Özgür-Der Beykoz Şubesi’nde ''İslamcılık Kavramı ve İslamcılık Kavramının Tarihsel Arka Planı'' Konusu Ele Alındı.
Özgür-Der Beykoz Şubesi mutad aylık seminerlerine, 31 Ekim Çarşamba akşamı Kenan Alpay'ın sunduğu 'İslamcılık Kavramı ve İslamcılık Kavramının Tarihsel Arka Planı' konu başlığı ile başladı.
İslamcılık tartışmalarını siyasi gündem başlığı altında inceleyen, Türkiye'de her dönemde yoğun bir biçimde yapılmakta olan İslamcılık tartışmalarında, sıkça gündeme gelen sorularla konuya giriş yapan ve bu soruları tarihi süreçleriyle beraber tetkik eden Kenan Alpay;
"İslamcılık nedir, ne değildir, başarılı mıdır, başarısız mıdır? AKParti’yle, radikalizmle, selefilikle ilişkisi nedir?" konularına değindi. Yaklaşık iki yıldır, Tunus'ta baş gösterip, ardından Mısır'da, Libya'da, Yemen'de ve son olarak Suriye'de karşımıza çıkan toplumsal ayaklanmaların sadece Türkiye bağlamı içerisinde değil tüm Ortadoğu ve Dünya genelinde, uluslararası konjonktüre bir itiraz çerçevesinde İslamcılık tartışmalarının yapıldığını belirten Kenan Alpay, şunlardan bahsetti:
İslamcılık kavramı ile ilgili tartışmaların temelinin, ilk zamanlarda Osmanlı Devleti'nin içine girmiş olduğu siyasal, diplomatik, askeri geri çekilme/yenilgi dönemleri ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz. İslamcılık tartışmaları zayıflayan, çöken, eski kuvvetini, kudretini kaybeden Osmanlı Devleti'nin yeniden eski ihtişamına kavuşması için lazım olan kimliğin ne olduğuna ilişkin bir tartışmayı ihtiva eden tartışmaların da bir parçasıydı.
Bu tartışmaları1904 yılında yayınladığı bir makaleyle Üç Tarz-ı Siyaset olarak adlandıran Yusuf Akçura, Osmanlı Devleti ve toplumunun kurtuluşu için öngörülen üç farklı siyasetten bahseder. İslamcılık Siyasetinin mi, Osmanlıcılık Siyasetinin mi yoksa Türkçülük Siyasetinin mi bir çözüm olabileceğine ilişkin bir tartışma yapıyor.
Osmanlıcılık siyasetini öngören insanlar; İslami ya da Türkçülük sistemi öne çıkmasın diyorlardı. Osmanlı 'millet' sistemi şekliyle kendisini devam ettirsin, eski gücünü kudretini hem Türk töresinden gelen, hem de İslam dininden gelen; aynı zamanda bunların ikisini Roma'dan, Bizans'tan devralınan 'devlet' geleneği ile de kuvvetlendiren bir siyaseti savunuyorlardı.
İslamcılık siyaseti ise; özellikle İslam coğrafyası içinde, Balkanlar'dan başlamak üzere Sırp, Yunan, Bulgar gibi gayr-i müslimtebaanın ve benzeri bir takım unsurların Fransız İhtilali bağlamında ortaya çıkan ulusçu bağımsızlık hareketleriyle beraber ortaya çıkan; 'Biz bütünlüğümüzü, birliğimizi ancak İslam ile sağlarız, Müslüman olarak ortak iş yapmalıyız.' yaklaşımını ihtiva ediyordu.
Bir diğer tarz olan Türkçülük siyaseti; Suriye, Filistin, Ürdün bölgesinde Mekke Şerifi Hüseyin'in öncülüğünde ortaya çıkan bir takım isyanların, Arap bölgelerindeki itirazlarının gündeme gelmesiyle beraber İslam birliğinin çökmesi ve ardından, 'Kurtuluşun yolu Türklerin birliğidir' yaklaşımı olmuştu. Böylece dağılma-toparlanma sorununa bir çözüm önermek üzere üç tarz siyaset oluşmuştur.
Konuyu siyasi açıdan, sosyal tarihin analizi açısından ele aldığımız zaman; İslamcılık siyaseti, Osmanlı Devleti'ni kurtarmaya dönük önerilen siyasetlerden, yaklaşımlardan biriydi.Ancak biz bu yaklaşımı daraltılmış bir yorum olarak ele alıp, daha geniş bir açılım getirmemiz gerekmektedir. İslamcılık siyasetini daha çok Müslümanların, Kitap'tan, sünnetten ve bununla birlikte İslam örfünden, İslam geleneğinden uzaklaşarak içine düştükleri toplumsal buhranlara karşı tekrar kaynaklara yani asli kimliğe dönerek çözüm arayışı olarak görebiliriz. Toplumsal buhranların en önemlisinin; (İslam toplumlarında ortaya çıkan) güçlenen, ilerleyen Batı'ya, modernleşmeye duyulan öykünme ile olduğunu söyleyebiliriz. Eğer İslam’la ilgili değerlendirmeleri siyasal, sosyal ve teknik açıdan ele alırsak bir kaç yaklaşım söz konusu:
- Islahat ve Tanzimat Fermanları ile gerçekleşen Batılılaşma hareketine tepki olarak gelişen, İslamcılık hareketi "irtica" yaftasıyla damgalanmıştır. Bu genelde bu gün dahi, Kemalistler ve solcuların kullandığı bir yaftalama biçimi olmuştur.
- Türkçüler ve gelenekçiler ise İslamcılığı bir "kökü dışarıdalık" olarak algılamışlardır. Onlara göre, Osmanlı toplumunda İslamcılık diye bir siyasi dalga yoktur.Çünkü bu topraklarda ve bu tarihte İslamcılık ferdi anlamda varlığını sürdürüyordu. Toplumsallaşacak olursa da bu tarikatlar alanında sağlanıyordu. İslam salt ruhani boyutta yaşanan, siyasete çok karışmayan bir din olarak algılanıyordu.
Osmanlı’nın tarih sahnesindeki rolü azalmaya ve kaybolmaya doğru gidince, İslam’ın siyaset ve iktidar alanındaki taleplerini hatırlatmaya dönük olarak İslamcılık da daha bir dile getirilir oldu. Siyasetin ve toplumsal gidişatın rotasına karışmasın istenen İslam algısını yıkmak İslamcılığın temel meselesi olarak ortaya çıkıyordu. Ayrım İslam'ın bir hayat tarzı olarak; siyasete, topluma, diplomasiye, askeriyeye, kültüre, edebiyata benzeri bütün alanlara nüfuz etmesine bağlı iddiasını da içkindi.
İslam, Osmanlı'da zaten hep varolan, gündemi belirleyen, meşruiyetin kaynağı olarak kabul edilen üst bir değerdi. Ancak İslamcılık akımıyla birlikte hilafetin ve saltanatın mahiyetini, türbe ziyaretlerini, tarikatları, zikir merasimlerini daha genel anlamıyla itikat ve amellerin Kitap ve sünnet bağlamında sağlamasının yapılmasının gereğini tartışmaya açıldı. İşte bu tartışmalarla beraber önce Osmanlı döneminde, sonra Cumhuriyet dönemi içerisinde Batılılaşmacı bir takım aydın-bürokrat kadro; 'politize edilmiş İslam', ‘siyasallaştırılmış İslam’, ‘ideolojik İslam’ diye bir vasıflandırma yaptılar. Zamanla kimi insanlar izah, kimileri itham etmek için İslam adına yapılan işlere, İslamcılık demeye başladılar.
Biz muvahhid, mü'min, muhacir, mücahid, muhsin, salih gibi Allah'ın Kur'an'da verdiği tüm vasıflara sahip çıkarız, bu vasıfların hakkını vermeye çalışırız. “İslamcı mısınız?” denildiği zaman, belki öncelikle şu soruyu yöneltmek gerekir: "Siz İslamcılık'tan ne anlıyorsunuz?” Eğer İslamcılıktan anlaşılan şey "İslam şeriatının ideallerine inanmaksa", İslam'ın yeryüzünde yayılması için "Emr-i bi'lma'rûf ve nehy-i anilmünker"e öncelik vermekse, evet biz İslamcıyız yanıtını verebiliriz.
Ancak İslamcılıktan kastedilen, dinin uhrevi boyutunu bir kenara atıp, önemsizleştirmek, politik/ideolojik bir söylem ortaya koymak, iktidar hedefli bir yaklaşım biçimiyse biz o zaman kendimizi İslamcı olarak vasıflandırmayız. Biz her hâlükârdamü'min olarak vasıflandırmayı daha uygun ve makul görürüz. Ancak dikkat edilmesi gereken; kavramlara ilişkin tanımlamaların da zamanla içinin farklı şekillerde doldurulup, boşaltılabildiğidir.
Mesela, Ziya Gökalp'in "Türkleşeceğiz ama Müslüman kalarak, muassırlaşacağız ama Müslüman kalarak" formülasyonu sözde Müslümanlığı içerisinde barındırmasına rağmen İslami kimliğe uymayan Türkleşmek, muassırlaşmak gibi yeni kimlikler, adaptasyonlar oluşturmaya çalışmaktadır. Bunun karşısında duran Mehmed Akif, Babanzade Ahmet Naim gibi insanlara da; siz İslamcılık yapıyorsunuz, irticacı emelleriniz var diye ithamlarda bulunulmuştur. Buradan Osmanlı toplumunda İslamcılık siyasal tartışmalarının nasıl geliştiği ve şekillendiği anlaşılıyor.
Türkiye haricinde, tüm Dünya genelinde de İslamcılık tartışmaları uzun soluklu tartışmalardandır. Rusya’daki Müslüman azınlıkları içerisinde, İslamcılık tartışmaları yapılmıştır. Aynı şekilde Mısır'da Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh gibi isimlerin ve yine Hindistan'da da kimi isimlerin İslamcılık tartışmalarını ele aldıklarını görüyoruz. O halde, İslamcılık tartışmaları; Batı ile Müslüman toplumların karşılaşması esnasında güç dengesinin Batıya kaydığı oranda İslam Coğrafyasında da, İslamcılık kavramının aynı oranda yükselmesi ile ilgili olarak, tartışmaların ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Ancak bu İslamcılığın, modernizmin ürettiği bir olgu olduğu anlamına gelmez.
Yüzyıllar boyu üstün ve belirleyici konumda olan Müslümanlar'ın, fıkıhlarını yine kendi hakimiyetleri doğrultusunda yapıyorlardı. Ancak, ne zaman yenilmeye,hakimiyetlerini kaybetmeye, içe çekilmeye başladılar, o zaman geride kalan insanlar ya azınlık ya da güçsüz halklar olarak, nasıl bir fıkıh oluşturabilecekleri konusunda tartışmalara girdiler. İslamcılık tartışmaları da siyasi, iktisadi ve askeri açıdan farklılaşan bu güç dengeleri ile doğrudan ilgilidir, diyebiliriz. Bu tarihsel arka planda söz konusu olan Batı'da o dönemde yeni bir üretim biçimi gelişmiştir. Tarım toplumu, endüstri toplumu olarak değişmiştir. Değişen toplum ise gücünü sömürgeleştirdiği toplumlara aktarırken kültürünü de dayatmıştır. Bütün dünyayı kontrol altına almak, sömürgeleştirmek ve ‘medenileştirmek’ isteyen bir Batı ile karşılaşan Müslümanlar ise, bu tarihsel süreç içerisinde kapsamlı bir tavır ortaya koymak durumunda kalmışlardır.
Bu tarihi sürecin, Cumhuriyet Dönemi ile ilişkisi 1908'de İttihatçılar’ın gerçekleştirdiği darbeyle kuruludur. Hareket Ordusu’nun Selanik’ten gelip darbeyle alaşağı ettikleri padişah, İslamcılık siyasetinin sembol isimlerinden biri olarak görülen II.Abdülhamit'tir. O tarihten itibaren I.Dünya Harbi'ne giden fitil ateşlenmiş, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Troykasını oluşturan Enver, Talat ve Cemal Paşalar tarafından yürütülen Türkçülük Siyaseti, Alman Emperyal siyasetinin paralelinde bir akım olarak karşımıza çıkarılmıştır. I. Dünya Savaşı'yla birlikte daha fazla Müslüman ülke işgal altında girmiştir. Bu dönemde Turancılık anlamındaki Türkçülük siyaseti tamamen çökmüştür. Bu çöküntü ile beraber en azından Anadolu'yu kurtaralım görüşü ile Mustafa Kemal ve arkadaşları hem İslamcılık siyasetini, hem de Türkçülük siyasetini tasfiye etmişlerdir. "Yurtta sulh, cihanda sulh" diyerek, dönemin emperyal devletleri tarafından kurulan uluslar arasıstatükoya razı olduklarını belirten bir siyaset tercih etmişlerdir.
Daha sonra 1920 ile 50 yılları arasında herhangi bir İslamcılık siyaseti yapmak mümkün dahi olmamıştır. 1924'te hilafetin kaldırılması, harf devrimi, medreselerin kapatılması gibi pek çok inkılaba bakıldığında Türkiye'de, İslamcılık düşüncesinin devlet imkanlarıylaiyiden iyiye bastırıldığını söyleyebiliriz. Mehmed Akif gibi bir ismin Türkiye topraklarını ilerlemiş yaşına rağmen terk etmek zorunda kalması, İslamcılık siyasetinin uygulanmasının ne denli imkan dışı olduğuna örnek niteliğindedir. Aynı şekilde, Said Nursi'nin de sürgünlerden, hapislerden kurtulamadığını görüyoruz. İslamcılık faaliyetinin Türkiye'deki karşılığını, İslami şahsiyetlere karşı gösterilen tavır ile idrak etmemiz mümkündür.
İslamcılık kavramı ancak 1940'ların sonlarına doğru gündeme gelebilmiştir. Necip Fazıl, Büyük Doğu Dergisi'nde yayınladığı yazılarıyla, İslamcılık siyasetini yavaş yavaş halkın da sempatisini toplayarak ortaya koymaya başlamıştır. İslamcılık unsurları yine 1950'lerde Nurculuk ve Süleymancılık kavramlarıyla karşımıza çıkıyor. Ancak tam olarak siyasal düzlemde ortaya çıkışı Milli Nizam Partisi ile olmuştur. Günümüze göre kullandıkları söylemle gayet milliyetçi, mukaddessatçı olduklarını ifade edebiliriz. Ancak, dönemin şartları incelendiğinde İslamcılık kavramını/kimliğini TC'nin hak-hukuk bilmeyen otoriter yapısında ancak öylesi bir dil kullanılarak İslamcılığın önünün açıldığı da ifade edilebilir. Bu yüzden 60'ların sonundan itibaren İslamcılık kavramı Nurcu ya da Süleymancı değil de Selametçi şeklinde algılanmaya başlandı. 1970'lerde İran Devrimi, Afganistan’da SSCB işgaline karşı sergilenen direnişe kadar bu şekilde anılmıştır.
İlk ortaya çıkışından bu güne dek, yaşanan İslamcılık siyasetinin yapısından bahsedecek olursak:
1- İslamcılık siyaseti, yerli despotik iktidarlara karşı koymayı ihtiva eder.
2-Mutlak surette sömürgeciliğe/emperyalizme karşı çıkan bir siyasettir.
3- İslamcılık, kaynaklara dönüş hareketidir. Tahrif edilmiş geleneğe karşı Kitap'tan, Sünnet’ten beslenir. Batıl öğretilerle, muharref gelenekle, sentetik yaklaşımlarla hesaplaşma çabasıdır. Kitap’la kendini arındırmış bir çerçeveye yönelmedir. Bunun için tebliğ faaliyetlerine girişilmesidir.
4- Müslümanların bölgecilikten, kabilecilikten, hizipçilikten uzak, daraltıcı siyasi akıma karşı ümmetin kardeşliğini n ön plana çıkartılmasıdır.
Son olarak iki farklı yaklaşım söz konusudur;
- Bunlardan ilki, İslam’ı hemen her dönem ve her yerde tehdit unsuru olan bir şiddet kaynağı ve terör örgütü olarak gösterip, toplumun diğer kesimlerini İslamcılığa karşı kışkırtan yaklaşımdır. Planlı-programlı bir abartı üzerine kurulu bu söylem, yaklaşan ve büyüyen İslam tehdidine karşı yerel-küresel iktidar sınıfları adına taban tutmak adına "irticayla mücadele" seferberliğine meşruiyet ve zaruret kazandırmak üzere fonksiyonel bir savaş aracıdır.
- İkincisi ise, “İslamcılık asla başarılı olmamıştır ve olmayacaktır” telkinleridir. "Doğdun da, büyüdün amma yaşamadın sen" modunda bir yaklaşımla İslamcılıkbasit ve ajitatifbir siyaset tarzı olarak lanse edilmektedir.
Peki, İslamcılık başarılı olmuş mudur?
Kimi zaman kısmi, kimi zaman bütüncül başarılar elde etmiştir. Mesela Kadızadeliler hareketi, Osmanlı Devletinde yüz elli yıllık bir etki gösterir. Bu kısmi başarı sayılabilir. Ama aynı İslamcılık İran'da bir devrim yaparak tam bir başarı kazanmıştır. Aynı İslamcılık Tahrir Meydanı'nda başarılı olmuştur. Ama yine aynı İran, yaptığı devrimle başarılı olurken, bugün Suriye ile ilgili ortaya koyduğu tavır ile ilkesiz, vicdansız girişimlerle yenilgiye uğramış olabilir. Yani İslamcılık sürekli dikey ya da yatay bir düzlem üzerinde hareket etmez. Son dönemde, Türkiye'de İslamcılık tartışmalarının yapılmasında Ak Parti'nin üç seçimdir oy oranını arttırarak kazanması da vardır.
Kenan Alpay’ın yukarıdaki sunumun sonrasında katılanların katkıları ile program son buldu.
Kenan Alpay’ın sunumunu konunun yararına ve aktüel olmasına binaen uzun olarak yukarıdaki şekilde aldık ve paylaşmak istedik. Konu belki geniş bir özet oldu ama biz Beykoz Şubesi olarak yararlandığımızı ve yararlanılabilineceğini düşündük.
Fotoğraflar ve Haber: Emine Nur Çakır