Seminerde özetle şu içerik üzerinde duruldu:
Siyer konusunda yapılan çalışmaların temel kaynağı Kur’an olmalıdır. Tarihsel rivayetler, Kuran’la örtüşür ya da çelişmezse kullanılmalı, temel ve belirleyici kaynak olarak vahiy esas alınmalıdır. Bu bağlamda Mekki surelerin genel özelliklerini bilmek faydalı olacaktır. Bu sureler; uyum, itaat, kulluğun sadece O’na olduğu konularının yoğun biçimde işlendiği ilahi aktarımlardır. Davetin üslubu; sevdirme, beğendirme, teşvik etme, tartışma ve ikna etme üslubudur. Ehl-i Kitapla ilgili daha çok ortak noktalara vurgu yapılarak yumuşak bir uslup kullanılır. Münafıklık vurgusu fazla göze batmaz. Olaylar tarihsel bütünlük içerisinde, ders çıkarılmayı gerektirecek şekilde verilir.
Bundan çıkarılacak sonuç, Kur’an’ın vakıanın kitabı olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla Mekke döneminde Resul’ün (s) ve Müslümanların daha çok davete, ikna etmeye, tartışmaya ve güçlü bir iradeye ihtiyaçları vardı. Kuran da bu ferdi ve toplumsal hayatı inşa etmeye devam ediyordu. Bu dönemde inen ayet ya da surelerde dozu giderek artan bir üslubun olduğu görülür ki bu da Mekke’deki egemenlerin Müslümanlara karşı tutumuyla son derece uyumludur. Çünkü değişik yöntemlerle önüne geçilemeyen İslamın mensuplarının çoğalması ve nitelik gücü artan tebliğ süreci; giderek baskı, vesayet ve hatta işkenceye dayalı bir dirençle durdurulmaya çalışılmıştır.
Bu ortamda Taha suresi 134, Fatır 24, Zümer 18-19, Hud 29 ayetleri peygambere yüklenen misyon konusunda bize ipucu vermektedir.
Risaletin ilk dönemi için klasik siyer kaynaklarında aktarıldığı anlamıyla her daim sürdürülmüş bir ‘’gizlilik’’ aşamasından söz etmek mümkün değildir. Kaldı ki gizliliğin delili olarak gösterilen Hicr 94-95. Ayeti bile bu bağlamda bir gizliliğin olmadığına işaret ediyordu. Bu ayette geçen ‘’O alay edenlere karşı biz sana yeteriz’’ ifadesi; Resulullah’ın (s) mesajı toplumun egemenlerinden en alt katmanlarına kadar bütün kesimlerine ulaştığını ancak toplum tarafından alayla karşılandığını göstermektedir. Ayrıca Alak, Kalem, Müzzemmil, Müddessir surelerinin genel içeriği ve üslubu; davetin, topluma açık olduğunu ve mesajın da toplum tarafından doğru algılandığını göstermektedir. Bunun kanıtı da egemenlerin başından itibaren mesajı engelleme ya da saptırma çabalarıdır. Ancak bu durum, Resulullah’ın (s) stratejik olarak bazı aşamalar gözettiği ya da bazı eylemlerden kaçındığı gerçeğiyle doğru yorumlanmalıdır. Davet süreci; risalet, vahiy, peygamberlik olgularıyla birlikte değerlendirildiğinde Resul’ün vahyi sadece aktaran konumunda değil, bizzat yaşayarak şahitleştiren bir misyona sahip olduğu görülür. Risalet süreci mü’minlerin olduğu kadar Resulullah’ı (s) da eğiten, olgunlaştıran bir süreçtir.
Bu süreç elbette düz bir çizgide sürmemiş, değişik aşamalardan geçmiştir.
Bu aşamaların içinde çok çetin, ızdırap dolu yaşanmışlıklar mevcuttur. Mekke’nin ve tarih içinde diğer kavimlerin egemenleri tarafından yürütülen mücadelenin bir şekilde baskı, zorlama, işkence eksenli şiddete evrilmesi ilahi bilgi karşısında zanni bilginin çaresizliğinden kaynaklanır. Peygamberler sahip oldukları bilgiyi toplumlara bir filozof ya da bilim adamı edasıyla aktarsalardı, bulundukları toplumlara hiçbir çatışma yaşamazlardı. Ancak bu toplumlarda hiçbir dönüşüm de yaratamazlardı. Bütün bir insanlık tarihi boyunca peygamberlerin baskıya, şiddete, zulme, sürgüne maruz kalmaları, onların toplumu değiştirme ve dönüştürme taleplerine karşı egemenlerin hırsa, çıkara ve sömürüye dayalı sistemlerini sürdürme arzularından kaynaklanmıştır. Bu düzen ne zaman tehdit edilse mücadelenin dili egemenler tarafından sertleştirilmiştir. Bu durum Mekke öncesi toplumlarda böyle olduğu gibi Mekke’ de ve günümüzde de böyledir.
Mekke toplumunda Resul’e (s) karşı geliştirilen itiraz, temelde onun şahsına ardından da getirdiklerinin içeriğine yöneliktir. Hz Peygamber’in ; her insan gibi yiyen, içen çarşıda gezen bir hüviyete sahip olması, yanında bir meleğin olmaması, mucizelere sahip olmaması (Furkan 7, Fussilet 14, Enam 50, İsra 95, Müminün 25-25, Hud 27 ve 37. Ayet.) itirazların birincil gerekçeleridir.
Kur’an bu itirazlara cevap verirken sadece Mekke toplumu esas olmaz; olayı tarihi süreciyle birlikte örneklendirerek ve yaşananların sonuçlarını bizimle paylaşarak bizi düşünmeye çağırır. (Tegabün 5, Müminün 44)
Aslında günümüzde din adına anlatılan efsanelerin, mucizelerin, rüya çıkarımlarının toplum üzerinde etkili olması, Kuran’da anlatılan kıssaların anlaşıldığı kadarıyla bütün insanların “ ilahi olanda mutlaka bir olağanüstülük bulunmalı” fikrini taşıdığını gösterir. Bu durum bizim olağanüstülüklerle bezeli “mevlit” gibi amiyane din kültürünün neden Kuran’ın önüne geçtiğini de anlamamızı sağlar.
Mekke toplumu ve egemenleri ; Resulullah’ın (s) şahsına ve getirdiklerine karşı ortaya koydukları itirazdan sonuç alamayınca baskı, sindirme ve fiili müdahale ile süreci durdurmayı denediler. Bu deneme bütün bir insanlık için sabır, cesaret, irade ve şehadet örneklerinin yaşanmasını sağladı.
Mekke ileri gelenlerinin davete karşı çıkmaları; onların liderlik anlayışı ve kültürü, geleneklere bağlılık, asabiyet ve rekabet, zenginliği kaybetme korkusu ve inanç farklılığından kaynaklanmaktaydı. (Enbiya 36, Kasas 57, Enam 148, Zuhruf 22-23)
Bu anlayışlar önceki toplumlarda olduğu gibi günümüz toplumlarında da fıtratımıza uygun ilahi mesaja karşı çıkma ya da duyarsız kalmanın en önemli gerekçeleri olarak karşımızda durmaktadır. Mekke ileri gelenleri vahye karşı çıkarken iki farklı tutum sergilemiştir:
Egemenlerin bir kısmı tavırlarını baskıdan, şiddetten ve vesayetten yana koyarken bir kısmı ise daha mutedil, yumuşak, tartışmaya ve iknaya dayalı bir tutum sergilemiştir. Kuran’ın bunlara karşı geliştirdiği tavırsa egemenlerin tavırlarıyla tam olarak örtüşmekte bu da bize Kuran’ın her zaman vakıanın kitabı olduğunu göstermektedir. (17/9)