Seminer ile ilgili sunum Asım Özdemir tarafından gerçekleştirildi. Gerçekleştirilen seminerde Asım ÖZDEMİR şunları ifade etti:
"HALİFE başkasının yerini tutan, onun makamına oturan, onun adına hükmeden kimse anlamına gelmektedir. Bu kelime aynı zamanda sultan yerine de kullanılmaktadır. Halife fiilinin anlamı; ardında/halef oldu, pesi sıra takip etti, yerini aldı, arkasında bulundu, demektir. Bir diğer deyişle, geçip gitti, önce geldi/oldu, başta bulundu manalarının zıddıdır. Aynı kökten türeyen "halife", Türkçede "halef-selef" ifadesinde olduğu gibi, "selefin yerini alan, sonradan gelen (nesil)" demektir. Halife kökünden türeyen kelimeler Kur'an'ı Kerim'de yüzyirmiyedi yerde geçer. Terim olarak, halife kelimesinden kastedilen sadece Hz. Adem değil onun şahsında bütün insan cinsi veya diğer bir ifade ile Hz. Adem'in zürriyetidir. Bozgunculuk yapmak, kan dökmek gibi vasıfların, Hz. Adem'in sahsında değil, ondan sonra gelenlerde tezahür etmiş olması, bu kanaate gerekçe olarak gösterilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonra, Ona halef olarak müminlere emir olmak seklinde tarif edilmiştir. Bey'at sonucu müminler adına tasarruf yetkisine sahip olan ve ahkâmın tatbikini sağlayan kimseye halife denir. İslâm hukukçuları hilâfet terimini, genellikle Hz. Peygamber (s.a.s)'in yerine geçmek anlamında kullanmışlardır..
Peygamber Efendimizin vefatı ile birlikte Raşit Halifeler dönemi sırasında halifelik seçiminde meşveret esaslı ve halifeliğe uygun kişi seçimi uygulanırken Muaviye ve Emevi dönemi ile birlikte patromanyal bir sisteme (babadan oğula) yani sultanlığa geçilmiştir. Emevi ve Abbasi dönemlerinde bu durum bu şekilde devam ederken Memluklular döneminde Abbasi Devleti yıkıldıktan sonra halifelik sembolik olarak Mısır'da devam etmiştir.
Yavuz Selim 1517'de Mısır'ı ele geçirince orada Halife III. El Mütevekkil'le karşılaşır. Halife Mütevekkil birçok bilgin ve sanatçı ile birlikte İstanbul'a gönderilir. Padişahın İstanbul'a dönüşünden sonra Halife' nin uygunsuz hareketleri görülmüş ve Yedikule'ye hapsedilmiştir. Kanuni' nin tahta çıkmasıyla affedilerek Kahire'ye dönmesine izin verilmiş ve orada ölmüştür. Yavuz Selim'in halifeliği devraldığı yönünde yanlış bir kanı yaygınlaşmıştır. Ancak Selim'in, oğlu Kanuni ile yazışmalarında Halifeliği üzerine aldığına dair hiçbir şey yazmamıştır. O döneme ilişkin Osmanlı ve Arap belgelerinin hiçbirinde, o yıllarda yazılmış kitaplarda böyle bir devir işlemini gösteren kayıt yoktur. Şafilerde Halife Kureyş'tendir, Hanefilerde böyle bir zorunluluk Yoktur. Osmanlılar'ın hilâfeti İstanbul'a getirmeleri, siyasî iktidar ve hilâfet kavramları arasında yeniden bir irtibat kurmuş ve hilâfeti kaybettiği iktidarına yeniden kavuşturmuş olmakla birlikte, bu, artık hilâfete ilişkin algıyı tersine döndürecek bir gelişme niteliğinde değildir. Çünkü Osmanlı hükümdarları, hilâfete evrensel egemenlik iddialarının bir aracı olarak yalnızca gerektiğinde müracaat etmekle yetinmişlerdir. Yavuz Sultan Selim'in Mısır'daki Abbasî Halifesi el-Mütevekkil'i İstanbul'a getirmesinden sonra hilafetin Sultan'a devredildiği rivayetlerinin muhtemelen XVIII. yüzyılın ikinci yarısında üretildiği artık tarihçilerin ortak kanaati haline gelmiş durumdadır. Muasır kaynakların Yavuz döneminde hilafet meselesi hakkında bilgi içermemeleri, 1520'de tahta geçen Kanunî Sultan Süleyman'ın Mütevekkili serbest bırakarak h. 929 (1522/23) yılında Mısır'a dönmesini sağlaması, 1539'da ölümüne kadar Mütevekkil'in halife unvanını kullanması ve Kanunî'nin evrensel halife olduğu iddiasının muhtemelen bu tarihten sonra gündeme getirilmesi Osmanlı hilafeti meselesinin de ortaya çıkışını sağlamış görünmektedir. Kanunî'nin eniştesi ve 1539-1541 yılları arasında sadrazamlık görevinde bulunan tarihçi Lütfi Paşanın bu meseleyi çok açık bir şekilde tartışma konusu yaparak Osmanlı hilafetini meşrulaştırma çabasına girmesi de bu döneme denk gelmektedir. Kanunî dönemi şeyhülislamı Ebussuud Efendinin de aynı dönemde sultanın halifeliğini savunma çabasında olması hilafet meselesinin ne kadar ciddi boyutlarda hissedildiğinin bir göstergesi sayılabilir. Bu genel çerçevede zuhur eden Osmanlı hilafeti meselesi mevcut literatüre göre iki dönem halinde ele alınabilir. Birincisi, meselenin doğuşundan yani 1540'lardan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasına kadar gelen dönem; ikincisi, Küçük Kaynarca Antlaşmasından II. Meşrutiyet'in sonuna kadar olan dönemdir.
Küçük Kaynarca'nın Osmanlı hilafet meselesinde dönüm noktası teşkil ettiği, birçok yazarın ortak kanaatidir. Ancak Küçük Kaynarca'nın üçüncü maddesinin niçin konduğu, müzakerelerde zikredilen şer'î gerekçeler ve kısa süre sonra duyulan mezkûr maddeyi açıklama gereğinin tarihî arka planı ve nedenleri bilinmemektedir. Aynı şekilde, I. Abdülhamid (1774-1789) sonrası Osmanlı sultanları özellikle de III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmut (1708-1839) dönemleri Osmanlı hilafeti meselesi bakımından önemli ipuçları taşımaktadır. Vehhabîlerin Mekke ve Medine'yi ele geçirmelerinden dolayı XIX. yüzyılın ilk yıllarında hac farizasının yerine getirilememesinin Osmanlı hilafeti açısından bir değerlendirmesini içeren literatür mevcut değildir. II. Mahmut döneminde hilafet meselesinin ne kadar önemli hale geldiğinin önemli bir göstergesi sayılabilecek olan Yasincizâde Abdülvehhab Efendinin Hulâsatu'l-Burhân fi İtâati's-Sultân adlı risalesi -ki modern dönemin ilk hilafet risalesi sayılabilir- ve benzer bazı risaleler de literatüre konu olmamışlardır.
II. Abdülhamid Osmanlı sultanları içerisinde hilafet makamını iç ve dış siyasette en etkin kullanan padişah olarak bilinmektedir. Avrupa'nın büyük devletlerinin sömürgecilik iştahlarının en kabarık olduğu ve Müslümanların en yoğun olarak sömürgeleştirildikleri bu dönemde Abdülhamid'in, hilafeti iç ve dış siyasetin önemli bir enstrümanı olarak devreye sokması dahilî ve haricî muhaliflerinin de bu makama karşı tavır almalarıyla denk düşmüştür.
Bütün çalışmalara karşın, siyasal gelişmeler ve ulusçuluk akımının Müslüman ülkelerde de başlaması, kurtarıcı olarak görülen halifelik sanını etkisiz kılmıştır. İngiliz şairi Wilfrid Scavven Blunt, "ruhani hilafet" kavramını gündeme getirmiş ve düşüncelerini Mekke Şerifi ve Mısır Hidivi'ne anlatmıştır. Mekke Şerifi Hüseyin, İngiltere'nin kışkırtmasıyla 1916'da Osmanlı Devleti'nin cihat ilanına rağmen ayaklanmıştır. Suriye'de hilafetin Osmanlılardan alınarak bir Arap Halifeliği kurulması amacıyla bir dernek kurulmuştur.
Halifenin manevi varlığı, imparatorluk içindeki toplulukların milliyetçilik cereyanlarının yayılmasını önleyememiş; Mondros Mütarekesi sonrasında imparatorluk topraklarını işgal eden İngiliz ve Fransız ordu birliklerinin içinde Müslüman askerlerinin de bulunması sakıncalı bulunmamıştır.
Saltanatla hilafetin ayrılacağı gün yapılan tartışmalarda Mustafa Kemal halifelik kurumunun nasıl ortaya çıktığı ve ne gibi değişiklikler geçirdiğini anlatmıştı." Saltanat kaldırılıp kimin halife olabileceği gündeme geldiğinde, aday olarak Padişah Vahidettin ve Veliaht Abdülmecit üzerinde durulmuştu. Mustafa Kemal Vahidettin'i, Kazım Karabekir ise Abdülmecit'i önermişti. Ancak Vahidettin 17 Kasım 1922'de Malaya zırhlısı ile kaçıp İngilizlere sığınınca yeni bir halife seçimi kaçınılmaz olmuştu. Ankara Hükümeti'nin Diyanetişleri Bakanı Mehmet Vehbi Efendi, Padişahlığı kaldırılmış olan Vahidettin'in yurt dışına kaçmış olmasından dolayı halifeliği de yitirdiğine, Halifelik Makamının boş kalmış olduğuna, yeni bir halifenin seçilmesi gerektiğine dair bir fetva çıkardı. 18 Kasım 1922'de B.M.M'de okunan önerge kabul edilmiş ve Vahidettin halifelikten düşürülmüştür. Malta'ya giden Vahidettin, Padişahlıktan ve Halifelikten umudunu kesmiş görünmüyordu. Fakat Hicaz Kralı Hüseyin'in daveti üzerine Hicaz'a giden Vahidettin umut kırıklığına uğradı. Hicaz'dan ayrılıp Mısır, Ürdün veya Kıbrıs gibi Müslümanların yaşadığı bir yere gitmek istedi. Ancak İngilizler buna izin vermediler. Sonunda İtalya'nın San Remo şehrinde oturmasına müsaade edildi. Vahidettin üç yıl sonra San Remo' da ölecek ve Şam'a gömülecektir.
Halifeliğin en güçlü adayı Abdülmecit idi. 18 Kasım 1922'de B.M.M' de yapılan seçimde 162 oy kullanılmış, Abdülmecit Efendi 148 oyla halife seçilmişti.. Oyların 2'si Abdülhamit'in oğullarından Abdürrahim'e, 3'ü de Abdülhamit'in büyük oğlu Selim'e verilmiş, 9 mebus da çekimser oy kullanmıştı. Yeni Halife İslam âlemine bir bildiri yayımlamıştı.
Mustafa Kemal Halifeye, aynı gün Refet Bey aracılığıyla uyması gereken kuralları bildirmişti. Abdülmecit, yalnız Halife-i Müslimin sanını kullanacak, buna başka şeyler eklemeyecekti. İslam dünyasına yayınlayacağı bildiride; TBMM'nin ve hükümetinin Türkiye halkı ve bütün İslam âlemi için en uygun bir sistem olduğunu belirtecekti. Mustafa Kemal ayrıca halifenin yetki sınırını belirleyen bir uyarıda da bulunmuştu.
Yeni Halifenin seçim işlemi tamamlandıktan sonra Meclis Başkanlık Divanı Halifenin göreve başlaması, kutlama ve kutsal emanetleri teslim töreni için milletvekillerinden oluşan bir heyet göndermişti. 19 kişiden oluşan bu heyet Halifeye 24 Kasım 1922'de bu emanetleri bir törenle teslim etti.
Mustafa Kemal'in yeni kurulacak devletle ilgili düşünceleri kendisinin Sofya Askeri Ateşesi iken belldir. Mustafa Kemal'in bu tahayyülünü -milli devlet kurma projesini- 1913 yılında Sofya'dan arkadaşı Ali Fuat Bey'e yazdıklarından da anlamak mümkündür: "Memleketin kaybedilmek üzere olan küçük parçasını feda etmeyeceğim diye en büyük parçasını hesapsızlık ve bilgisizlik yüzünden feda eden idarecilerimiz bir de mevki ve şöhret peşindeki hırsızlar yüzünden ne hale geldiğimiz açıktır... Yüzyıllardan beri Hıristiyan tebasından çektiklerimiz henüz bitmeden, birbirine zıt olan Panislamizm ve Panturan hayalleri icat edilerek bunlarla, zaten güç olan durumumuz büsbütün karıştırılmaktadır. Milliyetçilik dünya yüzünde o kadar gelişti ki, emin olabilirsiniz bir millet çoğunluğuna dayanmayan devletlerin dağılması kaçınılmaz görülüyor... Gelecekte hiçbir duygusallığa aldırmadan kesin Kâzım Karabekir'in Saltanat ve Hilâfetin İlgasına Olan Tavrının Düşündürdükleri kararımız, Türk çoğunluğun çizdiği hudut hem dış siyasetimizin hem de savunmamızın temel taşı olmalıdır''.
Milli Mücadele yıllarında Kâzım Karabekir'le aynı fikirsel cephede buluşan Rauf Bey ve Refet Bey, saltanat ve hilâfeti açık bir şekilde şu tarzda savunmaktaydılar: "Padişahlık ve Halifelik katına vicdan ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam, padişah ekmeği ile yetişmiş, Osmanlı Devleti'nin ileri gelen devlet adamları arasına girmiştir, Benim de kanımda o ekmek vardır. Halifeye bağlılığım ise görgümün gereğidir. Bizde genel düzeni tutmak güçtür, bunu ancak herkesin erişemeyeceği kertede yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir ve o da padişahlık ve halifeliktir. Bu makamı kaldırmak, onun yerine başka nitelikte bir varlık koymaya çalışmak, hiç uygun bir iş olmaz, yıkıma yol açar ve büyük acı doğurur; bu hiç uygun bir iş olmaz". Kâzım Karabekir'in saltanatın bekasının gerekliliği hakkındaki düşüncelerini başka platformlarda da açıklamıştır. Nitekim 27 Aralık 1919 günü İngiliz Albayı Rawlinson'un, Kâzım Karabekir'i ziyareti sırasında Karabekir benzer ifadeleri tekrarlayacaktır.
Milli Mücadele sonrasındaki dönem yapılanmasında ise Kâzım Karabekir'in hilâfet ve saltanatla ilgili fikri: "Ben bizim için hilâfeti ayırmak, saltanatı kaldırmak ve Cumhuriyet'e gitmeyi, iç ve dış siyasetimize daha uygun buluyordum. Fakat ancak son zaferden sonra bunu ortaya atabilirdik... Bundan hareketle İstanbul'a 'makam-ı hilâfet' denilmesini, hükümet merkezinin de Ankara, Kayseri sahasına yerleşmesini daha uygun buluyorduk..."şeklinde değişiklik göstermiştir. Karabekir, Anadolu'daki Milli
Mücadele'nin başarısının devamı için kuvvetli bir hükümete ihtiyacın olduğu vurgulamış, İstanbul'daki hükümetin ise artık yasallığını yitirdiğini, onun yerine Anadolu merkezli Cumhuriyetle yönetilen bir rejimin kurulmasına inandığını beyan etmiştir. Karabekir, hilâfet kurumunun ise İstanbul'da varlığını devam ettirmesini istemiştir.
Bu gelişmelerin ardından hilâfetin kaldırılması ile ilgili ilk net beyanın bizzat Mustafa kemal tarafından 1924 yılında verildiği görülür. 1924 yılının başlarında Mustafa Kemal, harp tatbikatı yapmak üzere İzmir'e gidecek ve orada iki ay kalacaktır. Mustafa Kemal'in yanında ise Başbakan İsmet Paşa, Milli Savunma Bakanı Kâzım Karabekir Paşa ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa vardır. Mustafa Kemal İzmir'de Hilâfetin ilgasını yakın zamanda başlayacağını; "Hilâfetin ilgası lüzumunda kanaatlerimiz mutabık idi..." sözleriyle ifade etmiştir.
Mustafa Kemal, İzmir'den dönünce 3 Mart 1924 hilâfetin kaldırılma meselesini Meclis gündemine getirilir. Ardından 3 Mart 1924 tarihinde Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi ile 53 arkadaşı, hilâfetin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının Türkiye dışına çıkarılması ile ilgili kanun teklifinde bulunmuşlardır . Uzun süren müzakerelerden sonra bu kanun teklifi kabul edilmiştir . Kanunun tebliğinden bir gün sonra Abdülmecit bir arabaya konup Doğu Ekspresi (Orient Express)'ne bindirilmek üzere şehir dışında küçük bir istasyona götürülmüş ve sınır dışı edilmiştir.
Mustafa Kemal hilâfetin kaldırılmasında Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve Kâzım Karabekir'in kendisiyle aynı fikirde olduğunu belirtmiştir. Buna rağmen Kâzım Karabekir, halifeliğin ilgası ve Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkarıldığını gazetelerden öğrendiğini ifade etmiştir. Karabekir, İzmir Harp Tatbikatı'nın siyasi bir Kâzım Karabekir'in Saltanat ve Hilâfetin İlgasına Olan Tavrının Düşündürdükleri oyun olduğunu ve asıl meselenin hilâfetin ilgası olduğunu beyan etmiş, böyle önemli bir meselenin tatbikinin kendisinden ve diğer vekillerden habersiz bir oldubitti şeklinde birkaç kişinin re'yine dayanarak yapılmasını hiç hoş karşılamadığı söylemiştir.
Karabekir, Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa'ya her konuda destek verirken böyle bir meselede dışlanmasını kabul edilemez olarak görmekteydi. Karabekir hilâfetin ilgasından sonra 19 Mart'ta İstanbul'da Erkan-ı Harbiye-i Umuriye Reisi Fevzi Paşa'yı evinde ziyaret eder ve İzmir'deki savaş tatbikatı (harp oyunu) esnasında Hilâfetin lağvına ordu karar vermiş gibi yansıtıldığını ve kendisiyle birlikte bazı arkadaşlarına tek bir kelime söylenmediği halde bir kısım kumandan ve askerlere detaylı malumat verildiğini de ifade eder. Bunu ordu kumandanları arasında ikilik sokmaktan başa bir anlama gelmediğini söyleyen Karabekir, kendisini hakkında 'padişahçı, halifeci' diye dedikoduların en yüksek makamlardan çıkarıldığını ısrarla vurgular.
Kâzım Karabekir'in hilâfetin ilgasına gösterdiği tepki, hilâfetin kaldırılması meselesinden çok bu gibi köklü inkılapların gerçekleştiriliş tarzıyla ilgili gözükmektedir. Bu gibi toplumda tamamen rejim değişikliğine sebep olan inkılâpların acele ve usulsüz yapıldığını, inkılâpların gerçekleşirken halkın onayının alınmamasını büyük bir eksiklik olarak mütalaa etmekteydi. Karabekir, kendisinin saltanat ve hilâfet yanlısı olarak yansıtılmasına da ayrıca tepki göstermişti. Halifeliğin kaldırılması kaçınılmaz olarak toplumda eylemli ve yaygın bir kızgınlık ve muhalefet uyandırmıştı. Meclisete ikinci grup olarak bilinen yapının Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının Kurulmasına kadar gidecek bir süreci başlatacaktı.
Halifeliğin kaldırılması sonucu 1300 yıllık bir süreç ve bir kültür darbe almıştır. Her ne kadar Peygamber Efendimizin ve sonrası dönemde devam eden meşveret ve liyakat unsuru Emeviler, Abbasiler ve Osmanlıda görülmese de ümmetin bir arada olduğu bir hilafet ideolojisi ve siyasetine göre Müslümanlar bir arada yaşamakta ve doğunun ve batının baskılarına karşı bir arada tutmuş ve onları korumuştu. Modernizmin ve İfsadın baskı kültürü olan emperyalizmin ve kapitalizmin karşısında gerileyen ümmetin son sembolü olan "HİLAFETİN" içeriden yıkılmasına maalesef engel olunamamıştır.