Ahmet Şat sözlerine; hayatta her şeyin iman ile başladığını ve onunla son bulacağını, geçmişten günümüze iman hakkında birçok tanımın yapıldığını, yapılmaya da devam edeceğini ve İslam geleneğinde daha çok varlık hakkındaki felsefi bilgi olarak yapılan tanımların ötesinde merhum Ali Şeriati'nin imanın, ''varoluşsal bir hesaplaşma ve nihai bir bağlılıktır'' tanımını esas aldığını söyleyerek başladı.
İnsanın bir inanca sahip olmakla anlam kazandığını ve bu inancın ona kazandırdığı ruh ile yaşadığını, hayatını inancının gerektirdiği gibi yaşamanın onun başlıca amacı olduğunu, bunun için her türlü fedakarlıkta bulunacağını, çünkü onu gerçek olarak kurtuluşa erdirecek olan şeyin kendi inancı olduğuna inandığını belirtti. Bu durumundan hareketle "din insandan ne ister?" sorusunu sormanın, insanın dini için ne yaptığından önce dinin kendisinden neler istediğini sorgulama niyetini taşıdığını, dinin insandan talepleri yanında insanın da mensubu olduğu dinden bir beklentisi olduğunu, bu beklentinin karşılanmasının ise ancak dinin insandan olan taleplerinin yerine getirilmesi ile mümkün olabileceğinin altını çizdi.
Din İnsan İlişkisi
Evrenin sonsuzluğu karşısında kendi zayıflığının farkına varan insanın, varlığı, ölümü, yokluğu ve yeryüzünde bulunma nedenine yönelik uzun bir tefekkür sürecine gireceğini, acziyetinin farkına varan insanın böylece kendinden daha yüce bir varlık aramak ve ona bağlanmak için bir yolculuğa çıkacağını, Allah kavramının da bu yolculuğun son bulduğu nokta olduğunu, Dinin de, bu andan itibaren varlığına iman edilen sonsuz kudret ile aramızdaki ilişkileri düzenleyen kuralların adı olduğunu söyledi.
''Din, insanın ontolojik arayışına epistemolojik düzeyde çözümler sunar. Yani insanın ve evrenin yaratılması/var olması ve bunlar arasındaki ilişkiye bilgi ve tecrübe (ruhsal) düzeyinde yanıtlar verir. Onun için din insan, Allah ve evren hakkındaki arayışa bilgisel düzeyde yanıtlar verdiği için, mutlak olarak hep bir ihtiyaç olarak kalacaktır.'' dedi.
Ve ''Din Nedir?'' sorusuna; ''Din; insanın yeryüzündeki üç muhatabına yani kişinin insana, kâinata ve Allah'a ödemesi gereken borçlarının toplamını ifade eder.'' şeklinde yanıt verdi.
''Dini düşüncenin temeli; varlık tasavvuruna dayalıdır.'' Diyen Ahmet Şat, İslam'ın varlık tasavvurunda varlığın bir hiyerarşi içerisinde olduğunu, Allah'ın tüm varlığın var edicisi olarak bu hiyerarşinin üzerinde mutlak kudret ve emir sahibi olarak yer aldığının altını çizdi.
''İnsanın varlık içinde nerede durduğu sorusunun cevabını da ancak sahip olduğumuz varlık tasavvuruna ve evren modeline göre cevaplandırabiliriz. Varlığa ve evrene ilişkin kavramsal bir açıklığa kavuşmadan insanın hangi varlık düzeyine ait olduğunu ortaya koymak mümkün değildir. Bugün Modern yaşam, kelimenin en hafif ifadesiyle büyük bir zihinsel karmaşaya yol açmakta ve insan yarı-tanrı olmakla bir hiç olmak arasında bir tercihe zorlamaktadır.'' dedi.
Varlık konusunun sadece bir bilgi unsuru olmayıp, dinlerin kurtuluş öğretisi üzerine inşa ettiği önemli bir husus olduğunu, çünkü bir dinin ya da ideolojinin varlık tasavvurunun aynı zamanda onun ahlak düşüncesinin kaynağını ve karakterini de belirlediğini, insanın mutlaka bir varlık tasavvuruna sahip olduğunu, bunun için de insanın kendisinden başlayarak tüm evreni tanımladığını, bu evren tanımının kendisini varlık âlemi içinde nerede konumlandırdığını ortaya koyarak, kendisi ve evren arasında nasıl bir ahlaki ve hukuki ilişkinin kurulması gerektiğine böylece karar verdiğini ifade etti.
Batının, İslam'ın, varlık tasarrufundan bahseden Şat, Allah, ahlak ve insan tasavvurlarına da değindi.
Din İnsandan Ne İster?
''Yeryüzünde her bir dine mensup insanın yoğun bir uğraş içinde olduğu görülür. İnsanların kendi dini için verdiği uğraşılar, hep inandığı tanrısını memnun etmeye yöneliktir. Dinin temel kaynakları ve referansları bu süreçte seferber edilir. Bazen bununla da yetinilmeyip bu kaynakların dışına çıkılır. Temel amaç dinsel bir hayat yaşamak ve dinin gerektirdiklerini yerine getirmektir. Fakat bu uğraşlara rağmen dinin onun için biçtiği kimlikten soyutlanmasına ya da onun için belirlediği yaşam biçimini ıskalamasına sürekli tanık olunur. Çünkü insanın öncelikle kendine sorması gereken soruyu hep ihmal ettiği görülür. Bir dine mensup her insanın öncelikle kendisine "din benden ne istemektedir" sorusunu sorması gerekir. Bu sorunun yanıtı alındıktan sonra ancak o din için bir çaba içinde bulunmalı ve o dinin tasavvur etiği yaşam biçimini hayata geçirmelidir. O zaman verdiği uğraşılar bir anlam bulacak ve dinin kendisinden istediği gibi bir hayatı yaşamış olacaktır. Aksi halde dinin gerektirdiklerini yapmasına rağmen dinin ruhundan uzak bir hayat yaşaması daima olasıdır.
Başta İslam olmak üzere ister ilahi olsun isterse de içinde barındırdığı şirk unsurlarından ötürü beşeri kabul edilen tüm dinlerin kendi müntesiplerinden esas olarak ne istediği üzerinde durmak gerekir. Ritüel ve inanç sisteminde farklılık olmasına karşın tüm dinlerin ortaya koyduğu değerlerin ortak bir amaca hizmet ettiği görülür. Bu da "iyi insan" hedefidir. Yani tüm dinlerin şeriat ya da ahlak manifestolarındaki farklılığa rağmen ortaya koydukları şey müntesiplerinden iyi insan olmalarını istemekten ibarettir.
Gerek Kur'an'ın üzerine inşa edildiği ahlaki taleplerden gerekse de elçilerin uyarılarına baktığımızda vahyin insandan sadece "iyi bir insan" olmasını ve "hayır işlerinde bulunmalarını" talep ettiğini görürüz. Salih amel olarak bildirilen bu eylemler ile Allah'a, insana ve tabiata karşı iyi bir insanın göstermesi gereken ahlaki davranışların sergilenmesi istenir. Kur'an'ın hiçbir yerinde bunun ötesinde bir talep ya da misyonla karşılaşmayız. Kur'an'ın insandan tüm talepleri bu amaca matuftur.''
İnsan Dinden Ne Bekler?
Her insanın hakikat arayışının, bir dinin kapısında son bulduğunu, insan içinde yaşadığı kaosu dindirmek için dinin kapısından içeri girdiğinde aslında tüm beklentisinin, yaşadığı sıkıntılardan kurtulmak olduğunu ifade eden Ahmet ŞAT, ''bundan sonrası kapısından içeri girdiği dinin insana yazdığı kurtuluş reçetesini uygulamaktan ibarettir. Tüm arayışlar neticesinde kurtuluşun o dinde olduğuna inanan insan, bu reçeteyi uygulamakla ruhunda yaşadığı sıkıntıların yerine huzurun geleceğine inanır. Yani tüm insanlar bir dine müntesip olurken tek beklentileri kurtuluşa ulaşmaktır. Bu kurtuluş aynı zamanda insanı huzura ulaştıracak yegâne araçtır. Bu huzur sadece bireyin o anda yaşadığı ruhi sıkıntılarla ilgili değildir. Çünkü bir de ölümden sonraki yaşam sorunu vardır. Zaten insanı sıkıntıya sokan da ölümden sonraki durum ile ilgili kafasındaki soru(n)lara yeteri cevap ve çözüm bulamayışıdır. İşte bu noktada dinler, insanı hem bu dünyada hem de ölümden sonraki dünyada kurtuluşa ulaştıracak ve huzura kavuşturacak bildirimlerle çözüm sunmaya çalışırlar. Bu açıdan bir din dünya ve ölüm ötesi ile ilgili sorunlara tatmin edici yanıt verebildiği sürece rağbet görür.'' dedi.
Kurtuluş Teolojisi/İnancı
İnsanların bir dine mensup olmalarının temel nedeninin, kurtuluş inancında yattığını ve bütün dinlerin amacının da kendi müntesiplerini kurtuluşa ulaştırmak olduğunu, bunun da insanın hem bu dünyada hem de ölümden sonra sonsuz mutluluğu ve huzuru yakalaması anlamında kullanıldığını ifade etti.
''Kurtuluş konusunda genelde dinlerin diğer dinlere yönelik üç tür tepki verdiği söylenebilir. Birincisi mutlak dışlayıcılıktır. Yani hakikat ve kurtuluşun mutlak kaynağı olarak sadece kendi dinlerini görmeleridir. Dini dışlayıcılıkta bir dinin öğretilerinin, kurtuluş inancının veya dini tecrübelerinin doğru diğerlerininkinin yanlış olduğu kabulüne dayanır. İkincisi kapsayıcılık olarak tanımlanabilecek yaklaşım türüdür. Bu düşüncede diğer dinlerin de ahlaki öğretilere bağlı kalmak şartıyla kurtulacaklarına yönelik yaklaşım türüdür. Yahudilikteki Nuh kanunlarına riayet şartı buna örnek verilebilir. Üçüncüsü ise dini çoğulculuktur. Pek fazla makbul görülmese de bütün dinlerin kurtuluşa ulaşmada eşit hak ve değerlere sahip olduğu ve kendi ahlaki öğretileri ile her din müntesibinin kurtulabileceğini savunan düşünce biçimidir. Daha ziyade doğru/salih eylemler üzerine durmaktadırlar.'' dedi.
Müslüman Bir Eyleme Sonuç Odaklı Yaklaşmaz
İnsanların çoğunlukla bir eylemi dünyevi olarak ona ne kazandırdığına bakarak tanımladığını belirten Ahmet ŞAT, elde edilen çıkara dayalı bu bakış açısının, insanın süfli duygularını merkeze almasıyla oluştuğunu, oysa sonuç odaklı bir anlayışın, İslam inancının üzerine oturtulduğu "Allah'ın rızası" anlayışı ile örtüşmediğini, çünkü ilahi rıza için yapılan bazı eylemlerin kötü sonuçları tetiklemesi ve insanı sıkıntıya sokması her zaman için mümkün olduğunu, insanın bir imtihan süreci yaşadığını ve imtihanın doğal sonucu olarak sıkıntı ve ezaların hayatın bir parçası olabildiğini, bu durumda tevekkül inancı, gelen sıkıntıların Allah'tan, yani imtihanın bir parçası olduğu ve sabredilmesi gerektiği bilincini verdiğini söyledi.
Modern dünyanın ahlak anlayışının uhrevi bir endişe duymadan bir eylemin bu dünya için ne tür faydalar doğurduğuna baktığını ve eylemleri bu zihniyet üzerinden kategorik bir ayrıma tabi tutarak değerlendirdiğini, eğer bir eylemin sonucuna bakılarak iyi ve kötü tasnifi yapılıyorsa onda mutlaka bireyi/nefsi esas alan bir anlayışın hâkim olduğunu belirtti.
Saati Yeniden Kurmak
Sözlerinin sonunda Newton'un ''koskoca bir saat olan evren bozulduğu nadir zamanlarda, Tanrı evrene müdahale eder ve saati tekrar kurar.'' Sözü üzerine konuşarak tamamlayan Ahmet ŞAT; ''Varlık tasavvurundaki sapma, muazzam bir saat gibi çalışan yeryüzünde ifsadın yaygınlaşmasına ve çarkların bozulmasına neden olur. Bütün elçiler, getirdikleri ilahi mesajla bozulan bu nizamı onarmak için insana ve tarihe müdahalede bulunmuştur. Tarihin akışına yön veren bu mesajlar, insanlığı yeniden ilahi taleplerle buluşturarak, fıtrata yönelmesine yani aslına rücu etmesine vesile olur. Teknolojik dil ile ifade edecek olursak sapmış ve tahrif olmuş inanç ve eylem dünyasına müdahale ederek (formatlayarak) onu fabrika ayarlarına (fıtrata) geri döndürür. Yaratıldığı ve hilafete talip olduğu o ilk ana… Her şeyin naif bir güzellikte ve hakikatte olduğu hale… Böylece insan, fıtratın ona sunduğu o naif hal ile hakikat üzere bir yaşamı keşfeder.
Bugün modern(!) insanın tevhitten sapmasıyla yeryüzündeki düzen/intizam yerini kaosa, ahlaksızlığa, çevre kirliliğine, toplu katliamlara, hastalıklara, israfa ve sömürüye bırakmış durumdadır. Doğadaki tüm canlıları tek bir kaynağa bağlı (ve O'nun eseri) görmeyen mantık, elbette bu nizamın tahrip olmasına da vesile olur. Newton'un ifadesiyle saat bozulmuş durumdadır. Çünkü ne insanı bu koca evrenden ne de bu evreni insandan ayrı düşünmek imkânsızdır. İnsanın tevhitten sapması demek, tabiatın üzerine inşa edildiği tevhidi düzenin de bozulması demektir.
Tekrardan bir hakikat yolculuğuna çıkarak kendimize şu soruyu soralım. Din bizden ne istemektedir? Eğer bu soruya doğru cevap verirsek, bizlerin din için ne kadar uğraştığının ya da fedakârlıkta bulunduğunun aslında o kadar önemli olmadığını; önemli olanın dinin gerçekten bizden ne istemiş olduğunu anlamış oluruz. Hakikat kaynağı olan bütün ilahi emirleri üst üste koyduğumuzda çıkan nihai sonuç; İslam özelinde tüm dinlerin kendi müntesiplerinden sadece iyi insan olmayı istediği görülmektedir. Belki bu sonuç fazlasıyla yalın bir cevap olabilir. Ama din(ler)in iyi insan nasıl olur sorusuna verdiği cevap bizleri insan ve Allah arasında tevhid ve adalet temelinde kurulmuş hukuksal ilişkiye götürecektir. Bu hukuksal ilişki, iyi insan olmanın hem zaruretini hem de bu minvalde yaşamanın ne kadar zorlu olduğunu gösteren ahlaki ödevleri bizlere tekrar hatırlatacak ve önümüze koyacaktır.
Peki dinin insandan beklentisine karşın insan dinden ne beklemektedir? Bu sorunun yanıtı hiç kuşkusuz kurtuluş umududur. Yani hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluşa ermektir. Bunun adı da "sonsuz huzurdur." İnsanın bir dine müntesip olmasının nedeni de bu huzuru yakalamaktır. Ve bunu elde etmesinin tek yolu da önce dinin insandan istediklerini yerine getirmektir. Ve insan, ancak iyi insan olmakla kurtuluşun yani sonsuz huzurun kapısından içeri girebilecektir. Aksi halde, kaotik bir ruh hali, insanın hem kendisini hem de yeryüzünü felakete götüreceği açıktır. Tıpkı bugün yaşananlar gibi… İyi olmayı beceremeyen kötü insanlar yeryüzünde hâkim güç konumundalar. Ve bu kaotik ruh hali yeryüzünde fesat çıkararak ekini ve nesli yok etmektedir. Ve yeryüzüne barış ancak, ruhları huzura kavuşmuş iyi insanların iktidarında gelecektir.'' dedi.
Seminer Soru-Cevap bölümünden sonra sona erdi.