"İslam Davetinin Rasulullah (s) Dönemi Muhalifleri ve Muhatapları" konulu seminer Asım Özdemir tarafından sunuldu. Seminerde şunlar ifade edildi:
Mekke şehir devletinin liderleri konumundaki aile temsilcilerinin İslâm’ı istedikleri yönde değişikliğe uğratma çabalarının risâlet sürecinde güçlü bir şekilde hissedilmeye başlanmasıyla, davetin muhaliflerini tanıtmak ve müminlere ne yapmaları gerektiğini bildirmek için peş peşe birçok ayet vahyolundu. Ayetlerde, İslâm davetine yönelik tüm tepkilerin temelinde ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ (Lâ İlahe İllallah) çağrısının bulunduğu bildirildi. İslâm davetinin Mekke’de karşılaştığı tepkinin özel bir durumu temsil etmediği, Mekke’de yaşananların, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ çağrısının gerçekleştiği her çağda ve toplumda açığa çıkan tevhid-şirk çatışmasının Mekke’deki tezahüründen başka bir şey değildir.
İslami Davete Muhaliflerin Kurani Adlandırmaları
İstikbar: İstikbar, Kuran’da isim ve fiil haliyle birçok defa geçen, kibir' kökünden türemiş bir terimdir. Kısaca, kişinin kendisini ‘büyük görmesi', ‘kibirlenmesi’, böbürlenmesi' anlamlarına gelmektedir. İblis’in, ilâhî emrin gereğini yapmak yerine, Beni ateşten, onu çamurdan yarattın. Ben ondan üstünüm’ (Sâd, 38:76; A’raf, 7:12) diyerek böbürlenmesi’ (Bakara, 2:34) ile istikbarının açığa çıktığı ifade edilmiştir.Büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlerden mi oldun?” dedi. (Sâd, 38:75).
İstikbarı, kişiliklerinin parçası, saltanatların gerekçesi ve hayat tarzlarının ilkesi kılan bu şahıslar, durumlarının ilâhî gerçeği ifade etmediğini, kendilerinin de ancak bir kul olduklarını ve Allaha karşı diğer insanlar gibi sorumlu olduklarını bildiren peygamberlerin karşısına muhalif kimseler olarak çıkmışlardır. ‘(Salih’in) kavminin büyüklük taslayan önderleri, hakir görülerek zayıf bırakılan müminlere dediler ki: Salih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ (Onlar): ‘Doğrusu biz onunla gönderilene inananlarız’ dediler. Büyüklük taslayanlar dediler ki: Biz sizin inandığınızı inkâr edenleriz’ (A’raf, 7:75,76)
Tâğî: Teğâ, engel ve sınır tanımamayı ifade eden bir terimdir. Tâği kişi, hiçbir şeyin kendi kişisel düşünce ve davranışlarına müdahale etmesine, sınırlamalar getirmesine razı olmaz. Böylesi bir sınırlamaya hiçbir şekilde müsaade etmez. Allah’ın hükümlerini dikkate almayıp, sadece kendisini, kendi arzu ve isteklerini dikkate alır ve böylelikle azar. Tezahürleri ise kibir, nankörlük, asilik, bencillik (Müddessir, 74:44), gurur (Kıyâmet, 75:31-33), şüphecilik (Kaf, 50:25), cimrilik (Leyi, 92:8), yetime, düşküne, ihtiyacı olana yardım etmeme (Fecr 89:17; Mâ’ûn, 107:2,7), aşırı mal sevgisi (Fecr, 89:20), hayra engel olma, saldırganlık, kabalık, itaatsizlik, günahkârlık, minnet etmeme, kabadayılık (Kalem, 68:13) gibi özelliklerdir.
Tuğyan: Tuğyan, birey veya toplum esas alınarak ifade edildiğinde hak ve hukuk tanımamak, sınırı aşmak halini ifade eder. Kur’an’da tuğyana kalkışanların halleri ve özellikleri, risâletin ilk günlerinden itibaren ayrıntılı olarak bildirilmiştir. Onlar, kendilerinin çok güçlü olduğunu zannederler. Kanaatlerince kendilerini alt edecek hiç kimse yoktur (Enfâl, 8:48). Zenginliklerine güvenirler (Yunus, 10:88). Kendi üstünlükleri konusunda hiçbir şüpheleri yoktur (Mü’minûn, 23:47). Kuvvetlerine güvenirler (Fussilet, 41:15). Bu nedenlerden dolayı şımarıp, böbürlenirler (Mümin, 40:75)…
Tağut: Tevhid-şirk karşıtlığının ve mücadelesinin kilit kavramlarından birisidir. Tağut, Allah’ın mülkü olan insanın, üstelik Allah’ın mülkünde yer alarak Allah’ın emir ve yasaklarına itiraz etme, karşı koyma azgınlığının en üst aşamadaki durumunu ifade etmektedir. Kelime-i tevhidde önce bütün sahte ilâhlar reddedilir, bunların hepsinin otoritesinin kabul edilmediği, hiçbirisine boyun eğilmeyeceği ilan edilir: (lâ ilâhe). Sonra da gerçek ve yegâne ilâh olarak Allah tasdik edilir; sadece Allah’a boyun eğileceği, sadece O’nun emir ve yasaklarına göre hayat tarzının düzenleneceği kabul ve ilan edilir: (illallah
Tağut, Türkçeye çoğu zaman put’ veya ‘şeytan’ olarak tercüme ediliyorsa da, bu oldukça eksik bir manâdır.“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar, tağut'un önünde muhakeme olmayı istemektedirler… (Nisa,4:60).
Teref (Mütref): Mal ve servet çokluğu nedeniyle şımarmayı ifade etmektedir. Bu öylesine bir şımarıklıktır ki artar, büyür ve kişiyi kısa zamanda kontrolüne alıp, onu diğer insanlara tepeden bakan, Rabb’i olan Allah’ı unutmuş birisi haline dönüştürür. ‘Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi önde gelenlerine (mütrefine) emrederiz. Böylelikle onlar da o yerde bozgunculuk çıkarırlar. Artık o (toplum)un üzerine (azab/yıkılış sözü) hak olur da onu kökünden darmadağın ederiz’ (İsra, 17:16).
Bağy: Bağy, Mekke’nin müşrik eşrafının İslâm’a, Resülullah'a, müminlere yönelik tecavüzlerini, baskı ve zulümlerini tanımlamak, böylelikle onların kimliklerini gözler önüne sermek için risâletin ilk günlerinden itibaren vahyolunan birçok ayette sıklıkla geçen bir kavramdır. Bir türlü doyuma ulaşmayan, hep daha fazlasını isteyenlerin, hile ve tuzaklarıyla kendilerini masum gösterme gayretinde bulunmalarına rağmen, esas itibanyla kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen ve kendilerinin dışındaki insanların haklarını gasbetme konusunda istekli ve mahir oldukları gözler önüne serilmiştir: ‘Bu benim kardeşim, onun 99 koyunu, benim de bir koyunum var. Buna rağmen ‘Onu da bana ver’ dedi ve konuşmasıyla beni yendi, onunla baş edemedim ve sana hükmünü sormaya geldik' (Sâd, 38:23
Müstekbir: Kişinin kendisini büyük görmesine istikbar, bu büyüklüğünü diğer insanlarla olan ilişkilerinde ortaya koymasına ise müstekbir denilir. “Ad (kavmi) yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve ‘Bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler. Onları yaratan Allah’ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Bizim ayetlerimizi de kasten inkâr ediyorlardı” (Fussilet, 41:15).Müstekbir olan kimseler, gerek Hz. Muhammed’in ve gerekse önceki peygamberlerin davet süreçlerinde hep davetin en önemli engeli ve düşmanı olarak ortaya çıkmışlardır. ‘Onlara şu iki adamı misal olarak anlat: İkisinden birine iki üzüm bağı vermiş, onların etrafını hunnalarla çevirmiş, içlerinde de ekin bitirmiştik. Her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiçbir şeyi eksik etmemişti. Aralarından birde ırmak akıtmıştık. O adamlardan birisinin başka geliri de vardı. Arkadaşıyla konuşurken ona: ‘Ben malca senden zenginim, adamca da senden güçlüyüm’ dedi. Böylece kendisine yazık etti. Bağa girerek ‘Bunun hiç yok olacağını sanmam’ dedi. ‘Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabb’ime döndürülsem bile (orada) bundan daha güzel bir sonuç bulurum’ (Kehf, 18:32-36).
İstiz’af: İnsanları aşağıladıktan sonra ezme ve hor görme suçunun Kur’andaki karşılığı 'istiz’af tır. İstiz’af, ‘za’f kökünden türemiş bir terim olup. Za’f, beden, ruh ve toplumsal konum itibarıyla zayıflığı ifade etmektedir. Kendilerini gerek bedenen, gerek ruhen ve gerekse toplumsal konum (statü) itibarıyla güçsüz hisseden kişi ve kişiler za’f sahibi olan kimselerdir. Bunlar müstekbirler tarafından ezilirler, sömürülürler, horlanırlar. İstiz’afın gerçekleşebilmesi için önce istiz’af edilecek kişilerin za’fa uğratılması gerekmektedir. Müstekbirler, istiz’afı sadece kitlelere veya bir kesim insanlara değil, peygamberlere karşı gerçekleştirmekten de geri kalmamışlardır. ‘O yolunu şaşırmış kimseler bizim sana vahyettiğimizden başka birşey ortaya atasın diye seni ayartarak, seni vahyettiğimiz gerçeklerden uzaklaştırmaya çalışmaktalar. Öyle ki, eğer bunu başarabilselerdi seni kendilerine dost edinirlerdi. Eğer senin imanına sebat vermemiş olsaydık, belki de az kalsın onlara biraz olsun eğilim gösterecektin. Eğer bunu yapsaydın, hayatın acısını da iki kat olarak tattıracaktık sana, ölümün acısını da; sonra kendin için bize karşı hiçbir yardımcı bulamayacaktın’ (İsra, 17:73-75).
Davetin Muhatapları ve Bazı Özellikleri; Kur’an’ın açıklamaları ışığında olmak üzere, hududullahın esas olmadığı ve hududullaha rağmen birilerinin başka hudutlar tayin ettiği toplumda iki ayrı kesimin varlığından bahsedilebilir. İki kesimden birisini sayıca az olmalarına rağmen toplumsal egemenliği ellerinde bulunduranlar oluştururken, ikinci kesimi ise nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil eden halk oluşturur. Müstez’afların güçsüzlüğü her açıdandır; fiziki açıdan güçsüzdürler, müstekbirlerin oyunlarını fark etseler bile onlara engel olamazlar. Bilgi açısından güçsüzdürler, bilgileri yoktur; mevcut olanları da kullanmasını bilmezler. Müstezaflarla ilgili ayrımı üç ayrı grupta şekillenmektedir:
1- Fetret Dönemlerinin Müstez’aflar; İlâhî bilginin ve dolayısıyla İslâmî yaşantının büyük oranda tahrifata uğradığı dönemlerde yaşayan ve müstekbirlerin istiz’aflarına muhatap olan kitlelerdir. Ancak bunlar sürekli hakikat bilgisinden uzak kalmazlar. Allah, bu kimselere hakikat bilgisini bir peygamberi veya peygamberinin/hakikat bilgisinin bir varisi ile tekrar bildirir ve buna uymalarını ister.
2- Müstekbirlerin Yandaşı Müstez’aflar ; İstiz’afa uğratılmalarını içlerine sindirmiş olanlardır. Bunlar kişilikleriyle yozlaşıp, kimlik ve kişiliklerini büyük oranda kaybetmiş, fıtraten bozulmuş kimselerdir. Kendilerine yönelik her türlü aşağılayıcı, saptırıcı, zorlayıcı, sömürücü, zulmedici tutum ve tavırlan bir ‘kader’ veya hayatın 'doğal gerekleri' olarak kabul ederler ‘Kafir olanlar dediler ki: ‘Biz hiçbir zaman bu Kur’an’a ve bundan önce gelen kitaplara inanmayacağız’- Sen o zalimleri Rabb’lerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerine söz atarlarken bir görsen! Zayıf sayılanlar (Müstez’aflar), büyüklük taslayanlara (müstekbirlere) derler ki: ‘Siz olmasaydınız, biz inanan insanlar olurduk’. Büyüklük taslayanlar zayıf sayılanlara derler ki: ‘Size hidayet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik. Bilakis siz suç işliyordunuz’- Zayıf sayılanlar da büyüklük taslayanlara derler ki: 'Hayır! Gece gündüz (işiniz-gücünüz) tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima Allah’ı inkâr etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz’. (Onlar) artık azabı gördüklerinde, için için yanarlar; biz de o inkâr edenlerin boyunlarına demir halkaları takarız: Onlar ancak yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalandırılırlar’ (Sebe, 34:31-33).
3- Çaresiz Müstezaflar; Müstekbirlerin istiz’aflarına muhatap olan, ancak özellikle bedenen zayıf kılındıkları için yapacak bir şeyleri, karşı koyacak bir güçleri bulunmayan, istiz’afa boyun eğmek zorunda kalan kişilerdir. ‘Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir dost gönder, bize katından bir yardım eden yolla' diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa, 4:75
Kur’an’ın Müstez’aflara Çağrısı; ‘(Biz ise istiyorduk ki) o yerde onları (Müstez’afları) hakim kılalım. Firavun ile Haman ve ordularına, onlardan çekinmekte oldukları şeyi gösterelim’ (Kasas, 28:6). Öncelikle müstekbirlerin saltanatlarını yıkmak, zulmü sona erdirmek için Müstez’aflar yüreklendirilip cesaretlendirilmekteydi. Bu ise müstekbirler her ne kadar kendilerini güçlü, büyük, yenilmez, baş edilemez görüyorlarsa da esasen Müstez’aflardan çekindikleri bildirilerek yapılıyordu. O halde Müstez’afların, müstekbirlerden korkmasını gerektirecek bir durum söz konusu değildi. Mekke eşrafı, Resûlullah’tan ilâhî hakikatleri ilk duyduklarında korku ve öfke içerisinde: ‘Biz senin yoluna uyarsak yurdumuzdan atılırız’(Kasas, 28:57) dediler. Bu gerekçeyi uzun bir süre de sıklıkla dile getirdiler. Eşrafın bu korkusunu ilk defa Ebû Leheb dile getirmişti. Ebû Leheb, Resûlullah’ın bir yemek daveti sırasında aralarında kendisinin de bulunduğu akrabalarına İslâm’ı anlatması üzerine, bizzat yeğenin yüzüne: 'Sen kavminin başına büyük bir bela açıyorsun. Bu nedenle Arap kabileleri bütün güçleriyle üzerimize çullanmadan bizler ellerimizi çabuk tutup seni hapsetmeliyiz demişti. O, bu sözleriyle tüm Mekke toplumunu ilgilendiren bir endişeyi dile getirmesinin yanı sıra, Haşim oğullarını da uyarıyor ve bir an önce İslâm davetini engellemeleri gerektiği yönünde hatırlatma da bulunuyordu.Kâbe ve putlar nedeniyle düzenlenen hac töreninin Mekke ekonomisine katkısı ne kadar büyük olursa olsun, Mekkeliler bununla yetinmeyip ek gelir kaynakları da oluşturmuşlardı. Onlar Medine ve Taif gibi tarım veya hayvancılık yapılabilecek bir coğrafyada yaşamıyorlardı. Bu durumda ek gelir için, o günün şartlarında yapabilecekleri en önemli şey ticaretti. Mekkelilerin büyük kısmı tüccardı. Ticarî faaliyeti seçmelerinde, Mekkeli olmalarının etkisi büyüktü. Mekkeliler Kâbe’nin ve putlarının bakıcısı, muhafızı olmalarının sağladığı imtiyazlar nedeniyle herhangi bir zarara uğramadan, tüm yarımada da ve hatta Bizans, Fars ve Habeşistan’da ticarî faaliyetlerde bulunabiliyorlardı. Putların da hizmetçisi olmaları nedeniyle Mekkelilere karşı saygı duyuyorlardı. İslâm davetinin başlandığı yıllarda, Mekke’nin en zenginleri, ticarî faaliyetlerini aralıksız devam ettiren ve zenginlikleri vasıtasıyla Mekke’nin idaresinde söz sahibi olan şahsiyetlerdi. Bunlardan Ebû Süfyan mallarını muhafaza edebilmek için Suriye’de birçok depo satın alacak veya inşa ettirecek kadar ticarî faaliyetlerini büyütmüştü. Amr b. Âs, daha çok Mısır ticaretinde önemli bir yer edinmiş ve Mısır’a sürekli ticaret kervanları gönderiyordu. Velid bin Muğire ve Abdullah b. Cüd’ân ise ticarî faaliyetleri sonucunda çok büyük servetlere sahip olmuşlardı. Velid ve Abdullah, daha sonraki yıllarda ticaretle bizzat ilgilenmeyi terk edip, bu işi adamları aracılığıyla yürütmeye başlamışlardı. Ancak Resûlullah’ın İslâm davetine haşlaması, Mekkeliler için, yüzyıllardır sahip oldukları bu ekonomik menfaatlerin yok olması anlamına geliyordu. İslâm’ın ilanı ve dolayısıyla putların reddedilmesi, Arapların Mekke’ye gelişlerinin en önemli nedenini yok etmek demekti.
Kitlesel Davetin ilk Günleri;(Eğer Allah’a, kendilerine verdiği diğer nimetlerden dolayı kulluk etmiyorlarsa, hiç değilse) Kureyş’in (güvenini sağlayıp) onları bir araya getirip anlaştırdığı, yaz ve kış yolculuğuna (kışın Yemen’e, yazın Şam’a) alıştırdığı için bu evin (Kabe’nin) Rabb’ine kulluk etsinler. O (Rabb) ki, onları yedirip açlıktan kurtardı ve onları korkudan güvene kavuşturdu. (Kureyş sûresi, 106:1-4) Mekke ileri gelenleri öfkelenseler ve her geçen gün kinle biraz daha dolsalar bile, risâletin ilk yıllarında Resûlullah’a karşı sert tutum ve tavra veya davetini engelleyici fiilî tepkiye sahip olmadılar. Çünkü, Resûlullah’ın saygıyla andıkları Abdülmuttalib’in torunu olduğunu bir an için unutsalar dahi, Haşimoğullarını dikkate almazlık edemediler. Her ne kadar Ebû Leheb kendi saflarında yer alıyorsa da, Resûlullah’a karşı girişecekleri olumsuz bir tavır veya hareketin Mekke’nin en güçlü soylarından Haşim oğullarının tepkisini çekeceğini biliyor ve öfkelerini, kinlerini bastırmaya çalışıyorlardı. Fakat Safâ tepesinde gerçekleşen olay üzerine Haşim oğullarının o zamanki en yaşlı ferdi ve dolayısıyla lideri olan Ebû Talib’le görüşmeye karar verdiler. Ebû Talib’le görüşen heyet, sıkıntı ve isteklerini kısa ve kesin ifadelerle dile getirdi. Yeğenine engel olmalısın Çünkü o ilâhlarımızı aşağılıyor, dinimizi eleştiriyor, dinimiz nedeniyle bizleri akılsız olmakla suçluyor, atalarımızın doğru yolda olmadıklarını söylüyor. Şimdi sen ya yeğenine engel olursun ya da aradan çekilir onunla bizi baş başa bırakırsın. Biz de O’nun hakkından geliriz’ dediler. Ebû Talib, onların sert sözleri ve teklifleri karşısında olumlu veya olumsuz bir şey demedi. Heyetteki kişilere güler yüzlü, tatlı dilli bir şekilde ev sahipliği yaptı.Fakat, söz konusu girişimlerinin Resûlullah’ın durumunda hiçbir değişikliğe neden olmadığını gördüler. Hatta Resûlullah’ın yeni vahyolunan ayetler nedeniyle İslâm davetinde daha da aktifleştiğine şahit oldular. Rasulüllah, gece gündüz demeden, gizli, açık her şekilde insanları Allah’a imana davete devam ediyordu. O’nu, bu işinden hiç kimse alıkoyamıyor ve geri çeviremiyordu. İnsanların meclislerine, toplantı ve merasim yerlerine, alış-veriş yerlerine, hac duraklarına uğruyor, karşılaştığı, hür, köle, zayıf, güçlü, zengin, yoksul herkesi imana davet ediyordu.Mekkeliler, bir zamanlar tevhid dininin sembolü ve merkezi olan ve şimdi put- haneye dönüşmüş bulunan Kâbe nedeniyle önemli menfaatler elde ediyorlardı Mekke halkı, Kâbenin hizmetkarı sıfatıyla, diğer insanların gözünde önemli bir konuma sahipti. Kâbe’nin hizmet ve korunmasını üstlenmeleri nedeniyle özellikle ticarî faaliyetlerde açığa çıkan birçok imtiyazlar elde etmişlerdi. Fil süresi, Mekke müşriklerine bizzat tanık oldukları bu olayı hatırlatarak, öncelikle kendilerinin İslâm’ı kabul etmeleri gerektiğini bildiriyordu. Kureyş süresi ise Mekkelilere özellikle Kâbe nedeniyle verilen -bizim Fil suresi dahilinde kısaca açıkladığımız imkân ve imtiyazlar hatırlatılıyordu.Resulullah’ın İslâm’ı tebliğinin ilk muhatapları olan Mekke’deki müşriklerin ve özellikle de ileri gelenlerin, İslâm’ı kabul etmek gibi bir niyetleri yoktu. Onlar kendilerine tebliğ ve beyan olunan hakikati her fırsatta reddettiler. Bu ve diğer ayetler İslâm’a düşmanlıklarını artırmalarına ve tepkilerini ağırlaştırmalarına neden oldu.
Derin ve Kapsamlı Bir Ayrışma; Mekke’de yeni bir inanç sistemi ve hayat tarzı vücut buluyordu. Söz konusu inanç sisteminin kaynağı vahiydi. Resulullah tarafından tebliğ ve beyan olunuyordu. İslâm ismine sahipti. Resulullah’ın ve O’na güvenip davetini kabul etmiş müminlerin şahsında inşa oluyordu. İslâm’ın son peygamberin şahsında insanlığa sunuluşu Müddessir sûresinin ilk ayetleriyle başlamıştı. Her vahyolunan ayet ile bir inanç sistemi, bir hayat tarzı olarak aşama aşama inşa olup, tamamlanıyordu. Vahiy Mekke toplumundan hareketle ve Hz. Muhammed ile tüm insanlığa sunuluyordu ama insanlığın ilk ve asli diniydi. Din ve Gelenek;Onlara: ‘Allah ne indirdiyse, ona uyun’ denildi mi, 'Hayır! Biz atalarımızı neye uymuş bulduysak ona uyarız’ derler. Ya şeytan onları yakıcı ateşin azabına çağırmışsa, yine de atalarına mı uyacaklar? Kim bütün benliğiyle Allah’a teslim olur, iyilik ve güzelliği de huy edinirse, o gerçekten en sağlam kulpa yapışmış demektir. İşlerin sonu Allah’a varıp dayanır. (Lokman sûresi, 31:21,22) Mekke’de tekrar vücut bulan insanlığın ilk ve asli dini olan İslâm’ın, hakikati temsil ediyor olmanın verdiği özgüvenle kendisine ve diğer dinlere ilişkin bu radikal ve cesur değerlendirmelerine karşılık, şirk dini ve mensupları için durum çok daha başkaydı. Müşrikler, şirke dayanan inançlarının ve hayat tarzlarının ilme uzak oluşu, zan tarafında yer alışı nedeniyle, İslâm’ın veya kendi dinlerinin temelini teşkil eden bilgiyi gündeme getirmemeye büyük özen gösterdiler. Resûlullah’a(s) gelen vahye dönük iddiaları; ayetler, eskilerin masallarıdır, onları başkasına yazdırıyor, sabah akşam kendisine okunup duruyor!’ (Furkan, 25:4,5)’ Biz atalarımızı belli bir inanç üzerinde bulduk ve ancak onların izinden giderek doğru yolu buluyoruz’ (Zuhruf, 43:22) idi.Onlar inanç ve hayat tarzlarının temeli ve hatta daha da önemlisi doğruluk delili olarak hep geleneğe sığınmışlardı. Kur’an bunu şöyle açıkladı: 'Ey Muhammed! Senden önce hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, oranın hali vakti yerinde olan eşrafı şöyle dedi: ‘Doğrusu biz babalarımızı bir hâl ve inanç üzerinde bulduk ve biz de onların izinden gideriz’. Peygamberleri onlara dedi ki: Ben size, babalarınızdan kalma dininizden daha doğrusunu getirecek olsam da, yine babalarınızın yolunu mu tutarsınız?' Onlar da: ‘Biz senin getirdiğin şeyleri tanımıyoruz’ dediler’ (Zuhruf, 43:23,24). Kur’an’ın tanıklığıyla öğreniyoruz ki müşrikler, inanç ve hayat tarzının dayanağı olması gereken bilgiyi geleneklerinde bulmuşlar ve geleneği ilim olarak kabul etmişlerdi. Onlara göre ilim gelenekti; geleneğin dışında veya ona aykırı bir bilgi hiçbir şekilde ilim niteliği kazanamazdı.Mekke müşrikleri için de inanç ve hayat tarzının ölçüsü, ahlâkî erdemlerin kaynağı birey değil, toplumdu. Toplumsal tecrübeydi; gelenekti.Kaynağı ne olursa olsun, geleneği hesaba katmayan veya gelenekle çatışan şeylerin bir kıymeti yoktu. Bu tür şeyler doğruluk vasfı kazanamazdı. ‘Siz Allah’ı bırakıp, sadece sizin ve atalarınızın taptığı birtakım boş isimlere tapıyorsunuz. Halbuki Allah onların haklılığı hakkında hiçbir belge ve delil indirmemiştir. Neyin eğri, neyin doğru olduğu konusunda hüküm yalnızca Allah’a aittir. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi buyuruyor. İşte dosdoğru olan tek din budur. Ama insanların çoğu bilmezler’ (Yusuf, 12:40).Kur’an, geleneği değil, geleneği bilinçsiz bir yaklaşımla taklit eden sığ gelenekçi zihniyeti eleştiriyor ve reddediyordu. Kur’an’ın tepkisi, kör taklitçi zihniyetin temsil ettiği gelenekçiliğeydi. Bu nedenle de zihinleri harekete geçirmek için soruyordu: ‘Onlara: ‘Allah ne indirdiyse, ona uyun’ denildi mi, ‘Hayır’ derler. ‘Biz atalarımızı neye uymuş bulduysak ona uyarız-’ Ya şeytan onlan yakıcı ateşin azabına çağırmışsa, yine de atalarına mı uyacaklar?’ (Lokman, 31:21). ‘Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Resûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol/gelenek) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?
Putçu Zihniyet ve Putları; Ey insanlar! Size bir misal verildi. Şimdi onu dinleyin; Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız (ibadet ettikleriniz) -hepsi bu gayeyle bir araya gelmiş dahi olsalar- bir sineği bile yaratamazlar. Hatta, eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. (Hac sûresi, 22:73) Mekke toplumu, zamanın diğer toplumları gibi, putperest bir toplumdu. Putperestlikleri oldukça köklü bir geleneğe dayanıyordu. Putperestlik toplumun genel karakteri haline gelmişti. Hz. İbrahim ile insanlara sunulan tevhid dininin zamanla tahrif olmasıyla açığa çıkan putçuluk ve putçuluğun gerektirdiği ölçüler bireysel ve toplumsal hayatın her alanını kuşatmıştı. İlk olarak bazı bireysel girişimlerle başlayan putperestlik, zamanla tüm toplumu sarmış ve bu süreçte putların sayısı da tapanlarının eğilimlerine, özelliklerine göre değişip, çoğalmıştı.Kur’an’ın konuya yaklaşımı, konuyla ilgili hakikati bildirerek yanlışlığı gösterme yöntemi son derece önemli ve anlamlıdır: ‘Siz kendi ellerinizle yonttuklarınıza mı tapıyorsunuz? Oysa sizi de, sizin yonttuklarınızı da yaratan Allah’tır’ (Saffat, 31:95,96). ‘İbrahim onlara dedi ki: ‘Siz Allah’ı bırakıp, dünya hayatında birbirinizin duygularını okşayarak, aranızdaki uzlaşmanın, dostlukların kaybolmaması ve birbirinize dostluğunuzun devamı için bazı kimseleri ve putları ilâhlar edindiniz. Daha sonra kıyamet gününde, birbirinizi tanımaz hale gelecek ve her biriniz diğerine lanet okuyacak, varıp barınacağınız cehenneme düşeceksiniz ve sizin içiıı orada yardımcılardan bir kimse de bulunmayacak” (Ankebut, 29:25),
Kur’an’ın Putperestliği Değerlendirişi; Kur’an, İslâm davetinin ilk yıllarında dikkatleri, şirkin ahlâk ve kişiliklerde neden olduğu yanlış ve kusurlara çekmiştir. Bireysel ve toplumsal hayatta neden olduğu çarpıklıkları gözler önüne sermiştir.Kitlesel davet dönemine geçişten sonra, risâletin 3. yılını takip eden dönemde putlardan bahseden ayetler vahyolunmaya başlamıştır. 'Peki bunlar hiçbir şey yaratmayan, tersine kendileri yaratılmış bulunan varlıklara mı, Allah’la beraber ilâhlık yakıştırıyorlar? Ne onlara, ne de kendi kendilerine bir yardımda bulunamayacak olan varlıklara mı? Yol göstermeleri için yalvarsanız, size cevap verecek durumda olmayan varlıklara mı? Onlara ister dua edin, ister karşılarında susun, sizin için fark eden bir şey olmaz. Allah’tan başka yalvarıp yakardığınız şeylerin hepsi hiç şüphe yok ki, tıpkı sizler gibi yaratılmışvarlıklardır..Doğrusu benim koruyucum ve yardımcım bu kitabı indiren Allah’tır. Çünkü O’dur, dürüst ve erdemli olanların koruyucusu ve yardımcısı. Sizin O’ndan başka yalvarıp yakardıklarınız, ne size ne de kendilerine yardım edebilirler. Onları hidayete çağırsanız işitmezler. Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa onlar görmezler’ (A’raf, 7:191-198). ‘İleri gelenlerinden bir kısmı fırlayıp: ‘Pes etmeyin, yürüyün gidin, ilâhlarınıza sımsıkı sarılmaya devam edin, yapılacak tek şey budur!’ dediler (Sâd, 38:6).
İslâm Daveti ve İtirazlar Organize Tepkiler; Düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası nasıl da ölçtü, biçti. Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra da arkasını döndü, büyüklük tasladı; 'Bu bir yerlerden öğrenilmiş sihirden başka bir şey değil: Bu sadece bir insan sözü’ dedi. (Müddessir sûresi, 74:18-25) Mekke’nin müşrik eşrafı, Resûlullah’ın liderliğinde başlayan İslâm davetine veya Resûlullah’ın bizzat şahsına değişik gerekçelerle tepkide bulundular. Bu gerekçelerine bağlı olmak üzere İslâm davetini yok edebilmenin planlarını düşünüp, bu planlar dahilinde gerekli girişimlerde bulundular. Resûlullah’a karşı çıkan Ebû Leheb açıkça : ‘Şunu bil ki, senin kavmin, seni tüm Araplara karşı koruyacak güçte değildir. Sen kavminin başına büyük bir belâ açıyorsun. Bu nedenle Arap kabileleri bütün güçleriyle üzerimize çullanmadan, bizler ellerimizi çabuk tutup seni hapsetmemiz gerekir. Bu, seni tüm Araplara karşı korumaktan daha kolaydır.’diyordu. Mekke ileri gelenleri, tez elden bir çare bulmalıydılar. Zira, hac mevsimi iyice yaklaşmıştı. Mekke şehir meclisi konumundaki Dâru’n-Nedve’de olağanüstü gündemle bir toplantı tertip edilmesine karar verdiler. Toplantının başkanlığını, eşrafın en yaşlılarından ve Mekke şehir devletinin en nüfuzlu şahsiyetlerinden Velid b. Muğire problemin ne olduğunu açıkladı: ‘Ey Kureyşliler! Hac mevsimi iyice yaklaştı. Kısa bir süre sonra Araplar gruplar halinde Mekke’ye gelecekler. Gelince de Muhammed’in ve arkadaşlarının davasından haberdar olacaklar. Bu konuda bizlere bazı şeyler soracaklar. Gelin şimdi bu konuda bir karara varıp, görüş birliğine ulaşalım. Böylelikle hepimizin cevabı aynı olur. Bu ise inandırıcılığımızı artırır’. Toplantıya katılanlar, konu ile ilgili olmak üzere Velid b. Muğire’nin görüşünün ne olduğunu sordular; ‘Ey Abdüşems’in babası! Önce sen fikrini söyle. Bu konuda görüşünle bize yol göster’ dediler. Velid b. Muğire, konuyla ilgili bir kararının bulunmadığını, bu nedenle herkesin fikrini açıklamasının uygun olacağını bildirdi: ‘Hayır! düşüncelerinizi önce siz söyleyin. Ben sizi dinleyeceğim’ dedi. Bir kişi ‘Kâhin’ fikrini ileri sürdü: Muhammed hakkında, O bir kâhindir, deriz' dedi. Velid b. Muğire çok fazla düşünmeden bu fikri uygun bulmadığını söyledi: ‘Vallahi o kâhin değil. Biz kâhinlerin nasıl kişiler olduklarını çok iyi bilen kişileriz. O’nun hareketlerinde ne kâhin hali ve ne de sözlerinde bir kâhin ifadesi var: ‘O bir mecnundur, delidir deriz' diyen oldu. Velid b. Muğire bunu da inandırıcı bulmadı; ‘Mecnunluğun, deliliğin ne olduğunu çok iyi bilen kişileriz. Yine çok iyi biliyoruz ki, Muhammed’de mecnunluk, delilik hâli yok. Çünkü O’nda ne nefes darlığı, ne çırpınma, titreme ve ne de evhamlanma var’ dedi. Bunun üzerine ‘O bir şairdir, deriz’ diyen oldu. Ancak Velid b. Muğire bunu da uygun bulmadı. Bu görüşün de inandırıcılıktan uzak olduğunu söyledi: ‘O’nun bir şair olmadığını biliyoruz,‘O bir sihirbaz da değil. Biz sihirbazları ve yaptıktan sihirleri çok görmüş kişileriz, Velid b. Muğire’nin itirazları karşısında tutarlı, inandırıcı bir şey bulamamanın sıkıntısı ve çaresizliğiyle sordular: ‘Ey Abdulşems’in babası! Peki ne diyeceğiz, Velid b. Muğire durdu, düşündü ve sonra görüşünü açıkladı: ‘Siz bu söylediklerinizin hangisini söylerseniz söyleyin, yalan söylediğiniz açığa çıkar. Bunların asılsız olduğu hemen anlaşılır. Bence Muhammed hakkında söylenebilecek en uygun şey, onun bir sihirbaz olduğudur. Çünkü O’nun sözlerinde bir sihir etkisi var. İnsanları çabuk etkiliyor. O’na inananlar ana- babasıyla, kardeşiyle, karısıyla ve kabilesiyle bağlarını koparıyor.' Velid b. Muğire’nin bu görüşü kabul gördü.Mekke’ye gelen her yabancıya; ‘Muhammed bir sihirbazdır. Sözleri ile insanları etkiliyor. O’nun sözlerinden etkilenenler kavmine, ailesine, eşine, çocuğuna düşman oluyor. Bu nedenle sakın O’nu dinlemeyin’ demeye başladılar. Bu İslâm daveti açısından son derece önemli bir problemdi. Mekke eşrafının bu propagandası İslâm’ı çarpıtma amacı taşıyordu. Vahyolunan bir grup ayetle, başta müminler olmak üzere diğer insanların, Dâru’n-Nedve’deki toplantıdan ve bu toplantı da alınan kararın mahiyetinden haberdar olmaları sağlandı. Müşrik liderlerin oyunu deşifre edildi. Fakat bununla da kalınmadı, ayrıca, toplantının başkanı olan Velid b. Muğire’nin özellikleri açıklanarak, yürüttüğü yalan kampanyasının etkisi tersine çevrildi. Söz konusu ayetler şöyledir:’Tek olarak yarattığım o kimseyi bana bırak. Ona bol servet verdim, hem de gözü önünde duran oğullar verdim. Ona daha nice başka büyük imkânlar sağladım. Üstelik bütün bunlara rağmen o, hâlâ kendisine verilenlerin daha da artırılmasını istiyor.Hayır bu arzusu olmayacak, çünkü o bizim ayetlerimize karşı inatçı kesildi. Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım. Zira o düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası nasıl da ölçtü, biçti. Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra da arkasını döndü, büyüklük tasladı; ‘Bu bir yerlerden öğrenilmiş sihirden başka bir şey değil. Bu sadece bir insan sözü’ dedi. Onu Sekar’a sokacağım. Bilir misin sen, Sekar nedir? Sekar ne geriye bir şey kor, ne de bırakır. Durmadan derileri kavurur. O cehennem üzerinde on dokuz vardır.’ (Müddessir, 74:11-30) Ayetlerle bütün hileleri ve kişiliksizlikleri gözler önüne serilen Mekke ileri gelenleri şaşkına döndüler. Fakat o aşağılık durumdan kurtulmanın yolunu da, her zaman yaptıkları gibi, hakikati çarpıtmak biçiminde buldular. Onların bu yoğun ve yalan propagandası karşısında, normal şartlar da Resûlullah’ı tanımayan ve İslâm’dan haberdar olmayanlar, Resûlullah’ı tanıdılar ve İslâm’dan haberdar oldular.O, dürüstlüğün, doğruluğun, doğru sözlüğün, sözüne sadık kalmanın, hakkı ve adaleti gözetmenin ulaşılamaz yüksek erdemler olarak algılandığı ve bu nedenle söz konusu erdemlere aykırı durumların yaygınlık kazandığı bir toplumda, bu erdemlerin canlı bir tanığı ve temsilcisi olmayı başarmış bir şahsiyetti. Risâlet döneminin müminleri ve özellikle de risâletin Mekke yıllarında İslâm davetini kabul eden müminler için şirkten tevhide geçiş, herhangi bir inanç veya hayat tarzından, başka herhangi birisine geçiş türü bir değişim değildi. Gerçekleşen değişim, Allah’a kullar olabilme yönünde kulluğun kavrandığı, teslimiyete ve şahidliğe dayalı, mensuplarının hayatlarını yalnızca Allah’ın boyasıyla boyadıkları hayatların inşa olduğu bir değişimdi.