnişi kıran unsurlardan biri olmuştur. 28 Şubat’ta Refah Partisi irticanın merkezi olarak görerek asker taarafından brifing verilmişt ve 18 maddelik 28 Şubat kararları yine Necmettin Erbakan tarafından imzalanmıştır. Bu soft darbe karşısında pek güçlü bir direniş yaşanmamıştır.
Arkasından yaşanan süreçte bu camiadan ayrılarark milli görüş gömleğini çıkaranlar iktidara yürümüştür. Sistemin baskılarına karşı sağcı muhafazakar bir yapı sergilemiştir. Ak partiyle birlikte gelinen süreçte bazı olumlu gelişmelerde yaşanmıştır. Bunlar: Ergenekon süreci ile zayıflatılan askeri vesayet, YÖK’teki bazı iyileştirmeler, Başörtüsü ile ilgili kısmi iyileştirme, 4+4+4 eğitim sistemi ile 28 Şubat’ta kapatılan İmamhatiplerin orta kısımlarının açılması ve Kürt asimilasyonundaki nispi iyileşmeyi bu olumlu gelişmeler arasında tutabiliriz. Ak partiyle gelen nispi iyleşmenin yanında birde şu olumsuzluklar vardır: Zaman zaman Kürt açılımı konusunda yaptıkları iyileştirmeler sağcı, milliyetçi kitleden gelen tepkiler adına AKP eliyle sürdürülen bir milliyetçi çizgide gözükmektedir. Nato gibi İslama düşman bir kurum ile ittifak halinde bulunarak Kürecik’e bir üst kurulmasına izin verilmesi bir utançtır. Arap Devrimlerine Laiklik ihraç etmeye çalışması kabul edilemez bir durumdur. Tabi ki bizler baskı ortamına karşı rahatlığı tercih edebiliriz fakat bu tercihimizden dolayı iktidarı eleştirmekten vazgeçmiş ve sorunlarımızın çözümünü iktidar partisinde görüyorsak bir muhalefetten bahsedemeyiz. Müslümanların bu dönemde eksik bıraktığı bir alan ise işçi sınıfının sermaye çevrelerince ezilmesini görmezden gelmiş ve Kürt sorununda bazı talepleri dile getirilmeyi Kürtçülükle suçlamıştır. Mevcut iktidar oligarşik yapının içinde bir rahatlama ve kendine bir alan açmıştır. Bizler Müslüman olarak sisteme muhalifiz ve Ak parti sistemin bir parçasıdır bu yüzden Ak partiyi mevcut sistemden farklı göremeyiz. Bizim 28 Şubat öncesi bir kimlik oluşumumuz vardı ve bu oluşum gereği bizler sisteme ve rejime muhaliftik ve isyanımızın kaynağı buradan geliyordu. Bu durumun bir sistematiği ve pratiği yoktu ve bu yüzden bizler nasıl bir İslami muhalefet olur bilmeden İslami bir iktidara oynamaya çalışıyorduk. Bu durumdan bizler çok kültürlü, bir arada yaşamaya çalışan bir sürece evrildik. Bugün cihadsız bir İslami dönüşüm olmayacağını iktidarı elinde bulunduran oligarşik yapının kendi eliyle iktidarı İslami bir sürece teslim etmeyeceği ortadadır. Bu durum cihad adına çıkan ve tahribat yapan gruplar gibi değil firki ve düşünsel zeminin daha ön planda olduğu ama askeri kanadınında olduğu ama hiçbir zaman düşünsel ve fikri ortamın önüne geçmemesi gerekmektedir.
Hülya Şekerci, konuşmasına 28 Şubat’ı anlamak için 90’lı yılları anlamamız gerekir. İslami hareket bu dönemde ivme kazanmıştır. Tercüme faaliyetleri ve dergiler bu dönemde giderek artmaya başlamıştır. Muhafazakar sağcı din anlayışından Kur'an merkezli bir din anlayışına geçiş yaşanmıştır. Bu dönemde iki ayrı grup ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi partisel mücadeleyi kabul edenlerdir. Bunlar parti kurarak sistemi dönüştürmeye çalışmışlardır. Diğer ikinci grup ise partisel mücadeleyi reddederek radikal denen gruptur. Bu grup ise devrimle bir iktidar mücadelesi verebileceğine inanmıştır. 90’lı yıllarda FİS’in seçimleri kazanmasıyla birlikte partileşme çabaları ve tartışmaları gündem oluşturmuştu. İslami hareket sağcılıktan yeni yeni sıyrılmaya başlamıştı. Tabi bu sürecin sonunda oy vermeyi şirk olarak görenler sonadan milletvekili olduğu bir dönemdir. Bu zaaflarla birlikte 28 Şubat’a girdiğimizde 28 Şubat bu durumumuza bir projeksyon tutmuştur. Müslümanların bu dönemdeki coskusu hormonlu bir coskudur. Bu yüzden şişirilen balonlar patlamıştır ve Müslümanlar bir savrulma yaşamıştır. Mustafa İslamoğlu 28 Şubat’ı şöyle tanımlıyordu: “28 Şubat vitrine taş attı. Bu sürecin hedef aldığı kesimler içerisinde vitrine yatırım yapanlar elbette kaybetti. Ancak bir toplumda yaşanacak toplumsal dönüşümde vitrinlerin payı sanıldığı kadar fazla değildir. Ve vitrinin camı kırılınca arkada bir şey olmadığı görüldü.”
Bir bireyselleşme ve dünyevileşme yaşandı. Bu dönemde kitlesel, örgütlü bir yapı yoktu. Devrimci yapıdan demokratik söylemlere geçilmeye başlandı. Milliyetçi sağcı reflekslere geri dönüş yaşandı. Bir yazıda 28 Şubat sonrası şöyle tanımlanıyordu: “Dün inançlıydık. Allah’a yakın olmayı istiyoruz. Şimdi iktidara yakın olmak istiyoruz. Çünkü Allah’a yakınlık yoksulluk iktidara yakınlıksa refah getiriyordu.” tüm bu umutsuz tablo bir bakıma 28 Şubat’ın ürünü bir bakıma ise 28 Şubat’ın ürünü değildir. 28 Şubat süreci tevhidi bir bilinçlenmenin önünü kesmiş ve kendini İslam’a nispet eden her kesime uygulanmıştır. Halk bu süreçte sürekli olarak sindirilmiş ve psikolojik bir harekata maruz kalmıştır. 28 Şubat darbeci geleneğin bir hatırlatıcısı olarak bu geçmiş korkuların üzerine bina edilmişti. Tabi 28 Şubat’ın bu duruma sebep olmasının yanında birde insanların kendi içinde yaşadığı sıkıntılardan kaynaklanan bir değişim ve dönüşüm yaşanmıştır. Ak parti Müslümanlar bu hale getirilmiştir diyemeyiz. Çünkü Ak parti kendini sistem içinde tanımlayan Laik bir parti olarak görmüştür. Bu yüzden Ak parti karşısında çok büyük bir beklenti içinde olmamalıyız. Bence aksine Ak parti sistem içinde kendinden beklenin fazlasını vermiştir. Ak parti değil de iktidarda başka bir parti olsaydı bu şekilde bir savrulma yaşanmayabilirdi gibi söylenmler doğru değil bunlar sadece bir varsayım içermektedir. Bu durum insanın bağışlık sistemine benzemektedir. Bir kişi bir hastalık karşısında sağlam bir duruş sergilerken diğer bir kişi bu virüs karşısında yenik düşebilir bu o kişinin zayıflığından kaynaklanmaktadır. Bizler Uhud savaşındaki gibi yenilen Müslümanlar gibi yeniden toparlanmalıyız. 28 Şubat aslında İslami harekete karşı değil bir İslami potansiyele karşı yapılmıştır. Ak parti bir kitle partisidir. Bunun en güzel örneğini Kürt sorununda yapılan açılımı sağcı muhafazakar reflekslere kurban ederek tek dil, tek bayrak, tek ırk söylemine dönerek bu kitleyi elinde tutmaya çalışmasıdır. Bu dönemde cemaatten sivil topluma evrilen Müslümanların aslında Recep Tayip Erdoğan’dan fazla bir fikirsel alt yapısı olmadığını gördük. Bunu başörtüsü olayında iktidarın adımlarını bekleyen tavırları ve Kürt açılımında Başbakan’dan önce konuşmamaları göstermektedir. Bütün bu eleştiriler karşısında zaaflarımızı görmeliyiz. Bunun yanında çok genelleyici yıkıcı yaklaşımlarda biraz arabesk kaçmaktadır. Bu nostaljiyi haksız buluyorum. Bu yüzden süreci iyi okuyup daha iyi bir şekilde zaaflarımızı giderip saf tutmalıyız.
Program seyircilerin sözlü soru ve katkıları ile sona erdi.
Haksöz Haber / Kürşat Okur