Özgür-Der Bursa Şubesi 'İslamcılık' üst başlığı çerçevesinde islam dünyasında varolan tüm düşünsel ve yapısal olguların incelemeyi amaçladığı seminerler dizisinde bu ay Tasavvuf ve Tarikatlar konusunu işledi. Sunumu Ferit Gürbüz tarafından yapılan program Ördekli Kültür Merkezinde gerçekleştirildi.
Müslümanlar olarak İslam ümmetinin birer yapı taşları olan İslami düşünce akımları ve paralelinde gelişen hareketler, cemaatler, tarikatlar vb. İslami yapı ve yapılanmaları daha iyi tanımak ve anlamak zorundayız diyerek sözlerine giriş yapan Gürbüz; bu dikkat kesilme hali bizlere aynı zamanda vahyin aydınlığında kendimizi ıslah ederek İslam ümmetine yerleşen veya yerleştirilen hurafelerden, bid’atlardan, bizi şirke bulaştırabilme ihtimali olan unsur ve uygulamalardan, mezhebi taasuplardan ve ırkçılıklardan arınabilir diyerek şunları kaydetti;
TASAVVUFUN TANIMI VE DÖNEMLER
Tasavvufa dair yazılan eserlerde süfi kelimesinin bir unvan biçiminde ortaya çıkışı ve kökeni üzerinde durulduğu halde tasavvuf kelimesinin nasıl türetildiği hususuna bir iki müellif dışında temas edilmemiştir. Bu konuyu ele alan sufi müelliflerden Ebu Nuaym el – İsfahani tasavvufun safa ve vefa kelimelerinin birleşiminden geldiğini, bunun yanında zahidlerin yedikleri çöl bitkisi olan sufaneden, kendisini Kabe hizmetine adayan kabilenin adı Sûfee’den, Hakk’a boyun eğenlerin uzattıkları Sufetü’l kafa (ense saçı) terkibindeki sûfeden yahut ucuz giyecek sayıldığı için gurura yol açmayan sûftan (yün elbise) türetilmiş olabileceğini belirtir. (Hilye, 1 17-18)Abdülkerim el Kuşeyri ise tasavvufun Arapça bir kökten gelen delile rastlanmadığını, camid bir lakap olmasının daha uygun görülebileceğini söyler. (er – Risale, II,550) Ona göre Hz. Peygamberin sohbetinde bulunanlara sahabe, sahabenin sohbetinde bulunanlara tabiin, onların sohbetinde bulunanlara tabe’un tabiin gibi ünvanlar verilmiş, daha sonra dinin hükümlerine dikkatle riayet edenlere “abid” ve “zahid” , zamanla ortaya çıkan bid’atlara karşı Ehli Sünnet seçkinlerinin her an Allah’la birlikte olma ve gafletten sakınma gayretlerine II.(VIII) yy’dan itibaren tasavvuf denilmiştir. Öte yandan bir tevazu sembolü olan yün elbise giymeleri sebebiyle abid ve zahidlerin sûfi diye anılmaya başlandığı ve onların bu hayat tarzını ifade için suf kelimesinden “tesavvafe” (yün giydi) fiilinin türetildiği, tasavvuf tabirinin bu fiilin masdarı olarak kullanıldığı ileri sürülmüş, bu görüş hem anlam hem dil bilgisi açısından uygun bulunduğu için genel kabul görmüştür. Tasavvuf yolunu benimseyenlere sûfi, ehl-i tasavvuf veya mutasavvıf adı verilmiştir.
Bazı sûfiler tasavvufun mahiyetini değişik mertebelere göre açıklamıştır. Buna göre ilim mertebesinde kalbin bulanıklıktan arındırılması, yaratıklara karşı güzel muamelede bulunmak ve şer’i meselelerde Resulullah’a uymaktır. Hakikat mertebesinde tasavvuf mülkün yokluğu, sıfatlara kölelikten kurtuluş ve yaratıcı ile yetinmektir.
Tasavvuf tarihi uzmanları Tasavvuf Tarihinin dönemlerini üç ana kategoride ele alırlar:
1- Zühd Dönemi: Bu dönem asrı saadetle başlayan, tabiin ve tabe-i tabiin devrini ve ilk iki asrı içine alan, tasavvuf kavramının ortaya çıkışana kadar olan dönemdir. İslamın bu ilk devresinde Müslünanlar arasında özellikle fetihlerin genişlemesi va halkın iktisadi yapısının güçlenmesinden sonradünyaya ve dünyevi nimetlere karşı oluşan aşırı rağbet karşısında bir tepki olarak zühd hareketi olarak ortaya çıktı. Bu dönem ilk sufi lakabının kullanıldığı hicri ikinci asrın ortalarına kadar devam eder.
2- Tasavvuf Dönemi: Sufi ve Tasavvuf kavramlarının kullanılmaya ve ilk sufi adlarının duyulmaya başlandığı Hicri II. Asrın sonundan , tarikatların ortaya çıkmaya başladığı Hicri VI. asra kadar geçen üç-üç buçuk asırlık dönemdir.Tasavvuf bu dönemde ortaya çıkmış ve ilk tasavvufi eserler bu dönemde yazılmaya başlanmıştır.
3- Tarikatlar Dönemi: Bu dönem Hicri VI. Asırda kurulmaya başalayan tasavvuf müesseselerinin temsilcilerinden tarikatların ortaya çıkmasıyla başlar ve günümüze kadar devam eder.
Dini ve ahlaki açıdan kalbin temizlenmesi üzerinde yoğunlaşan ilk zahid ve sufiler insanların fiillerini bedenin ve kalbin fiilleri olarak ikiye ayırmışlar, bedenin fiillerine zahiri amel, kalbin fiilerine batıni amel demişlerdir.
Tasavvuf düşüncesi Allah sevgisi(muhabettullah) ve Allah korkusu (mehâfetullah) veya (haşyetullah) temeline dayanmakta, Allah korkusu aynı zamanda Allah’ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme olduğu için bu iki kavram birbirini tamamlamaktadır. İslama göre kullarla Allah arasında karşılıklı sevgi vardır; kullar Allah’ı sevdiği gibi Allah da kulları sever.
Tasavvufta Hz. Peygamberin bazı sahabilere zikir telkin ettiğine inanılır. Bu zikir usullerinin sonraki nesiller tarafından devam ettirilmesiyle zikir silsileleri meydana gelmiş, bunlardan Hz. Ali ve Ebû Bekir’den gelenleri değişik kollarla günümüze kadar ulaştığına inanılır. Oysa ne Vahdet-i Vûcud’dan Hûlul inancına, ne de Şeyh-Mürid ilişkisinden , tarikatların bazı uygulamalarına kadar bu özelliklerden hiçbirine ilk iki yüzyılda yaşayan müslümanlarda rastlanmadığına bütün deliller şahitlik etmektedir.
LİTERATÜRÜN OLUŞUMU
Hicri III. (IX.) yüzyılla birlikte ortaya çıkan tasavvufi akımların en önemlileri Haris el Muhasibi, Seri es- Sakati, Cüneyd-i Bağdadi gibi sufilerin temsil ettiği Bağdat Mektebi ile Beyazid-i Bistami, Hamdun el Kassar gibi sufilerin temsil ettiği Nişabur Mektebidir.
Bunlardan birincisinde daha ziyade tevhid ve marifet, ikincisinde melamet ve fütüvvet anlayışına ağırlık verildiği görülmektedir. Irak’taki Bağdat merkezli harekete tasavvuf, mensuplarına da sufi denilirken Nişabur merkezli Horasan bölgesindeki harekete melamet, mensuplarına da melameti adı veriliyordu. Sufiler dindarlığın manevi esaslarına bağlı kalmakla beraber âdâb, erkan, hırka gibi dış görünüşe ve semâ’a da önem veriyor, bu özellikleriyle toplumda ayrı bir zümre teşkil ediyordu. Halktan biri gibi görünmeyi tercih eden melâmetiler ise kendilerini farklı gösteren davranışlara, hırka ve sema gibi kimliklerini belli eden şeylere kesinlikle karşı çıkıyorlardı. Melametiler riyaya düşmeden ihlası gerçekleştirmeyi amaçladıklarından sıradan bir mümin gibi yaşamayı esas almışlardı.
Bağdat mektebinin görüşleri özellikle sema ve devranla cehri(sesli) zikir uygulayan pek çok tarikat tarafından benimsenerek günümüze kadar getirildiği gibi melameti anlayış da başta Nakşıbendiyye olmak üzere birçok tarikkatta varlığını sürdürmüştür.
Yine Hicri III. (M. IX.) yüzyıldan itibaren kalp, ruh, nefis konularına, bunların çeşitli hallerine, müridlerin ahlak ve edeplerine, tasavvufi haller ve makamların açıklanmasına, evrad ve dualara, önemli sufilerin görüşlerine, ibadetlerin fıkhi yönünün yanı sıra manevi ve tasavvufi manalarına , Kur’an ve Sünnet’e uymayan sapkın tasavvuf zümrelerinin yanlışlarına ve Ehl-i Sünnet çizgisine riayet eden tasavvuf guruplarına yer veren eserler kaleme alınmış ve tasavvufi hayat büyük ölçüde bu eserlerin çizdiği çerçevede gelişmiştir.
Bunların yanısıra III.(IX.) yüzyıldan itibaren tasavvuf ehlinin faziletlerini ve hikmetli sözlerini bir araya getiren tabakat türü eserler yazılmıştır. Bu eserlerde sufilerin hayat hikayeleriyle birlikte yaşadıkları tasavvufi hal ve makamlara, benimsedikleri yol ve meşrebe de işaret edilmiştir.Günümüze ulaşan ilk tabakat kitapları Sülemi’nin Tabakatü’s- sufiye’si ile Ebu Nuaym el-İsfahani’nin Hilyetü’l- Evliya adlı hacimli eseridir. Tasavvufi eserlede seyrü sülük erbabıyla ilgili birtakım meseleler, başkalarını ilgilendirmediği ve yanlış anlaşılmaya sebebiyet verdiğ için genellikle kapalı ve rümuzlu bir dille ifade edilmiştir.
Tasavvuf anlayışına göre Allah’ın velileri (evliyaullah) arasında “ricalullah, ricalü’l gayb” gibi kavramlarla ifade edilen, kendilerine Cebrail, Mikail, İsrafil ve müdebbirat (en- Naziat 79/5) gibi isimlerle anılan meleklerin görevlerine benzer görevler verilen, alemdeki manevi ve ruhani düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesi için çalışan kimseler bulunmaktadır. Kaynaklarda unvanları, yetkileri, sayıları ve bulundukları yerlerle ilgili çeşitli bilgiler bulunan bu veliler arasında belirli bir hiyerarşi vadır. En başta olana “kutub, kutbü’l-aktab, gavs, gavs-ı a’zam gibi isimler verilmektedir. Öte yandan kalbini masivadan temizleyip Allah’a bağlayan sufilerin birtakım bilgilere ve hallere ulaştıklarına inanılır. Herkesin erişemeyeceği bu bilgilere “havas ilmi”, buna sahip olan velilere “havas”, en üstün olanlarına “havasü’l havas” denilmektedir. Bu hususta Zünnun el Mısri, Gazzali, Sühreverdi el Maktül, Muhyiddin İbnül Arabi gibi sufiler çeşitli eserler yazmışlardır.
Havas ilmi çerçevesinde tasavvuf geleneğinde harflerin sırlarına dayalı huruf ilminin ayrı bir yeri vardır.
Tasavvuf ehli ayrıca keşf, ilham ve manevi tecrübelerine dayanarak Kur’an ayetlerinin zahir manalarının ötesinde birtakım gizli manalar taşıdığına işaret etmiştir.Ebu Süleyman ed- Darani işari(remzi) tefsir diye adlandırılan bu manaları bazı ayetlerle sınırlı bir biçimde ilk dile getirenlerden biridir.
Tasavvuf tarihinde Rabia el- Adeviyye(ö 185/801) ile başlayan Allah sevgisine dayalı deruni hayat tarzı Beyazid-i Bistami, Hallac-ı Mansur ve Ebu Bekir eş-Şibli gibi sufiler başta olmak üzere sonraki birçok sufi tarafından benimsenmiştir. İlk sufiler Allah sevgisini ifade ederken genellile hub, muhabbet, habib, mahbub gibi kelimeleri tercih ettikleri halde daha sonrakiler yaygın biçimde aşk, aşık,maşuk kelimelerini kullanmaya başlayınca ilahi aşk kavramı doğmuştur. Aşk kavramını ilk defa muhabetten ayırarak etraflı bir şekilde ele alan sufi Ahmed el-Gazzali’dir.Ardından ilahi aşk konusu Senai, Feridüddin Attar, İbnü’l Farız, Mevlana Celaleddin Rumi gibi sufiler tarafından kaleme alınan eserler vasıtasıyla sürdürülmüştür.
Bu terimler gerek tasavvuf akımının birer uygulama sahası olan tarikatlarda, gerek aynı akımın etkilediği eski edebiyatta özel bir dil niteliği kazanarak yaşadı, gelişti. Mesela maşuk Allah; saki, Allah sevgisini onu isteyenlere sunan mürşit; kadeh, mürşidin talibe sunduğu Allah ilminin kalıbı; şarap, Alllah ilminin özü; meyhane, Allah ilminin sunulduğu yer; sarhoş, mürşidin verdiği mana şarabıyla kendinden geçen derviş v.b.
Hicri VI. (M. XII.)yüzyılın başlarında vefat eden İmam Gazzali’nin tasavvuf tarihinde ayrı bir yeri vardır. Başta İhya’ü Ulumi’d-din olmak üzere birçok eserinde inanç, ibadet ve ahlaki değerlerin tasavvufi izahlarına yer vermiş, bunların gaye, hikmet ve sırları üzerinde durmuş, devrinin en etkili alimi kimliğiyle aşırı tasavvufi görüşleri eleştirmiştir. İmam Gazzali, “Allah göklerin ve yerin nurudur.”ayeti (Nur Suresi 24/35) ve bazı hadislere önceki bazı sufilerin sözleri çerçevesinde tasavvufu nur ağırlıklı bir anlayış temeline dayandırmış ve Mişkatü’l-Envar adlı eserini bunu açıklamak üzere yazmıştır. Ona göre Allah en yüce ve hakiki nurdur, diğer bütün nurların kaynağı O’dur. Ruhani, cismani, maddi-manevi bütün varlıklar o nurun yansımalarıdır. Nurun kaynağından feyezan suretiyle meydana gelen bütün nurların sayılmayacak kadar dereceleri vardır. Kaynağından uzaklaşan nurların nurluluk derecesi azaldığından karanlıkları artmaktadır.Allah’ın varlığının çok açık olması, yani nurunun parlaklığı (işrak) sebebiyle insanlara kapalı hale gelmiştir. (Mişkatül envar s.119,135-136,142,144) Gazzali bu görüşleriyle tasavvufta İşrakiyye’nin kurucusu Sühreverdi’ye ilham kaynağı teşkil etmiştir.
BİLGİNİN YOLLARI
(Keşf, İlham, İşrak)
İslam inancına göre bilgi edinmenin yolları üçtür. Bunlar duyular, akıl ve haberdir.
Duyular: İnsan kendi dışındaki şeyler hakkında bilgiyi duyu organlarıyla elde eder. Duyu organları işlev görebildikleri alanda işlevlerini yerine getirirler. Bunlarla elde edilen bilgi ayrıca bir delili gerektirmez.
Akıl: Teorik ve istidlale bağlı bilgiler akılla elde edilir. Bunlar zorunlu ve istidlale dayanan nazari bilgilerdir. Aklın da duyular gibi bir çalışma alanı vardır ve akıl bu alan içinde bilgi kaynağı ve sebebi olabilir. Aklın bilgi alanının dışında bilgi kaynağı olma gücü yoktur. Yani akıl, kavrama alanının dışında bilgi edinme gücüne sahip değildir. Bu da gayb alanı denilen ve ne duyularla ne de akılla idrak edilen alandır.
Haber: Haber doğru veya yalan olabilir. Doğru haber gerçeğe uygun olan haberdir.Haberin doğru bilgi olabilmesi için gerçeğe uygun olması gerekir.
Dini bilgiler doğru haber yolu ile gelmiştir. Vahyi Yüce Allah’tan alan peygamber, aldıklarını insanlara eksiksiz bildirir. Onlar da kendilerinden sonra gelenlere naklederler. Peygamberin verdiği haber kesin ve gerçeğin kendisidir. Allah’ın bildirdiği dışında bir peygamberin mechul gayb aleminden haber vermesi veya bilgiler aktarması mümkün değidir. Onun için gayble ilgili yegane bilgi kaynağı veya aracı vahiydir. İslam ölçülerine göre bilginin yolları ve sebepleri bunlardır. Peki tasavvufa göre bilgi yolları nelerdir?
Keşf: Perdenin kalkması ve arkasındaki gizli manalara muttali olmak anlamındadır. Müşahede somut varlıklarla ilgili, keşf ise mana ve gizlilikle ilgilidir.
Tasavvufta keşf, kişinin önündeki perdenin kalkması ve hakikatleri görmesidir. Başka bir deyişle aklın idrak sınırlarının ötesinde kalan ve duyu organlarıyla bilinmesi imkansız olan gizli, kapalı ve gaybi şeyleri bilmek, onlara muttali olmaktır.
Biliyoruz ki, Kur’an mübin/ açık bir kitaptır. İnsanlar için gerekli inanç ve amel bilgilerini kesin olarak bildirmiş ve izlenmesini istemiştir. Hz. Peygamber de bu bilgileri insanlara eksiksiz olarak bildirmiş ve uygulamıştır. Bu bildirilenlerin ötesinde insanların gayb ve melekut alemiyle yahut ahiret alemiyle, vahiy yolu dışında birtakım bilgileri elde etmeleri mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın bildirdiği şu yol dışında insanlarla konuşmasının olmadığını bildirmektedir:
“Allah bir insanla ancak vahiyle veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi göndererek izniyle dilediğine vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hakimdir.” (Şura 51) (Ayrıca Ali İmran,179; Cin,26-27; “Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez.”Buhari,İstiska,29)
Hz. Peygamber, İslamı insanlara eksiksiz tebliğ etmiş ve din de tamamlanmıştır. Onun bildirdikleri dışında bir şeyin gelmesi veya gayb alemine dair bilgilerin kimseye inmesi artık söz konusu değildir. Yüce Allah Peygambere “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini yapmamış olursun.” (Maide, 67) ayetiyle görevini bildirmektedir.
Tasavvufçuların bazıları ise keşf ve ilham ile bir ilim elde etme yolunu üretmiş; kişinin riyazat ve nefsini tezkiye ile ruh ve nefislerinin ayna gibi gayb alemindeki gerçekleri yansıttığını söyleyerek meçhuller aleminden haber vermiş, akıl ve duyu organlarının ötesinde kalan kişilerle temas kurmuş, hatta ölüp ahirete göçmüş kişilerle diyalog kurduklarını iddia etmişlerdir. Makamlarda yükselerek, melekut alemini seyrebildiklerini, Allah’la konuşabildiklerini, levh-i mahfuz’u okuduklarını, cennet ve cehennemi seyrettikleini, kaza ve kaderle oynadıklarını, Arş-ı A’la’da dolaştıklarını söylemişlerdir.
Mesela Muhyiddin İbn Arabi, “Füsusu’l Hikem” adlı kitabını Hz. Peygamberle görüşmesi ve onun direktif vermesi üzerine kaleme aldığını iddia etmekte (F.Hikem,1/47,166) ve böylelikle düşüncelerini bir kutsallık halesiyle kuşatmaktadır. Yine “Fütuhatı Mekkiyye” kitabını Hz. Peygamberin talimatı ve semavi ilhamın delaletiyle tasnif ve tertip ettiğini söylemektedir.
İbn Arabi, Kur’an ve sünnet bilgisinin tümünü ihata ettiğini, bütün kitaplarının hatadan korunmuş olduğunu ve yazdığı her şeyin kendisine gelen vahiyden başka birşey olmadığını, Fütuhat-ı Mekkiyye kitabının bölümlerinin bile kendi tertibi değil, kendisine gelen vahiyle yapılıp tevkifi olduğunu iddia etmişir.
“Fütühat-ı Mekkiyye , bölüm 373: “Yazdığım ve yazmakta olduğum bütün şeyler ilahi bir yazdırma, rabbani bir ilham veya ruhuma yapılan bir üflemedir.”demektedir.
İbni Arabi risaleti ikiye ayırır: Biri teşri risalet, diğeri de teşri olmayan ve velayet şeklinde devam eden risalet. Teşri risalet Hz. Muhammed’le son bulurken, velayet risaleti kıyamete kadar devam edecektir, demekte ve kendini Hatmü’l Evliya ilan ederek velayet peygamberi olduğunu söylemektedir. (F.Hikem 12)
İşrak:Tasavvufçular, bilgiye ve hakikate ulaşmanın yolu olarak bir de işrak yolunu savunmuşlardır. İşrak’ı insanın kalbinde hakikat nurunun parlaması ve bilinmeyen şeylerin bilinmesi şeklinde tanımlarlar.
İşrak felsefesine göre, insan bir an gelir beşeriyetinden sıyrılıp melek gibi olma yeteneğine sahip olur.Bu yetenek yüceye doğru yönelmekte ve yüce aleme ulaşmaktadır. Bundan sonra nefis ilahi ilham ve mükaşefe yolu ile bilgiyi alır. Bu ledünni bilgi de ancak kalp ile yüce alem arasında gerilmiş olan perdenin mücahede yolu ile yok edilmesiyle mümkün olur. İbn Arabi bu konuda şöyle diyor: “İmanını delil ve istidlal üzerine kuran kişinin imanına güvenilmez. Çünkü bunu düşünme ve nazar ile elde etmiştir.” Yine Beyazidi Bistami çağdaşı alimlere “alim, bir kaptan ezberleyen ve ezberlediğini unuttuğu zaman cahil kalan değil, okuma ve ezberleme olmadan istediği zaman ilmini Allah’tan alan kişidir.” (Gazali,İhya3/23) sözü işrak yolunun tipik bir ifadesidir.
VAHDET-İ VÜCUT
Hicri VII.(XIII.) yüzyılın ilk yarısında vahdet-i vücut anlayışını sistemli bir şekilde ilk ortaya koyan Muhyiddin-i İbnü’l Arabi’nin tasavvuf ehli arasındaki etkisi günümüze kadar gelmiştir.
Yaratılıştaki sırrı anlamaktan doğan bu inanışa göre varlık tektir ve tek varlık, Allah’tır. Diğer bütün yaratılmışlar bunun bilinmesi içindir. Bizim görebildiğimiz her şey, Allah varlığının sıradağlar gibi görünüşünden başka bir şey değildir.
Birer ayrı varlık gibi görünen deniz dalgaları, hakikatte denizden ayrı değildir. Bir insana duvarları aynadan bir odaya girdiğinde, sayılmayacak kadar çok kendi hayali görünür. Ancak onlar gerçek varlık değildir. Eğer gerçek varlık sayarsak odada yalnız bir insan vücudu vardır. İşte bizim gördüğümüz bütün yaratılmışlar aslında mutlak fakat tek olan Allah’ın türlü hayalleridir.
Söz konusu inancın anlamını araştıracak olursak; Vahdet-i Vücûd inancı "Vücud'"un tek olduğu ve bunun da Vücud-u Mutlak olan Vücud-u İlâhi'den ibaret olduğu anlamına gelir.[1]
Buna göre âlem (kâinat) Allah'ın (Vucud-u İlâhî'nin) dış görünüşünden ibarettir. Allah ise âlemin iç görünüşüdür, ikisi arasında cevher, araz farklılığı varsa da bu görünüşten ibaret olup, gerçekte her ikisinin de sıfatlarında fark mevcut değildir.
Başta İbn Arabî olmak üzere en açık biçimiyle Sadreddin Konevî (673/1274) Celâleddin Rumî (672/1273), İbn Seb'în (669/1270), lbnu'l Farız (632/1235), Tîlimsanî ( ) gibi ünlü sufîlerin söz ve yazılarında kolaylıkla bu¬lunabilecek Vahdet-i Vücûd inancı, günümüz araştırıcılarının çoğunun zihninde Batı kökenli Panteizm kavramını çağrıştırır bir şekilde yer etmiştir. Çünkü Panteizm'e göre de "Allah'ın âlem¬den ayrı ve müstakil bir şahsiyeti yoktur." [2]
Ibn Arabi'nin (638/1240) Vahdet-i Vücûd inancının sistemleştiricisi olduğu kabul edilir. O, seleflerinden aldığı bu inan¬cı sistemli, başlı başına bir inanç sistemi haline getirdikten sonra haleflerine devreder.
O'nun Vahdet-i Vücûd inancının dayanağı olarak ünlü eseri Fûsus el-Hikem dikkate alındığında, söz konusu inancını ifade eden bazı söz ve açıklamaları şunlardır:
O (yani Adem) hem Hak, hem de Halk'tır.(s:25)
Alemin suretinden Hakk'ın ayrılması asla mümkün değildir (s: 55).
Sen yere gömüldüğün vakit O'nun içindesin, O senin zarfındır (s: 66)
Vücûd âleminde ancak O vardır (s: 74).
Varlıkta O'nu gören, O'dan başkası değildir (s:75).
İnsan ve eşya isimleriyle anılan hep O'dur (s:76).
Allah beni öğer, ben de O'nu. O bana kulluk eder, ben de O'na (s:94)
Ey nefsinde varlıkları yaratan! Sen halk ettiğin şeylerin hepsisin(s:105).
Bir vakit olur ki, Kul şüphesiz Rabb olur. Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derecesine iner (s:109).
Herhangi bir mahlûkta Allah'tan şu eser vardır ve diğer mahlûkta bu şey vardır denilemez. Çünkü O ezelî varlık parçalanmayı kabul etmez (s: 111).
Şu halde sen bir yönden düşünürsen benim sığınmam O'ndan O'nadır(s:164).
Göz O'ndan başkasına bakmaz (s:167)...
Hakikat ancak bizim bahsettiğimizdir. Buna inan ve bu meselede hâl ile bizim gibi ol (s:307)...
Vahdet-i vücud inancına sahip sûfilere göre, var olan her şey, Allah'ın bir parçasıdır, O'nun zahiri görüntüsüdür ve hatta ta kendisidir. Zikir meclislerinin vazgeçilmez nakaratı 'la mevcuda illallah' sözü bunun en açık ifadesidir.
Kur'an-ı Kerim: "O gökleri ve yeri yoktan yaratandır... O'nun benzeri hiç bir şey yoktur" (Şura(42)/11)
diyerek, kendisinin yaratan ve kendi dışındaki her şeyin yaratılmış olduğunu, üstelik bunların hiçbirinin kendisine benzer olmadığını belirtir. Esasen Kur'an'ın temel mesajı Hâlîk ile mahlukun vasıf ve ilişkilerini, duyurmak ve belirlemek değil midir?
Beyazid-i Bistamî de: Allah'tan Allah'a çıktım. Nihayet ben de 'Ey ben sen olan' diye seslendi...
Çadırımı arşın yanına kurdum... Allah'ım! Senin bana itaatin, benim sana itaatimden daha büyüktür... Allah'a yemin ederim ki, sancağım Muhammed'in sancağından daha büyüktür. Nurdan olan sancağımın altında cinler, insanlar ve peygamberler bulunmaktadır.... Beni bir defa görmen, Rabbini bin defa görmenden daha hayırlıdır... Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmıştır" [4]
diyerek, Allah'tan itaat bekler, Allah'tan daha hayırlı ve yüce olduğunu ifade eder, kendisini peygamberlerden üstün görür.[5]
Bu ve benzeri sözleri savunmakta güçlük çeken mutasavvıflar, bu defa da “bu sözler şathiyyattır... Sekir halinde söylenmiş sözlerdir.” Bu yüzden sahipleri mazurdur." demekteler.
İyi de bu adamlar hiç mi ayık gezmemiş, kitapları sarhoş sözleriyle dolu. Hem bunlar sarhoş da, size ne oluyor? Sarhoşları savunmak size mi kaldı?
Tevhid hakikati¬nin bozulup değiştirilmesine ilişkin çok sayıda örneklerden de anlaşılmış olmalıdır ki, bazı in¬sanlar söz ve yazılarında her ne kadar Allah, İslâm, Peygamber, Kur'an gibi isimleri kullanırlarsa da, onların bahsettikleri bu isimlerin Resûlüllah (sav)'in bildirdiği dinin temelini oluşturan benzer isimlerle bir ilişkisi olmamıştır.
Kısacası çoğu zaman bu şahıslar, Kur'an ve Sünnet'te bildirilen yaratıklarının her şeyini hükmü altında bulunduran, her şeyi kontrolü, gücü, ilmi altında tutan, sürekli yoktan yaratan, kendisiyle hiç bir yaratığın bir (aynı) olmadığı ve olamayacağı Allah inancının dı-şında bir Allah'a inanmışlar, o kendi hayallerinin ürünü olan ha¬yali varlıktan, Allah olarak bahsetmişlerdir.
VAHDET-İ ŞUHUD
Görülenlerin birliği. Tasavvufta görülen her nesnede Allah'ı görmek. Vahdet-i vücud (varlık birliği) anlayışına karşı çıkan mutasavvıflar tarafından geliştirildi. Vahdet-i şuhud anlayışının temelinde varlık ile Allah'ın iki ayrı gerçeklik düzlemi oluşturduğu kabulü yatar.
Vahdet-i şuhud, tasavvuftaki fenâ (Allah'ta yok oluş) durumuyla bağlantılıdır. Bu anlayışa göre zahir ve batın olmak üzere iki çeşit fenâ vardır. Zahiri fenâda Allah, insana fiilleriyle tecelli eder. Bu tecelli sırasında insanın iradesi yok olur, ne kendisi, ne de başkası için bir hareket görebilir. Her fiil ve harekette Allah'ı görür. Batıni fenâda ise, Allah insana sıfatlarıyla ya da zatıyla tecelli eder. Zahiri fenâda Allah dışındaki varlıklar yok olurken, batıni fenâda görme durumu da yok olur.
Fenâ durumundaki mutasavvıf Allah'tan başkasını göremez. Kalbinde O'ndan başkası kalmamıştır. Masivaya (Allah dışındaki varlıklar) ilişkin bilinci yok olmuştur. Bu durumun güçlenmesi halinde tasavvuf yolcusu (salik), her şeyde yalnız Allah'ı görür, artık ortada kendi varlığı bile kalmamıştır. Bu durum kulun yok olması, fenâsı, Allah'ın bekası demektir. Fakat Allah dışındaki varlıklar gerçekte yok olmamıştır. İki varlık birleşmiş de değildir. Yaratıcı başka, yaratılan başkadır; Rab başka, kul başkadır. Mutasavvıf fenâ durumundan çıktığında bu gerçeği görür ve kabul eder. Ama fenâ durumunda iken ikilik kalkmış, yalnızca Allah'ın varlığı kalmıştır.
Vahdet-i şuhud anlayışına göre fenâ haliyle bağlantılı olan bu durum geçicidir. Bu nedenle görülen dünyanın varlığını kabul etmek Allah ile evrenin varlığını ve bir saymamak gerekir. Her şey O'ndadır denilebilir, ama her şey O'dur denilmesi fenâ halinin ortaya çıkardığı bir yanılgıdır. Vahdet-i vücud anlayışını benimseyen mutasavvıflar, fenâ makamında kalıp beka mâkamına ulaşamadıkları için bu yanlışa düşmüşlerdir.
Vahdet-i şuhud anlayışı, tevhid-i şuhudi, fenâ fi'ş-şuhud ve fenâ-i şuhudi gibi isimler de alan tevhit anlayışının ürünüdür. Bu tevhid anlayışı şu cümle ile özetlenir: "Lâ meşhude illallah" (Allah'tan başka görülen yoktur). Nakşibendiye tarikatı tarafından benimsenen bu tevhid ve vahdet anlayışı, özellikle İmam Rabbanî'nin vahdet-i vücuda yönelttiği eleştirilerle güç ve yaygınlık kazandı. [1] (Ahmet Özalp-Şamil İslam Ans.)
İslamın tevhid inancına, Allah’ın bütün varlıklardan ayrı ve yaratan ile yaratılan ilişkisi dışında yaratılanlarla organik hiçbir bağının bulunmadığına ters düşen sonuca varmaktadırlar. Birisi temelde yaratan ile yaratılan ikiliğinin olmadığını söylerken, diğeri mevcut ikiliğin, yaratan ile yaratılan ikiliğinin görülmemesi gerektiğini savunmaktadır. Birisi, Allah ile alemdeki eşya aynıdır derken, diğeri Allah ile alemdeki eşya ayrıdır, ama bu ikilik görülmemelidir demektedir.
RABITA
Arapça “rabt” kökünden türetilmiş bir kelimedir. Arapçada bağlantı, bağlantı vasıtası, alâka, münasebet manalarına gelen rabıta tasavvuf terimi olarak rabıta: Mür’idin, kendini mürşidi ile yüz yüze gelmiş varsayıp ondan feyiz aldığını (ondan nurlandığını) zihninde canlandırması demektir
Halid-i Bağdadi’ye göre rabıta: “Müridin, Allah’ta fani olmuş bulunan şeyhinin şeklini hayalinde sürekli canlandırmasıyla onun ruhaniyetinden yardım istemesi demektir. Bu da müridin edeplenmesi(saygılı olmaya alışması ve tıpkı şeyhinin yanında bulunuyormuş gibi gıyabında da ondan feyiz alabilmesi) için lüzumludur. Çünkü mürid, şeyhinin şeklini hayalinde canlandırmakla ancak huzur bulur, nurlanır ve bu sayede çirkin davranışlarda bulunmaktan sakınır.”
Muhammed Emin el-Kürdi el- Erbili de Tewirü’l Kulûb adlı eserinde: “Zikrin dokuzuncu keyfiyeti, mürşidi rabıta etmektir. Bu da müridin, kalbini şeyhin kalbine karşı bulundurması; gıyabında bile olsa onun şeklini hayalinde canlandırması; kalbine şeyhin nur okyanusundan feyizlerin aktığını içinden tasavvur etmesi ve ondan bereket dilemesiyle olur. Çünkü müridin Allah’a ulaşabilmesi için vasıta odur.”
Rabıtanın Şartları ve Uygulanış Biçimi
Nakşıbendi Tarikatı’nda şeyh mürid ilişkisini çok önemli bir halkasını oluşturan rabıta, müridin şeyhe mutlak, kesin ve sürekli bağlılığını sağlamak üzere konmuş olan bu kuralın belli uygulanış şekilleri vardır. Aynı tarikatın bir cemaatinden diğerine küçük farklarla icra edildiği ise bir gerçektir. Genelde “Hatm-ı Hacegan” adı altında uygulanan zikir merasimi sırasında halka şeklinde oturan müritler, şeyhin ya da onun adına “hatm”i yöneten vekilinin bir işareti üzerine rabıta yaparlar. Bu işaret, halkada bulunanların rahatça duyabileceği orta bir sesle “Rabıta-i Şerife!”, “mürşide rabıta”, ya da benzer bir komuttan ibarettir.
Rabıta mürid tarafından Hatm-ı Hacegan dışında ve yalnız başına da yapılabilmektedir. Bu münferit rabıtanın en çok yapıldığı zaman “Vird”e başlamadan önceki dakikalardır.
Rabıtanın uygulanışı sırasında müridin oturuş biçimi, fiziksel ve zihinsel durumu ile yer, zaman ve ortam çok önemlidir. Bu durumu şu şekilde özetlemek mümkündür.
a) Abdestli Olmak
b) İnabeli olmak: Müridin mürşide önceden beyat etmiş olması,
c) Kapıyı Kilitlemek
d) Ortamı Karartmak: Vakit gece ise ışıkları söndürmek, gündüz ise pencerelere perde çekmek suretiyle ortam karartılır. Tek başına rabıta yapan kişi, başından aşağıya bir çarşaf, ya da poşu gibi bir şey örtmek suretiyle bu ortam sağlanabilir.
e) Ters Teverruk Oturuşu ile Oturmak
f) Gözleri Yummak
g) Nefesi Kontrol Altına Almak
h) Sabit ve Hareketsiz Durmak
i) Mürşidin Sûretini Zihninde Canlandırmak
j) Mürşidin Ruhaniyetinden İstimdat Etmek
Şeyhle Yapılan Rabıtanın Türleri
Şeyhle yapılan rabıtanın da üç türü bulunmaktadır:
1) Mürid, şeyhini tam karşısında hayal edip, onun iki kaşı arasına bakarak, bu bakışını kesintisiz olarak, kendisinden geçinceye kadar sürdürür.
2) Mürid, kendisini şeyhinin suretinde görür ve kendinden geçinceye kadar bu hal devam eder. Bu şekilde rabıta yapan salik, kendi zatını şeyhinin zatında, sıfatlarını da onun sıfatlarında fani kılmış demektir.
3) Şeyhinin suretini hayalen karşısında görerek, onu kalbinin tam ortasına indirir ve kalbini uzun ve geniş bir dehliz farzederek, şeyhini o dehlizde yürüyor ve kendisinde doğru geliyor şeklinde hayal eder. (Melamiler bu rabıtaya “gönül beklemek” derler.)
Şeyhin vasıtasıyla Resullulah’a, onun da vasıtasıyla Allah’a rabıta yapmak! Acaba Yüce Allah’ın karşı çıktığı ve şirk olduğunu belirttiği aracılarla dua ve ibadet etme şekli değil midir? İnsanların her zaman Yüce Allah’ın gözetim ve denetimi altında oldukları bilinciyle yaşamaları gerektiğini söyleyecekleri yerde, şeyhlerin gözetim ve denetimi altında yaşadıklarını söylemek acaba islama ne kadar uygundur? Yüce Allah: “Nerede olursanız O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.”(Hadid,4) buyururken, onun yerine her an şeyhlerin ruhaniyetleri ve silüetleriyle beraber olmaya çalışmak İslam mıdır?
Yüce Allah, Kur’anı Kerim’in Zümer Suresi 3. ayetinde kendileriyle Allah arasına aracılar koyarak ibadet edenlerin inancını şöyle anlatmaktadır. “Dikkat edin, halis din Allah’ındır. Onu bırakıp da putlardan dostlar edinenler “Bizi Allah’a yaklaştırmaları için onlara ibadet ediyoruz” derler. Şüphesiz ayrılığa düştükleri şeylerde Allah aralarında hüküm verecektir.” (Zümer,3)
İslam dünyevi hayat alanları konusunda ve meşru çerçevede her türlü yenilenmeye açıktır. Fakat Allah’a kulluk noktasında ölçüsünü Kur’an ve Sünnet’ten almayan hiç bir inanış ve ibadet şeklini İslam’a mal etmek doğru değildir.
Allah’a ve peygambere layık olmayan şeylerin mal edilmemesi, Allah’ın bütün noksan sıfatlardan tenzih edilmesi, tevhidine gölge düşürülmemesi, Hz. Peygamberin de onun kulu ve elçisi olarak öğrettiği biçimde istendiği kadar övülmesi, ona saygı ve sevgi gösterilmesi yegane ölçü olmalıdır.
TASAVVUFUN MENŞEİ MESELESİ
Yabancı Tesirler Meselesi
“Tasavvuf” teriminde olduğu gibi, tasavvuf düşüncesinin nereden doğduğu, hangi inanç ve kültür kaynaklarından etkilenerek ortaya çıktığı hakkında da çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Tasavvufa İslamın dışında bir takım kaynakların etki ettiğini düşünenlerin bu husustaki düşünceleri birkaç noktada yoğunlaşmaktadır.
1- İran Menşei: Zerdüşt dinindeki Üstün İnsan, Tanrının sıfatlarını kazanmış insan veya Tanrı`nın kendisine hûlul etmesiyle yücelmiş insan anlayışı başta Sühreverdi olmak üzere bazı tasavvufçular tarafından beğenilip benimsenmiştir. Batınî, İsmâilî gibi fırkalar aracılığıyla bu inançların tasavvufa aktarımı kolayca sağlanmıştır. Tasavvuftaki Kutup, İnsan-ı Kamil inançlarının kökeni buradadır.
Özellikle Suhreverdî`nin inanç ve düşüncelerinde Zerdüşt unsurlar gayet açıktır. Zerdüşt dininin kurucusu Zerdüşt, onun düşüncesinde, üstün ve örnek bir insandır. Bunun ifadesi olarak onu “hâkim ve kâmil İmam Zerdüşt” olarak anar. Ayrıca Zerdüşt dininin iyilik ve kötülük tanrıları inancı, Suhreverdî`de Nûr-Zulmet inancı biçiminde açığa çıkar.(Hitti, 3/930 ; İslam Felsefesi, 192)
2-Hint Menşei: Hint düşüncesinin tasavvufa etkileri müslümanlarla Hintliler arasındaki ticari ilişkiler, Hint düşüncesinin etkilerinin açıkca görüldüğü Fars mistikleri veya Hint`e gidip oradan bu düşünceyi doğrudan öğrenen sûfiler aracılığıyla gerçekleşir. (İslam Tarihi 4/144 ; Cerrahoğlu 1/271 ; Yurdaydın, 30)
Hinduizm (Brahmanizm)'in kutsal kitabı olan Vedalar'ın tefsiri sayılan Vadenta'nın öğretilerinin temel itibariyle vahdet-i vücut'tan ibaret olduğu da konunun uzmanları tarafından kaydedilmektedir. [11]
Brahmanizm'in bir uzantısı olan Budizm de, inziva, riyazet ve çileyle 'Nirvana'ya ulaşmanın mümkün olabileceğini iddia etmektedir ki; 'nirvana', sofilerin 'fenafillah' olarak adlandırdıkları hayali mertebeyle, tıpatıp örtüşmektedir.
Ayrıca tasavvuftaki “fena” ile Budizm’deki “nirvana” nazariyeleri ve ilk sufilerden İbrahim b. Ethem ile Buda hikayeleri arasındaki benzerlik, Hint kültürünün tasavvuf üzerindeki tesirinde ileri sürülen en önemli delillerdendir.
Meşhur Türk alimi Ebu Reyhan el Birûnî (ö.973/1051)’nin Tahkik uma li’l Hind adlı eserinde Hint felsefesinin islama tesir ettiğinden bahsetmiştir.
3- Yeni Eflatunculuk Menşei:Yeni Eflatunculuğun kurucusu Plotinus, eflatun felsefesi ile Doğu felsefesini birleştirmiştir.
Tasavvufun ilk dönemi olan “zühd” devresinde Yeni Eflatuncu tesiri görmek mümkün değildir. Çünkü tercümeler yoluyla Yunan felsefesinin Müslümanlar arsında yayılması bu devreden sonra söz konusu olmuştur. Bu felsefenin tasavvufa etkisinden söz edenler bilhassa Vahdet-i vücut felsefesi ile İbni Arabi üzerindeki etkiye temas etmektedirler.
"İslam Tasavvufunun Meseleleri” adlı eserinde Erol Güngör Yeni Eflatuncu etkinin tasavvufun 2. döneminde yani tasavvufi düşüncenin sistemleştiği devirde söz konusu olabileceği görüşündedir.(Ayrıca Mahir İz,Tasavvuf; H.Ziya Ülken, İslam Düşüncesi)
4- İbrani – Hristiyan Menşei: Bilhassa İbrani – Hristiyan unsurlardan Arapçaya geçmiş olan ve mutasavvıflar tarafından kullanılan bazı ıstılahları (lahut, nasut, ceberut, melekut vs) göz önüne alarak, tasavvufun İbrani-Hristiyan muhitten etkilenmiş olduğu iddia edilmiştir.
5- Şamanizm: Şamanist inanç ve törenlerin özellikle Yesevilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Kalenderilik gibi tarikatlarda etkisinin olduğu iddia edilmektedir.(Türk Kültürü ve Hacı Bektaşi Veli, Türk Külürü ve Hacı Bektaşi Vakfı yy. 1988)
Abdulkadir İnan, “Tarihte ve Bugün Şamanizm”,adlı eserinde
“Şeyhlerin duyular ötesi alemle ilişki kurabilmeleri, gaybdan haber vermesi(!), suda yürümesi, ateşte yanmaması vs. şeyhle ilgili inançlardan olan şamanist unsurlardır.”demektedir.
“Vecd haline geçerek duyular ötesi alemle irtibat kurmak, vecd haline geçmek için müzik aletleri çalmak, sema, raks, vucud hareketleri, gibi şeylerden yararlanmak, muskalarla kötülüklerden korunmak, Kitabî bilgiye sahip olanları aşağılamak, şeyhe kayıtsız şartsız itaatin gerekliliği gibi inanç ve uygulamalar da şamanizmin tasavvuftaki etkileri arasında yer alır.” (Yurdaydın 75-77 ; Şamanizm, 79 ; Akdağ, 1/47 ; Vakıf, 22)
TARİKATLAR
İslam tasavvufunun en önemli özelliklerinden birisi, sadece nazari planda kalmayıp, tarikatlar yoluyla pratik hayatta uygulama sahasına geçirilmiş olmasıdır. Nazariyatta, tasavvuf diye adlandırılan bu akımın pratik hayatta aldığı isim tarikattır.
Tarikat Arapçada yol manasında olup, Tasavvuf literatüründe “Allah Teala’ya yaklaşmak ve O’nun hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla takip edilmesi gereken yol” demektir. Bu şekilde hususi bir yol takip eden kimseye “salik” denir. Salik bu yolculuğunda Allah’a ulaşıncaya kadar çeşitli menziller ve makamlar kat eder. Bu yolculuk esnasında menziller kat etmeye de “seyr-ü sülük” da denir.
TARİKATLARIN TASNİFİ
Tarikatlar genel olarak şu şekilde tasnif edilmiştir:
A) Zikir Şekillerine Göre
1- Kıyamî Tarikatlar: Zikirlerini daha çok ayakta yapan tarikatlar. Kadiriye gibi
2- Kuûdi Tarikatlar: Zikirlerini oturarak yapan tarikatlar. Nakşıbendiyye gibi
3- Hafî Tarikatlar: Zikirlerini sessiz olarak yapan tarikatlar. Nakşıbendiyye gibi
4- Cehrî Tarikatlar: Zikirlerini sesli olarak yapan tarikatlar. Halvetiyye gibi
B) Takip Ettikleri Metoda Göre Tarikatlar
1 Tarîk-i Ahyar (Hayırlıların Yolu): Muamele erbabının yolu olup, farz ve sünnetleri ifa etmek, çokça namaz kılmak, oruç tutmak, Kur’an okumak vs. ile Hakk’a vasıl olmayı esas alır.
2 Tarîk-i Ebrar(Kalbi saf olanların yolu): Bu da riyazet ve mücahede yoludur. Riyazet ve mücahede ile ahlakı güzelleştirmeyi, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmeyi esas alır. Riyazetten maksat nefsin istediği şeyleri yapmamaktır. Sufi tarikatların benimsediği yol genellikle budur.
3- Tarîk-i Şuttâr (Aşk ve cezbe ehlinin yolu): Bu ise “aşk, muhabbet ve cezbe yolu”dur. Burada salik, tıpkı bir ölü gibi her şeyden vazgeçecek, hatta kendi varlığını bile yok kabul edecektir. Bu yol “usul-i aşere” denilen şu on esasa dayanır: Tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, devamlı zikir, bütün varlığı ile Allah’a yönelmek, sabır, murakebe ve rıza. Melamiler bu yolu esas almışlardır.
C) Silsilelerine Göre Tarikatlar
1 Bekriye veya Sıddıkiyye: Silsilesi Hz. Ebu Bekir (r.a.)’a dayananlar.
2 Ömeriyye veya Farukiyye: Silsilesi Hz. Ömer (r.a.)’a dayananlar.
3 Osmaniye: Silsilesi Hz. Osman(r.a.)’a dayananlar.
4 Aleviyye: Silsilesi Hz. Ali (r.a.)’a dayananlar.
Görüldüğü gibi tarikatlar değişik açılardan tasnife tabi tutulmuştur. Bu tasnifleri çoğaltmak mümkündür.
I. Tarikatların Müşterek Unsurları
A) İnsani Unsurlar
1-Pir, Pir-i Sani: Farsça’da yaşlı, ihtiyar anlamında olan pir,tarikatlarda tarikatın kurucusu olan mutasavvıfa denir. Mesela Nakşıbendiyye’nin piri Bahauddin Nakşıbend, Kadiriyye’nin piri ise Abülkadir-i Geylani’dir.
2- Şeyh, Halife : Şeyh, Arapçada ihtiyar demektir. Tarikat ıstılahında ise tarikata giren kimseleri, o tarikatın seyr-ü sülûk esaslarına göre yetiştirme , onları denetleme yetkisine sahip olan şahsiyettir. Şeyhe mürşid de denir. Yeseviler’de “ata” şeyh ve mürşid anlamında da kullanılır.
3- Silsile: Zincir anlamındaki silsile, tasavvufta, kopukluk olmaksızın Hz. Peygamber’den itibaren müteselsilen gelen şeyhler demektir. Tarikatların hemen hepsinin silsilesi Cüneyd-i Bağdadi’de birleşir ve ondan sonra aynı şahsiyetlerle Hz. Peygamber’e ulaşır.
B) Fiili Unsurlar
1-Zikir :Tarikatlarda en önemli fiili unsur zikirdir. Lügatta anma hatırlama, ağzına alma ve açıklama gibi manalarda kullanılan zikir(ç. Ezkar), tasavvuf ıstılahında, din ve dünya saadetini elde etmek için Hakk’ın zat ismini zikrederek vaktini mamur etmek maksadıyla tesbih ile Esma-i Hüsna’yı söylemektir.
Topluca icra edilen zikirler her tarikatta ayrı isimler almıştır:
a- Semâ’: Mevlevi zikrine bu ad verilir.
b- Hatm-ı Hâcegan: Nakşıbendiyye tarikatında icra edilen zikirdir.
c- Darb-ı Esma: Halvetilerin zikrine denir. Halka halinde oturarak ve hafif sallanarak yapılır.
d- Zikr-i Kıyam: Rıfaî ve Sa’dilerin ayakta ve sesli olarak icra ettikleri zikre denir.
e- Devran: Kadirilerin oturarak, ayakta ve dönerek yaptıkları zikre denir.
f- Zikr-i Erre: Yesevilerin oturarak ve ayakta yaptıkları zikre denir.
2-Halvet, Çile, Erba’în: Halvet lügatte, bir kimse ile yalnız kalmak, tenhaya çekilmek, yalnızlık gibi manalara gelir. Tasavvuf ıstılahında hiçbir kimsenin ve dünya malının bulunmadığı bir yerde, ruhun Allah’la konuşması demektir. Kırk gün halvette kalmaya da “çile” veya “erbain” de denmiştir.
3-Seyrü Sülük: Lügatte gitmek, yürümek, girmek demektir. Tasavvuf ıstılahı olarak, tarikata giren bir salikin işin başından vuslat makamına ulaşmasına, yani tarikattaki gayesini gerçekleştirmesine kadar yapmış olduğu kalbi ve manevi yolculuk anlamındadır.
Seyr-ü Sülük Mertebeleri:
a- Seyr İlellah(Allah’a Seyr): Nefsin arzularına yüz çevirip kalben Allahın iradesine teslim olmaktır.Ameli bakımdan kötü ve cirkin amelleri terk edip iyi amellere yönelmek , nihayet kalpten ‘’kesret’’ perdelerini kaldırıp “vahdet”in sırrına ermektir.Bu seyirin sonunda fena fillah makamına erişilmiş olur. Sonunda salik’te Allahın isimleri tecelli eder.
b- Seyr Fillah (Allah’ta Seyr):Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlanmak, isimlerini tahakkuk ettirmek veahlakıyla ahlaklanmak ve böylece ufuk-ı alaya ulaşmakatır. Bu mertebeye ulaşan salikte beşeri sıfatlardan eser kalmaz. Bu mertebenin sonunda ledünni ilim ortaya çıkar. Bu mertebeye “beka billah” mertebesi denir.
c- Seyr Maallah (Allah’la Seyr):Bu mertebede zahir batın, abid mabud ikiliği ortadan kalmış, salik “ehadiyet” mertebesine ulaşmış olur.Buna “kabe kavseyni ev edna” makamı denir ki velilik mertebesinin sonudur.Bu makama ulaşan saliki nazarında her türlü zıtlıklar ortadan kalkmış “aynül cem” hali hasıl olmuş olur.
d- Seyr Anillah(Allah’tan Seyr):Bu mertebede salik “vahdet” ten tekrar “kesret”e doğru seyreder.Yani talipleri terbiye ve irşad maksadıyla Hak’tan halka döner.Bu makama erişen salik, vahdeti kesret’te, kesret’i vahdet ‘te görür.Bu mertebe mertebelerin en üstün olanıdır.
Bu seyrlerden ilk ikisi ile velilik makamına ulaşılır, son ikisi ile de davet ve irşada ehliyet kazanılır ki, peygamberlere ve kamil velilere mahsustur.
II. Belli Başlı Tarikatlar ve Kurucuları
Tasavvufi düşünce ve yaşayış tarikatlar vasıtasıyla yaygın hale gelmiş ve geniş halk kitlelerine mal olmuştur. Bugün mevcut olan tarikatlar, esas itibariyle Hicri 6. (Miladi 12.) asırda, yani Selçuklular zamanında ortaya çıkmışlardır. Daha önceki asırlarda mevcut olup, tassavufi eserlerde on iki adet olarak kabul edilen tarikatlar, sonraki dönemlerde kurulup gelişen tarikatlarda görülen bütün unsurları taşımayıp, daha ziyade meşhur sufiler etrafında teşekkül etmiş tasavvuf mektepleri özelliği taşımaktaydılar. Hucviri, Keşfü’l-Mahcûb adlı eserinde bunları geniş olarak incelemiş, İslami kurallarla bağdaşan ve bağdaşmayan yönlerini izah etmiştir. İlk dönem sufi tarikatları diyebileceğimiz bu tarikatlarla, onların kurucusu kabul edilen sufiler ve onların ağırlık verdikleri konular şunlardır:
C) İlk Dönem Sufi Tarikatları
1-Muhasibiyye: Haris el Muhasibi (ö.243/857) Rıza konusuna fazla önem vermiştir.
2-Kassariyye: Hamdun el Kasar( ö. 271/884) Melamet konusuna önem vermiştir.
3-Tayfuriyye: Ebu Yezid Tayfur el-Bistami (ö.234/848)Tasavvufta “şekr” yani ilahi aşktan kaynaklanan ruh coşkunluğuna önem vermiştir.
4-Cüneydiyye: Cüneyd el- Bağdadi (ö. 297/909) Sahv haline yani ilahi aşk sarhoşluğundan kurtulup temkin halini kazanmaya önem vermiştir.
5-Nuriyye: Ebu’l Huseyn el-Nuri (295/907) İsâr(başkasını kendisine tercih etmek, cömertliğin üst derecesi) ve feragat en çok önem verdiği hususlardır.
Sehliyye: Sehl b. Abdillah et-Tusteri (ö. 283/896) Nefisle mücahede, riyazet ve çileye ehemmiyet vermiştir.
7- Hakimiyye: Hakimet-Tirmizi (ö.285/898) Daha ziyade velayet ve keramet konuları üzerinde durmuştur.
8-Harraziye: Ebu Saiid el-Harraz (ö. 277/890) “Fena” ve “beka” konularına ağırlık vermiştir.
D) Sonraki Tarikat ve Kurucuları
1-Kadiriyye Tarikatı: (Kadiriye), Abdulkadir Geylanî olarak ünlenmiş Muhyiddin Ebû Muhammed b. Ebû Salih b. Zengi-Dost (d. 1077 Geylan-ö. 1165 Bağdat)'u öncü kabul eden tarikat. Bağlılarınca Gavsu'l-Azam, Kutub, Bâzullah, Sultanu'l-Evliya, Ayetullah gibi lakablarla anıları Abdulkadir Geylânî, öğrenimini tamamladıktan sonra başladığı ders ve vaazlarını kesip yirmi beş yıl kadar süren uzlet hayatı sürdüğü bilinen bir husustur. Bugünkü kadiriye tarikatında izlenen birçok yol ve inanılan birçok hususun Hz. Ali ile hiç bir ilgisi olmadığı gayet açık olmasına rağmen her nedense bu tarikat silsilesi ona dayandırılmıştır. Hz. Ali'yi tanıyan ve bilen herkes onun böyle inanmadığını ve bu gibi davranış, amel ve inançları reddettiğini de bilmektedir. Ancak bu tarikatta görülen bir çok bid'at ve hurafenin sonradan İslam'a mal edildiği ortaya çıkmaktadır. Bu bid'at ve hurafelerin yanı sıra Kadirilik'te zühd ve takvaya dayalı ameller de mevcuttur. Kadirilik'e göre tasavvuf seha, rıza, sabır, işaret, gurbet, seyahat, fakr ve suf (yün elbise) giyinmek üzerine kuruludur. Geylani'ye göre bir mürid önce bir çile dönemi yaşayarak zâhitliğe tamamiyle alışmalı, sonra uzaklaştığı dünyaya yeniden dönerek haz ve nasibini ala ala başkalarını irşad etmeli, aydınlatmalıdır. Ancak dünya ve ahiret nimetlerinin insan ile Allah arasında bir perde olduğu unutulmamalı, mutasavvıf bu nimetleri değil, Allah'ın zatını kendine amaç edinmelidir. Bunun için üç konuya özen gösterilmelidir: Allah'ın emirlerini yapmalı, yasaklarından kaçınmalı ve kadere boyun eğmelidir. Mürid öncelikle farz görevlerini yerine getirmeli, bunları bitirdikten sonra vacib ve sünnetleri yapmalı, daha sonra da nafile ibadetlerle uğraşmalıdır. Nafile ibadetlerin en önemlisi ise zikirdir.
Kadirilik'e giriş "Mübayaa" denilen bir törenle gerçekleşir. Bu tören sırasında şeyh önce üç kere Fatiha'yı, arkasından mübayaa âyetini okur ve üç kere "Estağfirullah el-azim ve etubü ileyh" der. Telkinin son bölümü bir ahitleşmedir: "El şeyhimizin elidir. Sizin örnek tutacağınız zat Seyyid Şeyh Muhyiddin Abdulkadir Geylanî'dir. Ahid Allah ve Rasûlü iledir." Bu sırada mürid dizleri üzerine çöker ve gözlerini kapar. Şeyh üç kere kelime-i tevhidi tekrar eder, mürid de onu takip eder. Daha sonra bir makas getirilerek müridin alnından bir miktar saç kesilir. Bu, müridin masiva ile kalbî bağlarının kesildiğini simgeler. Daha sonra hep birlikte kıbleye yönelerek üç kere tekbir getirirler. Tören şeyhin duası, Hz. Peygambere salat ve selam, Hz. Peygamber'in, bütün peygamberlerin, ashabın, geçmiş velilerin, Abdulkadir Geylanî'nin ve tarikat büyüklerinin ruhlarına okunan Fatiha ile sona erer.
2-Yeseviyye Tarikatı:Bu tarikatın kurucusu Hoca Ahmed Yesevi (ö.562/1166)dir. Bugünkü Doğu Türkistan’ın Aksu sancağına bağlı Sayram kasabasında doğan Yesevi, Küçük yaşta Yesi’ye (Bugünkü Türkistan şehri) gelip yerleşmiştir. Herkesin kolayca anlayabileceği üslupta sufiyane şiirleriyle bölge insanları üzerinde büyük tesir icra etmiştir. Bu şiirleri Divan-ı Hikmet adı altında bir kitapta toplamıştır. 63 yaşından itibaren hayatının büyük bir kısmını, dergahının içinde yerin altında yaptırdığı çilehanede geçirmesiyle meşhurdur.Yesevi riyazet, çile, zikir, ve mücahedeye büyük önem vermiştir.
Türklerin İslamiyet’i benimsemelerinde Yeseviyye tarikatının büyük rolü olmuştur.
Yeseviyye tarikatında cehri (sesli) zikir icra edilir. Zikrederken dervişin boğazından bıçkı sesine benzer bir ses çıktığından Yeseviyye zikrine “zikr-i erre”denir.
Yeseviyye tarikatı esasta Sünni itikada bağlı olmakla beraber, hem Horasan Melametiliğinden , hem de Orta Asya Şiiliği’nden etkilenmiş olduğu için, bir nevi karma bir kültür potansiyeline sahiptir.Bu özelliğiyle daha sonra ortaya çıkan birçok tarikatı da etkilemiştir. Hatta Nakşıbendiyye’yi Yeseviye’nin bir kolu olarak kabul edenler de vardır.Anadolu’da gelişen Ahilik teşkilatı üzerinde de büyük tesiri vardır.
3-Nakşıbendiye Tarikatı: Bahauddin Nakşibend Muhammed b. Muhammed el-Buharî tarafından kurulan ve İslâm dünyasında yaygın olan tarikat. Anadolu ve Asya topraklarında en yaygın olan tarikatlardan biridir.
Bilhassa İmam Rabbânî (ö. 1034/1625) zamanında, Hindistan ve havalisinde yayılma kaydetti. Nakşıbendiyye’nin silsilesi iki ayrı koldan Hz. Ali’ye, bir koldan da Hz. Ebû Bekir’e ulaşır. Fatih Sultan Mehmet zamanında Şeyh Ubeydullah-ı Ahrar’ın halifelerinden Molla İlahi vasıtasıyla İstanbul’a girmiştir.
Nakşıbendiyye, 18. asırda Mevlana Halid-i Bağdadi ile Osmanlılarda hem genişlemiş hem de istikrar kazanmıştır. 19. asırda mutasavvıf Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi (ö.1311/1893)’ nin bu tarikatın Anadolu’da yayılıp genişlemesinde büyük rolü olmuştur.
Nakşıbendiyye tarikarı, hafî zikri esas almıştır. Onda taşkın hareketlere rastlanmaz. Sohbete ve rabıtaya büyük ehemmiyet vermiştir. Toplu halde yapılan zikrine Hatme-i Hacegan adı verilir. Bu zikre tarikata mensup olmayanlar alınmaz.
Bu tarikata giren kimsenin uyması gereken Şartlar:
1- Tövbe etmek
2- Hz. Peygamberin Sünnetine tabi olmak
3- Şeriata muhalif bidatlardan kaçınmak
4- Ruhsatı terk edip azimeti tercih etmek
5- Zulüm ve haksızlık yapmamak
6- Borcu varsa ödemek veya helalleşmek
7- Kazaya kalmış namazlarını eksiksiz kaza etmek
8- Allah’ı çokça zikretmek
Tarikatın dayandığı Dört Temel Esas:
1- Şeriatla zahiri temizlemek.
2- Tarikatla batını temizlemek.
3- Hakikatle Kurb-ı ilâhiye ulaşmak.
4- Marifetle Allah'a ulaşmak
Ehl-i Sünnet itikâdına bağlı olan Nakşibendiye tarikâtı çeşitli ilimlerle meşgul olmaya, va'z ve sohbetler vasıtasıyla bu ilimleri tebliğ etmeye son derece önem vermiştir. İlimle meşgul olmanın, pozitif ilimlerden, bilhassa fizik, kimya, biyoloji vs. gibi Hakk'ın kudret ve azametini idrake vesile olan ilimlerden faydalanmanın bir çeşit zikir olduğunu kabul etmiştir.
Bir de Nakşibendiye tarikatı mensupları, Şerîat esâslarına uymaya ve ona bağlı olmaya son derece önem vermişlerdir. Şeyh Ahmed Farûkî'nin;
"Şer'î edeplerden birine riayet, mekruhlardan birini bırakmak; zikirden, fikirden, murakabeden ve mertebelere teveccühten daha faziletlidir"[3] şeklindeki açıklamaları, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
Ayrıca Nakşibendiye tarikatı, boş kalan insanların nefsin pençesinden, çeşitli kötü alışkanlıklardan korunması için, tevbe, istiğfar, zikir, tefekkür, nafile namazlar ve benzeri şeylerle meşgul olmayı tavsiye etmiştir. Bu şekilde nefsi yenip kalbi kontrol altında tutmaya murakabe denir.
Nakşibendiye Tarikatı'nda râbıta vardır. Râbıta'yı şöyle açıklamaktadırlar: Doğrudan Allah ile manevi bir bağ ve irtibât kuramayan mürid, Resulullah (s.a.s) Efendimizden itibaren, hayatta olan mürşidine kadar silsiledeki bütün meşayihin oturduklarını, kendisinin de mürşidinin yanında yer aldığını ve onlardan manevi bir feyiz aldığını düşünür ki buna râbıta denir. Râbıta vesilesiyle mürid, "fenâ fi'ş-Şeyh"e, ondan sonra "fena fi'r-Resûl" ve "fenâ Fillâha ulaşır. Nakşibendiler önceleri kalben, gizli zikrederlerdi. Sonraları cehren, açık olarak da zikretmişlerdir. Hâlidîler ilk kurulduğu gibi kalben, gizli zikretmektedirler.[5]
Nakşibendiye Tarikatı'nda topluca yapılan zikre hatm-ı hacegan denir. Müridlerin adedi on kişiden az ise, küçük hatme; çok ise, büyük hatme sesli, sessiz olarak icrâ edilir. Aralarında iki fark vardır. Birisi, 79 kere okunacak olan el-İnşirâh suresinin terkedilmesi, diğeri ise,1001 ihlâs yerine 500 defâ, Ya Baki entel-Bâki'nin okunmasıdır.[6]
Bütün bu usul, prensip ve kaideler tarikat şeyhleri tarafından konulmuştur. Sünnette 79 defa İnşirah 1001 defa İhlas vb. vîrdler mevcut değildir. Yoksa Hz. Peygamber'den bu konuda sahih yolla gelen herhangi bir hadis veya bir haber yoktur. Bunlar tarikat ve va'z türü eserlerde mevcuttur. Halkı ibadet ve takvaya alıştırmak için dinde ihdas edilmiş bid'atlerdir.
4- Halvetiyye Tarikatı: Suhreverdiye'nin bir kolu, Kübreverdiyye'nin bir şubesi olan ve Şeyh Ebu Abdullah Sirâcüddin tarafından kurulan tarikat. Sirâcüddin Ebu Abdullah'a Halvetiyye'nin birinci piri denilmektedir. Ebu Abdullah önceleri Tebriz yakınlarında "Hoy" şehrinde, sonra Mısır'da ve oradan da Hicaza giderek ilmî çalışmalarına başlamış; bir süre sonra Sultan Üveys'in dâveti üzerine Herât'a gelmiş orada 750/1349, diğer bir rivâyette 800/1397 yılında vefat etmitir.
Şeyh Sirâcüddin Ebû Abdullah'ın yedi defa hacca gittiği, sahralarda dolaşırken bir gün içi boş ve çok büyük bir çınar ağacı görüp, halvete niyetle kırk erba'în'i bir biri ardınca burada tamamladığı, tesis ettiği tarikatın adına Halvetiye denilmesinin sebebinin de bu olduğu bilinmektedir.
Halvetîliğin temeli zikrullahtır. İnsan kendisini her türlü geçici heveslerden, dünya nimetlerinden kurtararak Hakk'a yönelmelidir. Zikrin amacı, Allah'tan başka bir varlığı düşünmemek, her varlık türünde Allah'ı görmek, çokluktan kurtularak birliğe ulaşmaktır. Buna vahdet-i vücûd denir. Zikir, biri gönülle, biri dille olmak üzere iki türlüdür. İnsan, elinde olmayan birtakım sebepler yüzünden kötülükle kaynaşan ruhunu zikr ile arıtır; Allah'ın tecellisi için bir ayna niteliğindeki gönül her türlü heves pasından temizler.
5-Rifaiyye Tarikatı: Kurucusu Ahmet Rıfaî'ye nisbet edilen tarikat. Tarikatın kurucusu Ahmet Rıfaî, Irak'ta Basra ile Vasıt arasında yer alan Batâih nahiyesine bağlı Umm Ubeyde adındaki köyde doğmuştur.
Rıfaîlik tarikatında diğer tarikatlarda olduğu gibi, tarikata giriş ve seyr-u sulük, belirli kurallara bağlı olarak gerçekleşir. Rıfâîler, Allah'a ulaşmanın, nefsin tezkiyesiyle mümkün olabileceğini kabul ederek dokuz merhaleden oluşan bir riyazet ve zikir programı uygularlar. Her bir merhaleye kendisine ait olan zikirle geçilir. Bunların ilk dördü çavuşluk makamı olarak kabul edilir. Sonraki beş makamsa nakîblik makamıdır. Halife tayin edilecek kimselerin bu makamları geçmiş olmaları şarttır. Ve bunlar Halvet makamına geçmiş olurlar.
Halka halinde oturup def çalmak, nevbet tutmak, bayrak açmak ve sema yapmak Rıfaîlerin zikirler esnasında uyguladıkları âdetlerdendir. Bunlara belirli manalar yüklemektedirler. Ayrıca onlar siyah sarık sarmayı sünnet kabul ederler.
Rıfaîlerin, havârık dedikleri ve senenin belirli zamanlarında bazı dervişlerin, vücutlarına şiş sokmak, kızgın demir yalamak, ateş ve cam yutmak gibi gösterdikleri olağanüstü halleri vardır. Ancak, bu ve buna benzer şeylerin İslâm dini ile mahiyet ve getireceği fayda açısından hiçbir alakası olmadığı gibi; âlimler tarafından da sürekli tenkid edilmişlerdir. Rifaî tarikatı mensupları ise, Ahmed Rıfaî'ye atfettikleri efsanevî bir olayını örnek alarak bu gösterileri manevî olgunluğun ve ermişliğin bir alameti kabul ederek devam ettiregelmektedirter. Bazı kaynakların işaret ettiği gibi şeyhe atfedilen bu tür olağanüstü haller, Rıfaîliğin ikinci döneminin başlangıcı olan Moğol istilasından sonra uydurulmuştur.
6-Mevleviyye Tarikatı: Mevlana Celaleddin Rumi'nin (d. 1184 Belh, Horasan-ö. 1273 Konya) düşünceleri çevresinde kurulan tarikat. Babasının düşüncelerini sistemleştirdiği ve tarikat biçiminde örgütlendirdiği için Mevlana'nın oğlu Sultan Veled (ö. 1312) Mevlevilik'in asıl kurucusu ve ikinci piri sayılır.
Mevleviliğe göre tasavvufi eğitimin amacı insanın kendine gelmesini, kendini bulmasını sağlamaktır. Gerçeğe ulaşmak için insan tabiatına aykırı yöntemlere başvurulmamalıdır. Zikir ve çile gerçeğe ulaşmanın temel yöntemi değildir. Zikir ancak düşünceyi harekete geçirdiği ölçüde yararlıdır. Gerçeğe ulaşmanın asıl yolu aşk ve cezbedir.
Mevleviliğe göre mürid kendini mürşidinde yok etmeli, kendine baktığında mürşidini görmelidir. Mürşidinin tüm isteklerini tereddüt etmeden kabul etmeli, ona itaatı Allah'a ve Peygamber (s.a.s)'e itaat, muhalefeti de Allah ve Peygamber (s.a.s)'e muhalefet bilmelidir. Kendisini şeyhinden uzaklaştıracak hiçbir sözü dinlememeli, onun iyiliğin mutlak temsilcisi olduğuna inanmalı, hakkında kötü düşünmemeli, yanında çok konuşmamalıdır. Nefsini zayıflatmaya, riyazet ve mücahede ile öldürmeye çalışmalıdır. Kötülüğü buyuran nefsi (nefs-i emmare) ancak mürşid öldürebilir. Bu nedenle mürid mürşidinin irşadına sıkı biçimde sarılmalıdır.
Mevlevilikte başlıca tarikat ayini, âyin-i şerif de denilen semadır. Belli kurallar içinde ve müzik eşliğinde yapılan semadan başka zikir telkini, tac ve hırka giyme, halvet, tarikata giriş, halifelik verme de belli kurallara bağlanmıştır. Sözgelimi zikir telkininde şeyh müridi önüne oturtarak elini tutar, bütün günahlardan sakınacağına, iyilik ve takva üzere bulunacağına dair söz alır, kelime-i tevhidi üç kez telkin eder, sonra da onun için dua eder. Duanın arkasından şeyh, dünya ile ilgisini kestiğini simgelemek üzere müridin saçından birkaç kıl keser. Halvet, diğer tarikatlarda olduğu gibi kırk gün süren bir ibadet, riyazet biçiminde değil, tekkede hizmet biçiminde uygulanır. Binbir gün süren bu halveti (çile) tamamlayan kişiye derviş adı verilir.
Sultan Veled'ten sonra bütün Mevleviliği temsil eden Konya'daki merkez tekke şeyhliğinin babadan oğula ya da ailenin büyüğüne geçmesi gelenekleşti. Bu geleneğe bağlı olarak şeyhlik makamına oturan kişiye Çelebi adı verildi ve zamanla merkez tekke şeyhliği Çelebilik makamı olarak anılmaya başladı. Çelebiler, başlangıçta, şeyhlik makamında oturan kişi tarafından önceden belirlenirdi. Sonraları çelebiler dedelerin onayıyla atanmaya başladı. Daha sonra da, adaylar arasındaki çekişmeler nedeniyle çelebiler padişah iradesiyle atanır oldular.
Mevlana'nın vahdet-i vücud (varlık birliği) anlayışına dayanan düşünceleri yüzyıllar boyunca etkisini sürdürmüştür.
Osmanlılar döneminde Türkiye'de en yaygın tarikatlardan birisi olan Mevleviliğin faaliyetine, diğer tarikatlarla birlikte, 13 Eylül 1925 tarihli bir kanunla son verildi. Faaliyetini bir süre Şam'da sürdürmeyi denediyse de başarılı olamadı. Ancak 1926 yılında Konya'daki merkez tekke ve Mevlana türbesi müze olarak yeniden açıldı. Günümüzde de her yılın Aralık ayında Konya'da turistik amaçlı mevlevi ayinleri icra edilmektedir. (Ahmet Özalp,Şamil İslam Ans.)
7- Şazeliyye Tarikatı: Kurucusu Şeyh Ebu’l-Hasan el-Mağribi eş- Şazeli (. 656/1258)dir.Kuzey Batı Afrika’da yer alan Sazila köyünde doğduğu için Şazeli lakabıyla tanınmıştır.
Ebu’l Hasan-ı Şazeli, tarikat anlayışında adab ve erkana, kılık ve kıyafete önem vermemiş, sağlam bir itikad, ibadetlere titizlikle riayet ve iyi bir ahlakı esas almıştır. Mısır ve Cezayir’de de yayılan bu tarikat, 20. asrın ilk yarısında Avrupa ülkelerinde ve bilhassa Fransa’da İslamın yayılmasında payı büyüktür. Meşhur Fransız düşünürü Rene Guenon (Abdulvahid Yahya) da müslüman olduktan sonra bu tarikata intisap etmiştir.Bugün hala bu tarikatın Darkavviyye koluna bağlı Alaviyye Fransa’da LesAmis de I’İslam (İslamın Dostları) adında bir dernek halinde faaliyet göstermekte ve Avrupa, Ortadoğu ve dünyanın başka ülkelerinde bir çok şubeleri mevcuttur.
8-Sa’diyye Tarikatı:
9-Desukiyye Tarikatı
10-Bedeviye Tarikatı
11-Ekberiyye Tarikatı
12-Sühreverdiyye Tarikatı
13-Kübreviyye Tarikatı
14-Medyeniyye Tarikatı
15-Çeştiyye Tarikatı
16-Bayramiyye Tarikatı
Seminer katılımcılardan gelen sorulara verilen yanıtın ardından sona erdirildi.
Haksöz Haber/Abdurrahman Yıldırım