İbrahim Kurtuluş ve Berat Şerbetçi'nin sunumunu yaptıkları seminerde şunlar ifade edildi:
İbrahim Kurtuluş:
'Vahdet konusu konuşulurken coğrafyamız özelinde Müslümanlar günümüze gelene kadar vahdet ile ilgili ne çeşit tartışmalar yaşamış, bu tartışmaların temel sebebi nedir?
200-300 yıllık bir mazide Batı'nın emperyalist saldırılarıyla, her alanda yürüttüğü dezenformasyon çalışmalarıyla muhatap olan ümmetimiz için vahdet tartışması yeni bir mesele değildir.
Nasıl kurtuluruz, bu derdin çıkışı, devası nedir sorusuna cevap olarak vahdeti gösteren İslami çevreler bugün gündem edeceğimiz tartışma konusunun temel bakiyesini paylaşmaktadır.
Ümmetin kurtulmayı gerektirecek bir çöküntü içerisinde olduğu gerçeğini Müslüman coğrafyalara da yanan zülüm ateşi bizlere ayan beyan göstermektedir.
Bugün Suriye, Mısır, Filistin, Doğu Türkistan, Myanmar'da en son darbe girişimine maruz kalan Sudan'da Müslümanların emperyalist çıkarlar uğruna zulme uğraması, dağılmışlığımızın en net göstergesidir.
Asırlar boyu farklı devletler aracılığı ile dünyaya hükmetmiş, ilmi-Kültürel teknik birçok alanda günümüze gelen çalışmaların temelini atmış İslam medeniyetinin varisleri bugün niçin acziyet içerisinde. Acziyetin temelinde kitaptan uzaklaşma, dini ruhbanlaştırma dinin hayata müdahale eden ameli boyutunu ıskalama gibi temelde dini gerekçeler yatıyor.
Bu durum İslami temel değerlerimiz noktasında ihtilafa düşmüş olmamızdan kaynaklanıyor. Aramızdaki ihtilaf eşyanın tabiatındandır. İnsanların kültürü, örfü, âdeti, zevkleri, iklimi, dili, rengi, kavmi, yetenekleri, becerileri, eğilimi, zeka kapasitesi ve bunu işletme cehdi, idrakı, bilgi-bilinç düzeyi, yaşamak zorunda olduğu sosyal çevre, kısaca bütün bir hayat serüveni farklılıklar arz etmektedir.
Esasen ihtilaflar dinin asıllarında hudutlarında olmadığı sürece ihtilaflarda hiçbir sakınca bulundurmadığı gibi, belirli bir ahlak ve usul çerçevesinde dillendirildiğinde Müslümanların zihinsel alt yapılarına zenginlik katacak değerlerdir. Değişen şartlar gereği kat'i olmayan her hüküm ya da yöneliş içtihada açıktır. İçtihada açık olan da ihtilafa açıktır.
Gayemiz temel amaçlarda ve üst kimlikte şühedalar olabilmek, vasat yolu tutmak, zalim karşısında ortak tavır alabilmek olmalı. (bknz. Bakara 143)
Türkiye'de İslami camiaların en temel problemlerinden birisi elde ettiği bilgileri, sahip olduğu düşünceleri ve bu düşünceler çerçevesinde ulaştığı sonuçları, içtihatları nasların yerine koymalarıdır. Bu alanda ötekileştireci davranışlar 50, 100 kişilik camialar sonucunu doğurmuştur.
Bu anlamda içtihat alanına giren herhangi bir konuda mutlak tasdikten ve mutlak reddiyeden kaçınılmalı ve bir konuda birden fazla doğru sonuç ve yaklaşım olabileceği göz ardı edilmemelidir.
Hayat meşgalesinin içerisinde, iyi niyet samimiyet ve mantıklı davranmayı sürdürerek herhangi bir ön yargı veya yafta olmaksızın diğer Müslümanlarla irtibat kurabilmemiz halinde onlarla birlikte iş yapabilme zeminleri çoğalacak. Böylece ihtilaflarımızı çözme yolunda öncelikle güveni sağlamış olacağız.
Herhangi bir çabanın içerisinde bulunmadan vahdete ulaşılabileceği düşüncesi yolunda bulunma kaidesini hiçe sayan ve gerçekçi olmayan bir düşünce. Aksine vahdet zamana bırakılması ve üzerine sistematik çaba sarf edilmesi gereken uzun bir maratondur.
Burada akla bir soru geliyor kişisel/zanni olan ile Muhkem olanın tek bir kişi tarafından her zaman ayrılabilmesi mümkün mü?
Karar alma süreçlerinin istişari zeminlerden yoksun tek kişinin inisiyatifi ile doğru ve tutarlı şekilde yönetilmesi mümkün mü?
Bu anlamda yapılan herhangi bir işte dahi basiretine, bilgi birikimini samimiyetine güvendiğimiz Müslümanlar ile karar almak önemlidir.
Küçük işlerle pratik edinilen istişari karar alma süreçleri ileriye dönük bir örneklik ve birikim teşkil etmesi açısından önemlidir.
Tüm yapıp ettiklerimizin hesabını vereceğimiz bilinciyle Müslüman şahsiyet olma idealimiz ve toplumu Kur'an ile buluşturup dönüştürme sorumluluğunu Allah'ın izniyle çabalarımız ve örnekliğimiz geliştirip olgunlaştırmalıyız.
Sonuç:
Kur'an bütünlüğünden ve tüm resullerin siretinden çıkarttığımız ders ve örneklik üzere 'topluca Allah'ın ipine sarılmalı ve hakkın şahitliğini' tüm hayatımızda egemen kılmalıyız.
'Emri bil maruf nehyi anil münker' vasfımızla bir ümmet nüvesi olmalı ve insanlar arasından çıkarılmış hayırlı toplum oluşturmayı temel ibadi görevimiz olarak algılamalıyız.
Mezhepçilik asabiyesini aşmalı, Allah'ın dini konusunda delilsiz keyfi yaklaşımlar ve gereksiz fikir egzersizlerini hududullah ölçüsüyle sınırlandırmalı, bu konuda ifrat ve tefritten kaçınmalıyız.
Taassup ve taklitçilikten korunma bilinci ve Müslümanların her asır takip etmeleri gereken 'muhkem doğrularla işleyen istişare ve ümmetin maslahatını gözetme çizgisini' geliştirip eskimeyen bir hayat reçetesine dönüştürebilmeliyiz.
'Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa, öylece sakının ve siz ancak Müslümanlar olarak ölün. Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.
Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.'(Ali İmran 102-105)'
Berat Şerbetçi:
'Yapıp ettiklerimizden sorumlu bir varlık olarak yaratıldığımız şu yeryüzünde tevhid ve adalet dini olan İslam'ı hayatımızın tüm alanlarında yaşamakla yükümlüyüz. İnsanlık âleminde hayırlı bir ümmet olmak, tevhidî ilkeleri kuşanıp yönümüzü Rabbimizin fıtrat yoluna çevirmek asıl hedefimizdir.
"Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değişiklik yoktur. İşte dosdoğru din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler." (Rum, 30/30) İnsanı en güzel biçimde yaratan, sonra onu imtihan olma kıvamında olgunlaştıran Rabbimiz, kurtuluşun reçetesini insanın tercihine bağlamıştır.
Hayat mecramız "yol gösteren Kur'an, insanın sorumluluğu, tek ümmet" umdeleri üzere ölçüye bağlanmıştır. "İnsanlar bir tek ümmetti. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak resullerini gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilâfa düştükleri hakkı, izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 2/213)
Müslümanlar öncelikle evrensel değerlerini ve duyarlıklarını kendi yakınları ve kendi somutları üzerinde sergilemelidirler. Zira İslam ümmetinin vahdeti ve suni sınırları aşan ümmet devleti, temennilerle değil, oluşturulacak sağlam halkaların kenetlenmesiyle gerçekleşebilir.
Dolayısıyla yakınlıklarımızı dağıtmaya değil, imkanlarımızı kendi coğrafyamızda sağlam bir halkaya dönüştürme çabasına ihtiyacımız bulunmaktadır. Sorunlarımızı çözerken, mevcut rejimin saldırısı karşısında ancak birbirimize kenetlenerek karşı durabiliriz.
Yaşadığımız coğrafya üzerinde bazı bölgelere özgü veya etnik sorunlara dayanan özel politikalarımızın başarı şansı, ancak tüm bu coğrafyanın kurtarılmasını amaçlayan ve hedefi laik, ulusçu, batıcı sistem olan, top yekûn mücadelemiz ve dayanışmamızla başarı kazanabilir. Bunun için de Türkiye İslami hareketinin bütünlüğünü gözetmek elzemdir.
Türkiye Müslümanlarının Rabbimizin verdiği din-ümmet-güç nimetini yitirmelerinden doğan zaafın giderilmesinin sahihlik ve bilinçlilik çabaları yaygın olarak 1960'lı 70'li yıllardan daha ötelere gitmemektedir. Bugün yaşadığımız zaafları nasıl aşabileceğimizi tartışabilmemiz bir olumluluktur. Kur'an-ı Kerim'i temel alabilmemiz çok önemli bir gelişimdir. Ama tüm bu olumlulukları mevcut birikimlerimizin de değerini bilerek, karşılıklı diyaloglar içinde nicel pratiklere dönüştürebilmeliyiz. Çözümün ilk adımı, genelde İslami hareketin değerlerine sahip olmakla birlikte henüz gideremediğimiz farklılıklarımıza rağmen ortak sorunlarımızı ortak platformlarda değerlendirebilmemizdir.
Diyalog imkânlarının zorlanması kendini kendi güçlülüğüne vehmedenlerin himaye şemsiyesi açması anlamında değil, şu veya bu nedenle karşılıklı beslenen husumetlerden arınılması ve istişare etme vecibesinin bir zorunluluğu olarak algılanmalıdır, İslam, pratik sorunlarımız karşısında takınacağımız tavra göre ahireti kazandıran bir dindir.
Türkiyeli Müslümanların İran'a (ve aynı şekilde Lübnan ve Irak'ta faaliyet gösteren İran bağlantılı hareketlere, yapılara) yaklaşımlarının çarpıcı bir şekilde değiştiğini, sempati hatta hayranlık çizgisinden öfke ve nefret noktasına gelindiğini çok net bir şekilde görebiliyoruz. Emperyalizme ve diktatörlük düzenine karşı İslami şiarlarla İran'da gerçekleşen devrimin ve ardından İslam ümmetinin tümünü kucaklamaya yönelik vahdet söylemlerinin meydana getirdiği iyimser ruh halinin bugün yerinde yeller esmekte. Türkiyeli Müslümanlar arasında köhnemiş tarih sayfalarında kalmaya mahkum addedilen ve aşıldığı, kırıldığı varsayılan mezhebi hassasiyet ve tutumların bugün ne kadar hüzün verici olsa da, dipdiri bir biçimde karşımızda olduğunu görmek ve bu gerçekle yüzleşmek kaçınılmaz .
Afganistan ve Irak'taki Amerikan işgalleri karşısında ve 'Arap Baharı' sürecinde sergilenen çelişik, ilkesiz ve İslami direniş öbeklerine karşı takınılan ciddiyetsiz ve bu hareketleri Batı ajanlığına mahkum eden yaklaşımlar vahdet kavramınınnasıl bir tutarsızlık zemininde ele alındığının bir ispatıdır aslında.
Sonuç;
1,Dünya savaşı ile batılı emperyalist devletler istisnasız bütün İslam coğrafyasını işgal ettiler. İşgalden sonra ise kendi işbirlikçi yönetimlerini ikame ederek vahdete en büyük darbeyi vurdular.
O dönemden bu yana bizi kendi kavramlarıyla eğitmeye başladılar. İlk olarak batılı paradigmanın dayattığı kavramlardan kurtulmalıyız. Kendini İslam'a nispet eden bir çoğunluk olduğunu fakat kendini tanımlarken demokrat, sosyalist, milliyetçi, laik Müslüman adlandırmaları gibi kavramlarla Müslümanlar bir zihin bulanıklığı yaşamaktadır.
"Bir kavme verdiğim nimeti eğer o kavim kaybederse ben onun halini değiştiririm." Demek ki Allah bize bir nimet verdi. Hakkı, adaleti savunana ve zulme karşı çıkan bir ümmettik fakat sonra Kuran'ın yasaklandığı, ezanın Türkçe okunduğu, başörtüsünün yasaklandığı, 15 yaşından küçük çocuklarının Kuran kurslarına gitmesi yasaklandığı bir toplumdayız. Vahyi tanıklaştıran onun dağıtımını yapan ciddi bir rüzgârımız var mı yoksa bu rüzgârımız kesilmiş midir?
Allah'ın korunmuş kitabını bırakmış, kişilerin yorumunu akaitleştirmişiz. Bunun için bilinci ön plana çıkartmalıyız. Dağılmış olan ümmeti diriltecek olan onun sahip olduğu inancıdır. Kuran'da da "Bir kavim kendini değiştirmek istemedikçe, Allah onu değiştirmez." İlk olarak biz kendimizi değiştirmeliyiz.
Kuran vahdeti emreder. Peygamber vahdeti emreder. Akıl vahdeti emreder. Tek başına kaldıramayacağımız bir yükü el birliğiyle taşın altına elimizi sokarak kaldırabiliriz.
Müslümanlar üzerinde oynanan oyunların hepsi tefrika yüzünden olduğu ortadır. 56 ülkeye bölünmüş bir ümmet bunun bir göstergesidir. Bütün bu durumlar güç oluşturamamanın bir sonucudur. Irak'taki, Afganistan'daki durum ortadadır. Afganistan'da savaş sırasında birlik olan müslümanlar savaş sonrası birbirine düşmüştür. Irak'ta Sünniler, Şiilere karşı, Şiiler ise Sünnilere karşı bir kin duymaktadır. Hayat bize vahdeti mecbur ediyor. Vahdeti müslümanlar olarak içimizde kaybettik. Oysa Kuran bütün itilafları ortadan kaldıracak bir kaynak olduğu halde hala başka kaynaklar, başka deliller ortaya çıkarılarak birleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu vahdeti temsil etmez.
"Rabbimiz sen kalplerimizi birleştir, saflarımızı sıkılaştır, mazlum ümmetleri necata (kurtuluşa) erdir, ümmeti İslam'ı tevhid üzere sabit kıl."