Bartın Özgür-Der Temsilciliği müzakereli bir panel etkinliği düzenledi. Son zamanlarda Türkiye Müslümanlarının gündem konularından olan gelenekçilik ve din, muhafazakarlık ve siyaset, modernistlik ve İslami kimlik konularının etüt edildiği ''Türkiye Müslümanları; Gelenekçilik, Muhafazakarlık, Modernistlik'' üst başlıklı panele Bartınlıların ilgisi yoğun oldu.
Emperyalizmin İslam Coğrafyasına zorla dayattığı 'Batılılaşma ve Dinsizleştirme Projeleri' sonucu oluşan şartlar ve bu gün bilim-eğitim üzerinden devam eden ve insanı sorumlulukları konusunda nesneleştiren etkileşimi karşısında; yozlaşmış eklektik kültür ve hayat tarzlarını aşma, vesayet koşullarıyla mücadele, rivayetçi kültürün tenkit ve tashihi, toplumda din adına oluşmuş yanlış ön yargı engelini kırabilme, hayat iklimimizde etkin tarzların ve kabullerin İslami hassasiyetle ele alınıp çözüm yollarının etüt edilmesi amacıyla düzenlenen müzakereli panel programına ilgi büyüktü. İlahiyatçı yazar Prof. Dr. İbrahim Sarmış 'Müslümanlar ve Gelenekçilik', Haksöz Dergisi yazarı yayıncı Hamza Türkmen 'Müslümanlar ve Modernistlik', araştırmacı yazar Kenan Levent 'Müslümanlar ve Muhafazakarlık' konularıyla ilgili tebliğlerini sundular. Tebliğlerin ardından verilen molada Suriye'li Mazlumlara yardım amaçlı Bartın'lı bayanların düzenlemiş olduğu kermes davetlilerin desteği ile güzel bir yardım organizasyonuna dönüştü. Molanın ardından panel programının müzakereler bölümüne geçildi. Bu bölümde 'Gelenekçilik ve Müslümanlar' Kenan Ersoy, 'Muhafazakarlık ve Müslümanlar' Doç. Dr. Mehmet Anık, 'Modernistlik ve Müslümanlar' Asım Özdemir tarafından müzakere edildi. Ardından dinleyicilerin sorularına cevap verildi.
Programda tebliğciler özetle şunları ifade ettiler;
1.Tebliğ :''Din Kültür ve Gelenek Arasında Müslümanlar''
Prof.Dr.İbrahim Sarmış:
Yüce Allah Vahiyle İnsanlara Yolu Göstermiştir: Yüce Allah, insanlara şefkat gösterdiği için rahmet olarak(6 En'âm/154, 157), gerçekleri görmeleri için nur(5 Maide/15), hakla batılı ayırdetmek için furkan (25 Furkan/1), hakkın gerçekliğinin ispatı için beyyine(6 En'âm/157), kesin doğrunun delillerini göstermek için burhan (4 Nisâ/174) olarak vahyi indirmiştir. Allah rahmeti gereği insanların kendilerinden seçtiği peygamberler aracılığıyla bu dini indirmiş ve onları bilgilendirip yollarını aydınlatmıştır. "Nitekim biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi kötü şeylerden arındıracak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan bir Peygamber gönderdik. Artık beni anın, ben de sizi anayım; Bana şükredin, nankörlük etmeyin"(2 Bakara/151-152).Mümin insanın hayatında başka inanç ve felsefelerin, ideoloji ve sistemlerin dolduracağı boş veya eksik kalmış bir alan söz konusu değildir. Onun için Yüce Allah tevbe edilmeyen şirki asla bağışlamayacaktır. İslam, rahmetli Seyyid Kutub'un dediği gibi bölünme kabul etmeyip ya bütün olarak alınır ve uygulanır ya da bütün olarak reddedilir ve bırakılır. Hayatın tüm alanlarında insanın mutluluğu için gerekli öğretileri, ilkeleri, kuralları, hükümleri, edepleri, ölçüleri ve sınırları öğretmiş ve bütününe din adına İslam demiştir.
Vahyin Yanında Kültürün Ve Geleneğin Oluşması: Vahye inanmış,onun için her şeyini adamış olan insanların üzerinden uzun zaman geçtikten sonra vahyin yanında bir kültür ve gelenek oluşmaya başlar. Bu kültür ve gelenek gerek vahyin mahiyeti ve tabiatı ile ilgili, gerek onu Yüce Allah'tan alan, tebliğ eden ve uygulayan elçinin kimliği, uygulaması ve davranışıyla ilgili, gerekse elçinin çağdaşları ve sonrakiler tarafından onun algılanması konusunda değerlendirilme, yorum ve uygulanmayla ilgili söylenenler , önceki kültürel kalıntılar, fırka ve mezheplerin anlayışları, ulema yorumları, diğer din mensuplarından vahyi kabul edenlerin eski din ve inançlarından getirdikleri bilgiler ve çevre kültürlerinden oluşur. Peygamber'in hayatı ve geçtiği sürece ilişkin anlatımlar/siyer, rivayetler ve özellikle İsrailiyyat ve Mesihiyyat dediğimiz kitap ehli kültürü bu unsurların başında gelir.Kur'an'ın ışığı Hicaz'ı aydınlattığında, İsrailiyyatı ve Mesihiyyatı kucağında buldu. Müşrik olsun veya olmasın, bir Arabın bu iki gelenekten etkilenmemesi mümkün değildi. Zira çevrelerini bu iki kültür istila etmişti. Filistin, Şam, Yemen, Yesrib, Hayber, Teyma tamamen veya kısmen Yahudi idi. Hz. Muhammed'in çağrısının bir numaralı ilkesi 'tevhid' idi. Bundan dolayı bir numaralı düşman olarak da 'şirk'i hedef almıştı. İlk davet Mekke müşriklerineydi. Davetin Mekke yıllarında Yahudi ve Hıristiyanlarla açıktan bir karşılaşma olmadı. Medine yıllarında saflar netleşmeye başladı. Allah Rasulü Medine'deki baskın Yahudi kültürüyle özel mücadele etti. Bu kültürde kadını aşağılayan ve yok sayan tavra savaş açtı. Yozlaştırma ve Kitap'tan uzaklaşma durumunun Müslümanlar için de söz konusu olduğunu görüyoruz. Kur'an, şu veya bu şekilde Yüce Allah'ın koruması altında olduğu (15 Hıcr/9) için ahmak kimi dostlarının ve düşmanlarının bütün çabalarına,iddialarına, toplatılarak kitaplaştırılması sırasında yapılan müdahale hikâyelerine, unutma ve nesh masallarına, bâtıni ve mezhepsel anlam çarpıtmalarına karşın, bu anlatımların doğruluğuna inananlar da dahil Müslümanlar olarak Kur'anın orijinal metninde bir değişikliğin olmadığını biliyoruz ve buna inanıyoruz. Ama Kur'an adına yazılanlara ve anlatılanlara baktığımızda, çok zaman Kur'an'ın söyledikleri bir vadide, o söylenenler ise başka bir vadide olduğunu görüyoruz.
Geleneğin İçinde Din: Rasulullah zamanında din Kur'an'dı ve hem Rasulullah hem Müslümanlar Kur'an'ı öğreniyor, yaşıyor ve Rasulullah'ın uygulamasına bakıyordu. Yani din, vahyin kendisi, Rasulullah (s) onun tebliğcisi ve örnek uygulayıcısıydı. Vahyin yanında ikinci bir din kaynağı yoktu. Müslümanlar siyasi tartışmalar veya metafizik polemiklerle değil, vahyi öğrenmek, anlamak, yaşamak ve yaymakla meşgul oluyordu.Rasulullah zamanındaki Müslümanların İslam'ı anlaması ve uygulaması ile 2., 3., 4. ve 5. yüzyıllardaki ve sonraki asırlardaki Müslümanların İslam'ı anlamasına, uygulamasına ve polemik konularına bakmak yeterlidir. O dönemin tartışma konularına baktığımızda, halifenin hangi soydan ve kim olacağı, nasıl seçileceği, halifelerin üstünlük dereceleri, ehli beytin neliği ve masum imamın kimliği, büyük günah işleyenin dinden çıkıp çıkmadığı veya amelin imandan cüz olup olmadığı, devlet başkanının yetkileri ve şûranın şekli, kayıp İmam/Mehdi, Deccal ve Mesih'in kimliği ve geri gelip gelmeyeceği , her ayetin zahir ve batın iki yüzlü olması yahut Kur'an'ın zahiri, batını, haddi, matlaının olması, Hz. Peygamber'in bir bakıma beşer üstü konuma çıkarılması ve Kur'an'dan başka mucizelerinin anlatılması ve Kur'an'ın ayet/âyât kavramının mucize olarak değiştirilmesi, beş vakit namazın ayrı ayrıbeş vakitte mi, yoksa üç vakitte mi kılınacağı, Allah'ın şey olup olmadığı, bir yerde bulunup bulunmadığı, sıfatlarının olup olmadığı, varsa zatının aynısı olup olmadığı, ahirette zatının görülüp görülmediği, alîm oluşunun yalnız zatı veya sıfatlarıyla mı olduğu, kelam sıfatının ve onun eseri olan Kur'an'ın mahluk olup olmadığı, zorbalık ve zulüm yapıp yapamayacağı gibi muhtelif kelami, felsefi hatta itikatlaşan karışık bir çok meselelerin Hz. Peygamber'in sağlığında gündeme gelmeyen ve tamamı teorik ve polemik olan konular olduğu görülecektir. Hepsi de dinin öğretileri değil, ümmetin kamplaştığı bu sürecin konularıdır.
Taklit döneminin başlaması, düşünce üretiminin bitmesiyle gün geldi bu anlayışlar, kıtlık veya seferberlik yılları için stok edilip özenle korunan azık gibi, artık vazgeçilemez ve değiştirilemez din olarak görüldü, korundu ve onları taklit etmek Kur'an'a ve Sünnete uyma zorunluluğu gibi zorunlu sayıldı. Öyle ki bunlara aykırı düşüncelerin ortaya çıkmaması için de sanal olarak onların üzerinde ümmetin icma ettiği ve artık içtihat kapısının kapandığı söylendi. Onun için ulemadan yahut mezheplerden biri taklit edilmeden yahut kitaplarından birinden okunmadan İslam'ın anlaşılamayacağı ve yaşanamayacağı anlayışı yerleştirildi.
Hadis-Sünnet ve Kur'an İlişkisi: Bir elçi olarak Hz. Muhammed kendisini de bilgilendiren, eğiten ve yönlendiren Kur'an'ı tebliğ etmiş, öğretmiş ve uygulamıştır. 23 yıllık bu tebliğ, öğretme ve uygulama ile ilgili bilgiler bize sahabe döneminden bugüne kadar Müslümanların toplum olarak tevatüren uygulaması ve rivayetler yolu ile gelmiştir. Birincinin adı Sünnet, ikincinin adı Hadis'tir. Bilindiği gibi 'yol' anlamındaki Sünnet , Hz. Peygamber'in Kur'an'ı uygulama şekli ve yolu demektir. Hadis ise, Hz. Peygamber'in sözlerinden veya uygulamalarından kişilerin akıllarında kalanların ağızdan ağıza anlatımlarıdır. Hadis ve Sünnet zamanla rivayetçi çevreler tarafından özdeşleştirilerek ikisine 'sünnet' denilmiş ve Sünnetin de Kur'an gibi vahiy olduğu söylenerek bazı ölçülere göre sahih olmadığını gördüğü kimi rivayetleri eleştirenler toptan sünnet inkarcısı olarak lanse edilmiştir.Hz. Peygamber'in bağlayıcı din olarak yaptığı uygulama Kur'an'ın öğretileri olduğu için bu anlamda Sünnet ile Kur'an, biri teorik diğeri pratik olmak üzere madalyonun iki yüzünü oluşturmaktadır. Kur'an, vahyin sözel anlatımı, Sünnet bu sözel anlatımın uygulaması veya ete kemiğe bürünmesidir.
Hadis Ehli, isimdeki 'Hadis' kavramından da anlaşılacağı gibi, hadislere olabildiğince fazla önem verip değer ve ihtimam göstererek çok sayıda hadis kullanırken, Re'y Ehli'nden olanlar ise isimlerindeki re'y (görüş) kavramından da anlaşılacağı gibi hadislere olabildiğince eleştirel yaklaşarak daha az hadis kullanmışlardır. Sahabe'den Hz. Ömer'in, Hz. Aişe'nin, mezhep imamlarından Ebu Hanife'nin, Kelam ilminin kurucuları olan bazı Mutezili âlimlerin görüşleri genel olarak Re'y Ehli çizgisinde veya ona paralel bir durum arz ederken, yine sahabeden Abdullah b. Ömer, Ebu Hureyre ve mezhep imamlarından İmam Malik, İmam Şafii ve Ahmed b. Hanbel görüşleri ikinci grubun içinde veya paralelindeydi. Kelam mezheplerinden daha sonra gelişen Eşarilik, Hadis Ehli'nin bir uzantısı, Maturidilik ise Re'yEhli'nin devamıdır.
Genellemecilik Yahut Toptancılık Tehlikesi: Tümden almak ne kadar sakıncalı ise tümden atmak da o kadar sakıncalı bir tavırdır. Çünkü rivayetler arasında Kur'an'a, akla, sünnetullaha, tarihi gerçeklere, bilimin verilerine, vd. ölçülere aykırı niceleri olduğu kadar, bunların hiçbirine aykırılığı olmayıp her yönden insanın ufkunu açan ve Kur'an hikmetinden süzülen damlaları seslendiren çok sayıda rivayet olduğu da bir gerçektir. Onun için rivayetin vahiyliğini ve mutlak doğruluğunu dayatmak ne kadar yanlış ise, Kur'an'ı ve Sünnet'i birbirinin alternatifi görerek yanlış birtakım rivayetler yüzünden bütün rivayetleri ve sünneti dışlamak da o kadar yanlış olup dini anlamamak olur. Bunun için bize göre doğru veya orta yol, çatışma varsa ahad ve zayıf rivayetler yerine, Medine ehlinin amelini ve icmaını esas alan Hicaz ekolü ile, ilke olarak hadisi dışlamadan re'yi ve kıyası kullanan Irak/re'y ekolünün anlayışı olsa gerektir. Gayble ilgili konularda ve vahyin öğretilerinde elbette akıl nakle, yani vahye tabidir. Çünkü aklın çalışma alanı gayb/metafizik değil, fizik/müşahede alanıdır. Vahiy bilgisinden yoksun olan akıldan doğru bir Allah tasavvuru beklemek ne kadar haksızlık ise, vahiyden de kaşık çatal, iğne iplik, halı kilim, yatak yorgan, çorap eşarp, tabak çanak, çay kaşık, ayna tarak, meyve fidan, tarla tapan, öküz harman, vd. şeylerin tarifini beklemek de akılsızlık olur. Allah'ın hüküm koyduğu konularda ve Rasulullah'ın uygulama yaptığı yerde akla düşen, bu hükme uymaktır. İnanan bir insan için bunda bir problem yoktur.
Geleneğin Dinselleştirilmesi: Toplumun din anlayışında egemen olan bu yöntem bugün de bu şekilde işlemekte ve bu kültür vahyin önünden gitmekte yahut onu peşinden sürüklemektedir. Onun için, "önce Kur'an" çağrısı, din anlayışını rüyalar, abartmalar ve sapmalar üzerine kuran bu kültürün pazarlamacıları tarafından "Kur'an Müslümanlığı sapıklığı" olarak değerlendirilir oldu .
Vahyin Yolundan Sapmaların Müslümanları Getirdiği Yer: Bu sapmanın bir ifadesi olarak bir zaman sonra ilimlerin din ilimleri ve tabiat ilimleri yahut dünya ilmi-ahiret ilmi olarak tasnif edilmesi, namaz ve oruç gibi dinî uygulamalar dışında kalan çalışmaların ibadetin veya salih amelin dışında görülmesi toplumun pozitif bilimlerine ilgisini, araştırmasını ve geliştirmesini neredeyse bitirmiş ve meydanı pozitif bilimler üzerinde çalışarak ilerleyen Batılılara bırakmıştır. Bu hal ne Müslümanların gerilikleri Müslümanlıkları sebebiyledir, ne de kâfirlerin ilerilikleri kâfirlikleri sebebiyledir. Bütün mesele, vahyi doğru anlayıp anlamamakta, akılla birlikte kullanıp kullanmamakta, bu yasalara uygun çalışıp çalışmamakta ve gereğini yerine getirip getirmemektedir. Yüzyıllardan beri İslam âleminin hemen her tarafında halkın takva ölçüsü ve salih amel anlayışı ne yazık ki budur. Biri toplumda etliye sütlüye karışmadan, marufu emredip münkerden sakındırmadan veya toplumu ıslah etmeye çalışmadan, sadece ahirette kendisini kurtarmak için kültürel anlatımlarla oluşturulan ibadet anlayışıyla ibadet ediyor, nafileler, uzun uzun çektiği tespihler ve okuduğu salavatlarla vaktini dolduruyor, fırsat bulursa salavat okuma kampanyalarına katılarak birkaç bin salavatı da Peygamber'in ruhuna gönderiyor, günleri evi ile cami arasında geçiyor ve başkalarının yaptığı hizmet ve üretimle geçiniyor, diğeri farz ibadetlerini yerine getirmenin yanında gece gündüz çalışıp üretiyor, belki de birçok ailenin geçim imkânlarını sağlıyor ve toplumun kalkınmasına, refahına ve güçlenip izzetle yaşamasına hizmet ediyor. Müslümanlar, ilk yüzyıllarda vahyin İslam'ına sarılıp aklı kullanınca parlak bir medeniyet kurdular, sonra yukarıdaki alıntılarda gördüğümüz gibi sapmalar ve uydurmalarla bozulup ayak bağı olan ve aklı teslim alan kültürel/uydurma din anlayışına sarılınca gerileyip mağlup oldular. Batı, bozulan ve ayakbağı olan Kilise Hıristiyanlığını bırakıp pozitif bilimler alanında aklını kulanınca, vahyin aydınlığından ve ahlakından yoksun cahili bir madde uygarlığı kurmuş olsa da, ilerledi ve galip oldu.
Aklın ve Vahyin Rehberliği: Yüce Allah insanoğluna rehber olarak akıl ve vahiy nimetini vermiştir. İnsanın sıratı müstakime çıkması ve Allah'ın honşut olduğu bir hayat yaşaması için ikisinin de işlevsel olması ve birlikte çalışması gerekir. Çünkü vahyin aydınlığından yoksun yalnız başına akıl özellikle gaybi olan inanç, ibadet ve ahkam alanında Yüce Allah'ın istediği ve hoşnut olacağı hidayet yolunu bulmak ve öğrettiği gibi yaşayıp kulluk yapmak için yeterli olmadığı gibi, aklı olmayana veya olup da kullanmayana da vahyin rehberlik etmesi söz konusu değildir. Zira Yüce Allah ancak aklı olanlara hitap eder ve henüz aklı olmayan çocuklar ve deliler vahiyle/dinî yükümlülüklerle mükellef değildir.Vahyin aydınlığından yoksun tek başına aklın insanları Allah'ın istediği ve razı olduğu, dolayısıyla insanı dünyada huzurlu ve ahirette mutlu eden bir hayata götürmeye yetmediğini görmek için bugün fen, teknik ve sosyal bilimlerde gerçekten akıllara durgunluk veren gelişmeye rağmen Batı'nın tevhidi bulamamasına ve gelip modern bir cahiliyye hayatına dayanmasına bakmak yeterlidir. Araştırma ve incelemelerle, buluş ve keşiflerle yer küresinin neredeyse altını üstüne getirdikten sonra uzayın derinliklerini de keşfetmeye çalışan Batının bugün yaşadığı hayatın, pozitif bilimlerdeki gelişmenin ve madde medeniyetinin teknolojisini, milli geliri ve şeytanlığın şekillerini çoğaltmanın dışında, Arapların eski cahiliyye hayatından farklı olduğunu söylemek mümkün değildir.Özetle; Vahyin insan için insanın akletme ve kavrama yeteneğini dışarıda tutarak rehberlik etmesi mümkün değildir. Çünkü vahyin muhatabı akıldır. Onun için Yüce Allah Kur'an'da sık sık akletmez misiniz, akletmiyorlar mı, gibi aklın kullanılmasını ister. Aklı vahiyle birlikte kullanmayan kişileri Yüce Allah "Kendilerine verilen Tevrat'ı kabul ettiği/yüklendiği halde yükümlülüklerini yerine getirmeyenler sırtında cilt cilt kitap taşıyan eşek gibidirler. Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar için bu gerçekten çok kötü bir örnektir. Allah zalim topluluğu doğru yola iletmez" (62 Cuma/5) örneği ile anlatır. Çünkü sırtında arpa ve saman taşıdığı halde aç gezen eşek ne kadar akılsız ise, kitaba inandığı halde ondan habersiz ve nasipsiz yaşayanlar da onun kadar akılsızca hareket ediyorlardır. Onun için Yüce Allah, inanmayanların (6 En'âm/125) ve aklını kullanmayanların (10 Yunus/100) pislik içinde olduklarını söyler. Allah bize vahy-akıl-sorumluluk-hidayet üzerine kurulu kavrayış ve kulluk nasip etsin.
2.Tebliğ : ''Müslümanların Muhafazakarlıkla İmtihanı''
Kenan Levent
Muhafazakârlık, batı tarihinde "aydınlanmaya, onun akıl anlayışına; bu aklın ürünü olan siyasi projelere ve bu siyasi projeler doğrultusunda toplumun dönüştürülmesine ilişkin öneri ve uygulamalara muhalif olarak ortaya çıktı." (Özipek, 2005: 5). Türkiye'de muhafazakârlık denilince tutuculuk, gericilik, statükoculuk, irtica ve dindarlık vb. akla gelir. Fakat MNP, MSP, Refah Partisi ve Fazilet Partisi çizgisinden gelen AK Parti'nin siyaset anlayışını "Muhafazakâr Demokrasi" olarak beyanı dolayısıyla yeniden tartışılmaya ve Batılı formları da işin içine katılarak ele alınmaya başlandı. Muhafazakârlık milliyetçilikle beraber sağcılık içinde ele alınır. ''Muhafazakârlığın alamet-i farikası; din, devlet, otorite, millet, gelenek ve tarihtir. Dini, belki kendisi uğruna olmaktan ziyade, toplumun istikrarı ve otorite açısından kaçınılmaz sayar. Dindarlıktan çok, dinin ritüellerine, din bağına ehemmiyet verir''. (Bora, 2003: 54-63).'Muhafazakârlık, devrimci dönüşüme karşı evrimci veya tedrici değişimi savunan ve geleneksel toplumsal kurumların tahrip edilmesinin yanlışlığına vurgu yapan bir anlayıştır. Ak Parti'ye göre de toplumsal dönüşüm her türlü değişimin temelini oluşturur. Değişimden maksat tedrici bir sürecin gerçekleşmesi ve doğal gelişimin sağlanabilmesidir. Ak Parti'nin Yeni Muhafazakârlığı toplumsal dinamiklere dayanan değişim ve dönüşümün lokomotifi olacaktır'.. 'Muhafazakârlığa göre siyaset bir uzlaşı alanıdır. Ak Parti'ye göre de farklılıklar tabii bir durum ve zenginliktir..Muhafazakârlığın genel tutumu devleti hukukla sınırlamak ve dogmatik yaklaşımların kıskacından kurtarmak olarak özetlenebilir. Ak Parti'ye göre de asli fonksiyonlarına çekilmiş, küçük ama dinamik ve etkili bir devlet olmak vatandaşını tanımlayan, biçimlendiren, ona tercihler dayatan değil; vatandaşın tanımladığı, denetlediği ve şekillendirdiği bir devlet olmalıdır' (Akdoğan, 2003: 9).Genel anlamda Müslümanların eskiden beri sürdürdükleri bir siyaset anlayışı vardır. İslam dışı yöntemlerin Müslümanlar aleyhine daha vahim hatalar yapmasını ve kararlar almasını önlemek ve elde olandan da olmak istememeleri "Zarar-ı ammı def için zarar-ı has ihtiyar olunur." , "Zarar-ı eşed, zarar-ı ehaf ile izale olunur."(Ağır bir zarar hafif bir zararla giderilebilir.) veya "Def'i mefasid celbi menafiden evladır." (Zararların, ifsadların, bozgunların defi, menfaatlerden önce gelir.) gibi geçici taktiksel prensiplere başvurmaları ve bunun zamanla bir ilke haline getirmeleri "karşıtına sığınarak var kalma" anlayışını beslemiştir. Daha iyilerini düşünme, daha fazlasını isteme, kendi "ideal yaşamlarını" talep etmelerini engellenmiştir.28 Şubat gibi bir darbe sürecinden geçilmiş ve mevcut siyasi partiler yasası gereği eski çizgisine atıf yapmanın kapatılma gerekçesi olan bir vasatta "muhafazakâr demokrasi" ekseninde siyaset yapma düşüncesi makul görülebilir. Ancak yine de Türkiye Müslümanları açısından eskiden beri süre gelen "karşıtına sığınarak var kalma" anlayışını da içinde barındırmaktadır.Ak Parti'nin 12 yıllık icraatları "yeni bir düzen yaratmak için eskiyi bütünüyle reddetmeyi öngören ve kendisine bir 'medeniyet değiştirme' misyonu yükleyen Cumhuriyet dönemi reformlarının bunu başarabilmek ve 'inkılâbı yerleştirmek' için eskiyi temsil eden her şeyi tasfiye etmeye ilişkin çabasına" (Özipek, 2003: 81). Teslim olmadığını ve tedrici olarak bunun yaralarını sardığını göstermektedir. Örneğin, muhafazakar demokrasi tecrübesi devleti, seçkinci bir zümrenin, sürekli olarak korunmuş, beslenmiş ve teşvik edilmiş sermaye grubunun, asker ve sivil bürokratların jakoben anlayışından kısmen uzaklaştırmıştır. Ancak siyasi restorasyonun tamamlandığını söylemek güçtür. Ayrıca, kamu kurumlarında ve okullarda başörtüsü serbestîsi, Osmanlıca derslerinin sosyal bilimler lisesinde zorunlu diğer liselerde seçmeli ders olmasını sağladı. İmam-Hatip liselerine uygulanan katsayının kaldırılması, ardından birçok ortaokul ve lise düzeyinde bu okullarının sayısının arttırılması, diğer ortaokul ve liselerde Kur'an-ı Kerim ve Siyer derslerinin seçmeli olarak okutulmasını gerçekleştirdi. Okullarda, kurumlarda ve diğer toplu kullanım alanlarında mescit zorunluluğu getirmesi, Kürtçe ve diğer yerel dillerin seçmeli ders olarak okutulması vb. uygulamalara imza attı. Muhafazakârlığın melez bir ideoloji olması, Ak Parti'nin politik kimliğine de yansımıştır. Kimlikli siyaset yapmak isteyen dindarlarla, siyaset şirketi (fikirden yoksun, rant elde etme ve dağıtma)anlayışına sahip olanların birleşiminden oluşmaktadır. Bu özelliği geniş kitlere ulaşmasını sağlamakla birlikte, içindeki şirketçi siyasetçileri barındırması dolayısıyla da; yasaklar, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele gibi olumlu siyaset anlayışına zarar veren yumuşak karnını oluşturmaktadır. Millet din, şerait, bir peygamberin çağrısını takip etmektir. Millet, peygambere nispet edilir. Millet-i İbrahim gibi. Peygamberlerin bildirdiği, ona uyduğu ve çağırdığı emir ve irşatlardır. Kavramları tekrar sahih anlamına iade etmek ve başka bağlamda kullanılmasına şiddetle itiraz etmeliyiz. Tarihle irtibatımızı, şu iki ayeti kerime ekseninde yeniden değerlendirmeli ve Tevhit eksenli ve Sırat-ı Müstakime götürecek bir perspektifle tarihi meselelere yaklaşmalıyız. Toprağa ve kavme vurgu maalesef zihin dünyamızı daraltıyor."Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız…" Bakara 134 / : 2/141 "O küfredenler kalplerinde o hamiyeti/cahiliye hamiyetini kaynattığı sıra ki o vakit Allah, Rasulünün ve Mü'minlerin üzerine sekineti indirdi ve onlara kelime-i takva'yı ilzam buyurdu" Fetih, 48/26
Muhafazakârlığı nasıl aşabiliriz?
1) Sahih bir imanı ve Salih amelleri önceleyen öncü bir cemaatin oluşumuna gayret göstermeliyiz. Donanımlı ve adanmış şahsiyet eksikliği en önemli meselelerimizden biridir.
2)İslami kavramları doğru anlama ve kullanma hususunda azami gayret göstermeli, modern ve geleneksel kavramlarla irtibatlarını basit analojiler (İslam sosyalizm gibi) yapmadan ele alabilmeliyiz. İnsanlığın sorunlarına bu dil üzerinden cevaplar üretmeliyiz.
3) İhya ve ıslah ekolünü etkili bir ekol haline getirmenin yollarını aramalıyız.
4) Türkiye ve dünyadaki siyasi ve sosyal olayları doğru bir yöntemle ele almalıyız. Komplocu, ulus devletçi, milliyetçi, liberal ve Marksist teori vb. analizlerin etkisinden uzak durmalıyız.
5)İslam dünyasının kalbi, insanlığın vicdanı olabilecek bir söylem geliştirmeliyiz.
6)Geleneksel ve Modern hurafeleri iyi tespit etmeli ve aynı cepheden cevap verebilmeliyiz. Uzak ve yakın tehdit ve tehlikeleri dikkate alarak.
3.Tebliğ : ''MÜSLÜMANLAR VE MODERNİZM''
Hamza Türkmen
Osmanlıdan kalan Garpçılık ve çaresizlik hali Türkiye Cumhuriyeti kurulurken karşımıza Türk modernleşmesi ve seküler uluslaşma olarak çıktı. "Ümmetten bir millet/ulus yarattık" sözü hem tarihi ve toplumsal değerlerimizden bir kopuşu ve hem Batılılaşma adına Batılı paradigmaya ait kavramların Müslümanlara dayatılması sonucunu getirdi. Zira Lozan Anlaşması'nda "hukuki mürakabe" maddesiyle Mecelle gibi İslami ölçüleri temel alan kanunlar kaldırılacak yerine anayasa, ceza, medeni ve ticari hukuk alanında Avrupalı kanunların mer'iyeti sağlanacaktı ve sağlandı.Türkiye'nin ve Müslümanların moderleştirme sürecini değerlendireceksek önce süreçle ilgili birkaç kavram üzerinde de durmamız gerekir.Hayat statik değildir. Ferdi ve toplumsal ölümler ve doğumlar, imkanlar itibariyle inişler ve çıkışlar içindedir. Ve Rabbimiz nankörlük eden bir kavmin yerine bir başkasını getirebilir (11/57). İnsanoğlu zorunlu ve temel ihtiyaçlarını gidermekte diğer insanlarla kaçınılmaz bir ilişki boyutuna gereksinim duyduğu için, toplumsal ilişki ağları içinde bulunur. Toplumların içinde bulundukları sosyal, kültürel, siyasi, ekonomik durum ve seviye de insanın içinde yaşadığı çağdaş veya modern durumu ifade eder. Fransızca "Modern", Türkçe "Çağdaş" ifadeleri de güncel ve yeni olan anlamlarına gelmektedir. Örneğin her resul'e inen vahiy, güncel ve yeni (çağdaş) koşullardaki imkân, araç ve dil kapasitesine göre muhataplarına hitap etmiştir. Resulullah (s) döneminde düşmana karşı güç olarak beslenen atların (8/60) yerini, bugün çağdaş/modern başka güç araçları, nesneleri almıştır. "Modernite" ifadesi ise Batılı dünya görüşünün (paradigmanın) oluşumu sürecinde, yani 17. yüzyıl civarında kullanılmaya başlanmış doktrinel (öğretisel/akidevi) bir kavramdır. Gelenekten ve vahiyden kopuşu ifade eden modernite insan merkezli, akılcı, deneyci, tarihi felsefe olarak ilerlemeci Batı dünya görüşünü ifade eder. İlerlemeci olduğu için de kendi konumunu en iyi yer olarak kabul ettiğinden, kendi sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik kalıpları dışındaki tüm kültür ve toplumlara gerici, çağ dışı ve feodal olarak bakar.
Coğrafyamızda en başta Kur'an "nimet"inden, "şura" görevinden uzaklaşmamız ile başlayan ümmetin zaaflara bulunıp dağılma süreci içine girmesine karşı, Hindistan'da da çözümü gelenekçi din anlayışını eleştiren ve Modernite'ye ayak uyduracak bir İslam telakkisi üretme çığırı, maalesef ki 19. yüzyılda Aligarh Okulu çevresinde Sir Seyyid Ahmed Han ve arkadaşlarının Loyalizm; yanı İngiliz Kralcılığı yandaşlığı ile başladı. Tarihimizde teorisi yapılmış içimizdeki zalimlerimizin saray ulemalığı formu, ilk defa muhteva değiştirerek kendi zalimlerimizle ilişkisini kesip kafirlerin sarayına yanaşan bir tarz aldı. Avrupa'ya bu öykünmecilik resmi olarak da Mısır'da Mehmet Ali Paşa, Osmanlı pahitahttında Sultan II. Mahmut ile başladı. İslami kılıf içinde Müslümanları küffara hizmetçilik diyalogu içine sürüklemeye çalışan bu devşirmeci akıma ilk defa "Natüralizme Reddiye" adlı eseriyle Cemaleddin Afgani'nin karşı çıkışı ıslah edici bir tepkiyi ve nasihatı gündeme getirdi. Ancak bu sirayet edici kötü bid'at Jön Türkler'de de ve Atatürk'te de Türkçe ibadet dili idealine dönüştü. Namazın da Ezan gibi Türkçe meallerle kılınıp sonra Arapçanın tamamen kaldırılması projesi, Kemalist ilahiyatçılarda makes buldu. Modernleşme veya "Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak" hedefi ile teknoloji ve endüstri düzeyini yakalama hedefi öneriliyordu. Ama teknolojinin yalın bilgisi Eski Çin'den beri insanlığın ortak malı olmasına rağmen, çağdaş teknoloji bilgisinin hegemonyası kıskançlıkla güçlü sermayedarların ve kapitalist ülkelerin elinde bulunuyordu. Modernizm, her şeyden önce ekini ve nesli ifsad eden, fıtri ve tabii olanı bozan seküler bir medeniyetin gelişme/ilerleme projesi olarak modelleştiriliyor. Bize düşen "düşmana karşı at veya güç biriktireceğiz" veya "ekonomik ve teknolojik olarak bizim de güçlü olmamız gerekiyor" diye, neticede acımasız/vahşi rekabeti ve hak-emek gaspı ile zorunlu olarak sömürüyü getiren bu kapitalist ve teknolojik kalkınma sürecini meşrulaştırmak değil; kuşatıldığımız bu modern cahili sistemden kopmak ve süreç içinde modern adil bir sistemi kurmak niyetiyle alternatifler üretecek bir yolu tasarlamamızdır.Bizler mağlup olmuş bir ümmetin yetimleriyiz. 1921'de kahire Toplantısı'nda 40 kadar harita mühendisi coğrafyamızı adeta bugüne yakın tarzda ulusal sınırlara ayırdılar. Ayırdıkları toprak parçalarına da kendilerine öykünen veya kendilerinin devşirdiği işbirlikçilerini krallık, şeyhlik, cumhuriyet, şahlık, konsey tarzında iktidara getirdiler. Her birinin birbirine rakip ulusal bayrakları, marşları, sınırları, tarihleri oluşturuldu. Ayrıca her biri de Moderniteye ayak uydurmak için halkına Batılı değerleri veya işbirlikçiliğini dayattı. Yaşanan süreç sonuç olarak Batılılaşma, uluslaşma veya çağdaşlaşma dayatmasına boyun eğen veya Avrupalılar tarafından devşirilmiş olan ulusalcı, liberal, sosyalist veya bilinemezci-anarşist ilerlemeci çağdaş bir zümreyi ortaya çıkardı. Tarihi değerlerimizden kopan bu Kemalist, Ulasalcı, Batıcı, sosyalist ilerlemeci kitle ve zümreler Osmanlı bakiyesi Müslümanların modernizm tarafından devşirildiğini göstermektedir. Modernizmin yani reklamların, vitrinlerin, kapitalist medyanın kuşatması altında bulunan insanımız örneğin ihtiyacı olan giysilerini zarurete göre değil, markalara ve modaya göre temin etmek peşindedir; evinde saray özentili bir mefruşat veya modaya göre İtalyan veya İskandinav tarzı mobilya takımı elde etmek peşindedir. Fıtri olan büyük ailesini korumak yerine modernizmin getirdiği çekirdek ailede yaşam bir zaruret görülmekte; hatta aile içinde bile liberalizimn "birey ol" telkinine kapılarak bireyci duygularla yabancılaşma süreçlerine adım atılmakta; yemekler bile artık tek sofrada değil bilgisayar başında veya cep telefonu uğraşıları yanında yenilmekte; ev dışında lokantaya gitmek bir ritüel haline gelmektedir. Otellere ve müfsid ortamlara tıkışan modern tatil anlayışı sılayı rahim algımızı veya doğayı, tarihi yerleri gezip ibret almak telakkimizi zedelemektedir.İç ve dış vesayeti aşarken, fıtri ve vahyi ölçülerle bir uyanış ve birlikte adalet üzere var oluş iradesi gösteremeden; sadece seçimlerle, hükümet etmekle elde edilecek palyatif kazanımlar bir kitle kültürüne ve inancına dönüşemez. Son Arap Baharı/Devrimleri sürecinde ve Türkiye'de reel politik içinde son yıllarda gittikçe belirginleşen yerel ve küresel vesayetten kopma trendi çok önemlidir. Ama bu sürecin makes bulması için bu süreci destekleyen kitlelerin de niteliğini, kültürünü, dayanışma bilinç ve imkânlarını artırması gerekir. Hz. Muhammed Dönemi'nde Habeşistan'da ve Yesrip'te yakalanan var olma ve kendini yapılandırma imkânı sünnetullah çizgisinde gelişmişti. Bizde iyiliği emredip kötülükten men eden ve hayırlarda yarışan bir ümmetin yetimleri olarak, yeniden dünya gündeminde vahyi ölçülerimiz ve özgünlüğümüzle var olabilmek için sünnetullahı (toplumsal dönüşüm yasalarını) keşfetmeli yeniden direniş, ıslah ve inşa şartlarını yakalayabilmeliyiz. Kapitalist yaşam, tüketim ve sömürü kıskacından kurtulmak ve bütün insanlığa "Başka bir dünya mümkün" mesajının karşılığını göstermemiz için biz Müslümanlar her türlü batıl ve çağdaş kirlilikten hicret etme iradesini göstermeliyiz; yabancılaşmaya son verip elbisemizi kirlerden arındırmalıyız (74/4-5)Özetle; Modernizme veya Batı kapitalizminin siyasi, ekonomik ve akidevi kuşatmasına karşı çıkmamız; vahyin gösterdiği misyonla hayatı algılayıp doğru kavramamıza bağlıdır. Her türlü cahiliyeden, sömürüden, zulüm ve ifsaddan hicret etme; hakkın ve adaletin tanıklığını üstlenme; ve adam olma, gerçek Müslüman olma bilinç ve kararlılığına, gerçek özgürlük ve adalet yoluna, şura yönetimi için ehil insanlar olma yoluna var mısınız?
1.Müzakere: ''Müslümanlar ve Gelenekçilik''
Kenan Ersoy
Vahyin hayat veren, kirlerden arındıran, Furkan olan hakkı batıldan ayıran, ölçü olan dolayısı ile doğruyu yanlıştan ayırabileceğimiz sapasağlam bir kulp olduğuna inanıyoruz. Öyle ki bu inanç dipdiri bir toplum inşa ediyor. Vahiy algımızı alt üst eden Kur'an - Sünnet ve Hadisler arasındaki ilişkinin sahih bir zeminde değerlendirilememesi bir çok problemin de kaynağı haline dönüşüyor. Kur'an'ın anlaşılabilir olduğu ve hayatımızı onun mesajlarını Rasulün tevatüren bize ulaşan sünneti ile irtibatlandırılarak şekillendirmemiz gerektiği, Hadislerin zan taşıyan rivayetler olarak bu ölçüye uygunluğu ile değerlendirilerek kabullenilebileceğini idrak etmeliyiz. Bir Müslümanın hangi sözün Allah'ın sözü olup olmadığını asgari bilinçlilik düzeyi ile akletmesi gerekmektedir. Gelenek mefhumu ile ilgili konuşurken sahih ve muharref ayrımı yapabilmemiz gerekir. Bizler kendimizi bu sahih olan geleneğin takipçileri olarak görüyoruz. Öyle ki söylemimiz bu anlamda türedi yeni keşfedilmiş bir durum değil, bilakis Rasulullah'tan günümüze dek uzanan güçlü bir damarı ifade eder. Rasulullah ve ilk dönem sahabe örnekliğinden Hasan Basri, Ebu Hanife, Endülüs'te Muvahhidler hareketi, Osmanlı'da Kadızadeliler hareketi, geçen yüzyılda Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Hasan El Benna, Seyyid Kutup, Muhammed İkbal gibi öncü şahsiyetler ve yine Mehmet Akif, Babanzade Ahmet Naim, İskilipli Atıf Hoca gibi şahitliğini yerine getirmiş alimlerin bu güçlü geleneğimizin öncü şahsiyetleri olarak ifade edilmelidir. İslam coğrafyamızda yakın dönemde gerçekleşen intifada süreçleri, bu ıslah geleneğinin ürettiği nüvelerin istikbar güçlerine karşı bir dışavurumu olarak görülebilir. İbrahim Sarmış Hocamızın sunumunda zaaflı olarak görebileceğim Kur'an İslamı söyleminin daha dikkatli kullanılması görüşündeyim. Çünkü bu ifade, Kur'an'ın Muhkem ayetlerine aykırı olmayan yorumlarımızı da Kur'an'ın kendisi olarak görüp, bir anlamı ile içtihadımızı dinin kendisiymiş gibi savunma tehlikesine itebilir. Bu konuda yanlış anlamaya sebebiyet vermemesi için İbrahim Hoca'mızın açıklamalarda bulunmasının faydalı olacağı kanaatindeyim. Ayrıca gelenekçilik eleştirisi yapan fakat sürekli Müslümanları rencide edici tavırlar takınan, gezici, Esedci tayfa ile görüntü veren yaklaşımlar ile farkımızın da kendi söylemimizin daha anlaşılabilir olması için ifade edilmesi gerekir diye düşünüyorum.
2.Müzakere: ''Müslümanlar ve Muhafazakarlık"
Doç. Dr. Mehmet Anık
Her insan gündelik hayat akışı içerisinde bir parça muhafazakârdır. Sevdiğimiz, değer atfettiğimiz, bizim için anısı olan eşyaları ya da nesneleri korumamız ya da muhafaza etmemiz bu çerçevede değerlendirilebileceği gibi, gündelik hayatımızı çoğunlukla rutinler doğrultusunda sürdürmemiz ve bu noktada değişim arayışında genelde olmayışımız da bunun göstergesidir. Muhafazakârlık tarihsel açıdan her ne kadar daha eskilere götürülebilse de, bir ideoloji olarak belirmesi, Fransız İhtilali sonrasında olmuştur ve temelinde de Aydınlanma Çağı söylemlerine ve Fransız İhtilaline duyulan tepki vardır. Aydınlanma Çağı'nda "akıl" sahibi bir varlık olarak bireyin merkeze konulması ve bireyin herhangi bir değerler dünyasına ya da geleneğe bağlı kalmaksızın kendi aklı ve bilimin rehberliğinde her sorunun üstesinden gelebileceğine dair yapılan vurgular ve ilerlemeci bir doğrultuda çizilen iyimser tabloların tarihsel akış içerisinde yanlışlanması, belirli eleştirileri de beraberinde getirmiştir.Muhafazakâr ideolojinin sembol isimlerinden Edmund Burke, insanın sınırlı bir varlık olduğunu ve hayatındaki her sorunu da tekil birey olarak sadece kendisinin çözmesinin mümkün olmadığını, bir bireyin de topluma tek başına yön veremeyeceğine dikkat çekmiştir. Bireyin toplumsal bir varlık olduğuna dikkat çeken Burke, hayatını sürdürmesi için de bireyin topluma ihtiyacı olduğunu belirtir. Örneğin doğan hiçbir çocuğun yeni bir dil keşfettiği görülmez. Her insan doğduğu ortamdaki dili öğrenip, bu dil aracılığıyla çevresiyle iletişime geçer ve bu sayede bir yandan kendini anlatmaya çalışırken, öte yandan çevresindeki insanları anlamaya çalışır. Yine dünyaya gelen hiç kimse kendi eğitim ya da iktisat kurumlarını kurup bunlar aracılığıyla hayatını idare ettirmeye çalışmaz. Mevcut kurumlar aracığıyla işlerini ve ilişkilerini yürütür. Muhafazakârlar insan zaten toplumsal bir varlık iken ve topluma duyduğu ihtiyaç aşikârken, tekil bireyin ve onun aklının yüceltilmesine karşı çıkarlar. Bu anlamda bilginin kaynağını da akıldan öte gelenek olarak görürler ve toplumsal hafızanın yer ettiği bir alan olarak geleneği önemserler.Fransız İhtilali'ndeki tepeden inmeci jakoben anlayış ve bu anlayışın geleneksel kurumlar karşısında şiddete dayanan tasfiyeci anlayışı ve meydana getirdiği yıkım muhafazakarların sert tenkitlerine neden olmuştur. Burke, devrimin liderlerinden Robespierre ve arkadaşlarını kendi ülkelerine "fethe uğramış bir ülke muamelesi göstermek"le eleştirir. Devrimin akabinde geleneksel kurumlar tasfiye edilmiş, Fransa kralı giyotinle idam edilmiş ve katı bir laiklik anlayışı benimsenmiştir. Devrim sonrasında Fransa'da toplumsal çalkantılar devam etmiştir. Devrim sonrası ortaya çıkmış bir bilim dalı olan sosyolojinin üç önemli temsilcisi Saint Simon, Auguste Comte ve Emile Durkheim'in bu toplumsal kargaşa ortamında din arayışları bu bağlamda kayda değerdir. Cemil Meriç, Sain Simonu ilk sosyalist olarak nitelendirmektedir ve Saint Simon bu ortamda "Yeni Hristiyanlık" diye bir din kurmaya çalışmıştır. Geleneksel din karşıtı bir felsefi akım olarak bilinen pozitivizmin kurucusu A. Comte "İnsanlığın Evrensel Yeni Dini" adından bir din kurmaya çalışıp, kendisini de bu dinin peygamberi ilan etmiştir. Yahudi bir ailede doğan E. Durkheim sonradan agnostik biri olmasına rağmen din üzerinde özellikle durmuş ve toplumsal hayat ve düzen için önemine dikkat çekmiştir. Durkheim, sınırlı bir varlık olan insanın arzularının sınırsız olduğuna ve onu sınırlayabilecek tek şeyin din olduğuna dikkat çekmiştir ve dinin toplum hayatı için gerekli olduğuna dikkat çekmiştir. İnsana ahlakı, iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı, merhameti öğreten bir alan olarak dine yapılan bu vurgu önemlidir. Tabi burada dine yapılan vurgunun bahsi edilen isimlerin dindarlıklarından öte, bu kişilerin herhangi bir dini mensubiyetleri olmamasına rağmen, yaşadıkları çağda sık sık şahit oldukları toplumsal ayaklanmalar ve kargaşa ortamı dolayısıyla dinin gerekli olduğuna dair bir vurgu yaptıkları ve bu bağlamda da dini tamamen araçsal ya da işlevsel bir perspektifte ele alıp değerlendirdikleri görülür. Nitekim muhafazakar anlayış genel olarak ele alınıp değerlendirildiğinde dinin araçsal fonksiyonları üzerinde durulduğu görülür. Bu anlamda toplumsal hayat açısından önemleri dolayısıyla dinsel ve toplumsal değerlerin önemsenmesi, geleneğe bağlılık üzerinde durulması ve toplumsal düzeni sağlayıcı bir unsur olarak da devletin önemsenmesi söz konusudur.Türkiye'de muhafazakârlık algısı kişiden kişiye, tanımlayan "özne" ve tanımlanan "nesneye" bağlı olarak değişebiliyor. Dinsel bağları olmayanlar veya zayıf olanlar için muhafazakârlık tutuculuk ya da yobazlık anlamlarına gelirken, öteki türlü muhafazakârlık manevi değerlere sahip çıkmayı ya da dindar olmayı ifade edebilmektedir. Batı'dan farklı olarak burada muhafazakârlık ile kurulan ilişki araçsal bir mahiyetten öte din ile kurulan bağın değişen oranına göre kendini ifade etme aracı olarak kullanılabilmektedir. AKP'nin 2002'de siyaset sahnesinde belirmesi ve kendisini muhafazakâr demokrat olarak nitelendirmesi ise bu konudaki yaklaşımlara ve tartışmalara yeni bir boyut katmıştır. Toplumsal iradenin önemsenmesi ve genel irade vurgusu yapılması ve bu tür iradenin siyasal meşruiyetin tek kaynağı olarak belirtilmesi bu bağlamda dikkat çekicidir. Merkez tarafından uzun süre dışlanmış ve hor görülmüş Türkiye'deki dindar kesimlerin bu partiye büyük oranda destek vermeleri ve çevreden merkeze olan yürüyüşü bu bağlamda desteklemeleri özellikle incelenmesi gereken bir husustur. Bütün bunlara karşın dinin araçsal bir noktaya varma riski dikkate alınmalıdır. Bunun yanı sıra Kenan Bey'in belirttiği toplumun devlet için değil, devletin toplum için olduğu vurgusuna karşın, merkezde daha uzun süre kalınmasıyla birlikte devletin giderek mutlaklaştırılması riski de dikkate alınması gereken bir risk alanıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın birkaç gün önce Devlet Bahçeli'ye Genelkurmay Başkanına olan eleştirileri dolayısıyla yönelttiği karşı eleştiride kullandığı kelimeler bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
3.Müzakere: ''Müslümanlar ve Modernizm''
Asım Özdemir
Modernite ve modernizm ile ilgili bütün tartışmalar, anlaşıldığı üzere Batı'nın kendi özüne dönerek yeni bir dünya algısını oluşturduğu dönemi işaret etmektedir. Teorik olarak bakıldığında modernite, dünyanın bütün araçlarıyla 'tekeline aldığı' insan hayatına ve düşüncesine, 'sekülerliği' ve 'pozitivizmi' ekledikten sonra bir sonraki adımla refaha ve huzura erişeceğine umut bağlamıştı. Ancak 'bilgi' denen nesnenin 'güç' olmadığı çok geçmeden anlaşıldı. Modernizm, Batı ve batılılaşma ile eşdeğer bir kavramdır. İslam toplumlarının son güç halkası Osmanlının çökmesiyle Batılı emperyal devletlerin ümmet coğrafyası üzerindeki kolonileşme hareketlerinin artması İslam toplumlarının münevverlerini bu konuda teorik ve pratik bir takım önlemler almaya itmiştir. Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut'tan itibaren başlatabileceğimiz Osmanlı modernleşmesinde, toplumun dönüşümünde her zaman otokratik yöntemler kullanılmıştı. Ekonomik olarak Batı Modernleşmesinin pek anlaşılmadığı, toplumun şekilsel değişikliklerle dönüşüme tabi tutularak İmparatorluğun devamının sağlanacağı düşünülüyordu. Eğitimsel reformlarla askeri dönüşümün sağlanabileceği ve Batı ile rekabet edilebileceği sanılıyordu. Bu amaçla yurt dışına gönderilen aydınlar eğitim alıp ülkenin problemlerini çözecek insanlar olmaları gerekiyorken, eğitim aldıkları ülkelerin kalıplarını ve değerlerini alarak, geldikleri yeri, kültürü ve toplumu aşağılayan bir bakış içerisine girivermişlerdir. Son dönem İslamcı düşünürlerden Said Halim paşa, Osmanlı modernleşmesini eleştirirken batılı kurumların olduğu gibi alınmasını, özellikle de eğitimle ilgili olanların sorgusuz bir şekilde benimsenerek ölümcül hata yaptıklarını belirtmiştir. Bu ve bu tarz uyarılar başta Mehmet Akif ve diğer dönem İslamcı münevverlerde de görülür. Bu uyarılar ne Osmanlının parçalanmasına engel olmuş ne de Jakoben Laiklik uygulamalarının katıksız bir şekilde uygulanmasına vesile olan Cumhuriyet rejiminin kurulmasını önleyebilmiştir.Teorik olarak İslamcılığın babası sayılan ve yaşamı boyunca 3 kıtada mücadele veren Cemaleddin Afgani ile birlikte kök salan damarın, günümüzde ulaştığı boyutlarıyla Arap baharı ile ilişkili olduğunu düşünmekteyim. Aynı kökün, 28 Şubat sonrası İslamcı bir partinin sadece iktidardan uzaklaştırılması olarak değil Türkiyeli Müslümanların neredeyse hiç nefes alamayacak şekilde tasfiyesi şeklinde gelişen bir Post Modern darbenin yerine, ideolojik öncülleri geride bırakıp sosyolojik, pragmatist ve rasyonel bir siyaset yürütmeye çalışan muhafazakar bir siyasi iradenin ortaya çıkışı ile örtüşmektedir. 200 yıldır modernizm ve onun yerli taşeronlarınca sürekli aşağılanan İslam toplumlarının artık yeter deme refleksidir. Bu refleksin toplumsal bilinç seviyesi olarak anlamlı hale gelmesi ve tekrar iddialı bir paradigma haline dönüşmesi ancak ve ancak Rad.11 de Rabbimizin buyurduğu gibi toplumun değişme isteğinin bireylerin de istemesi halinde mümkün olduğunu unutmamamız gerektiğidir.Türkiye'de İslamcılığın kökleri üzerine derin konulara girecek değiliz. Akademik camiada, özellikle geleneksel münevverlerin "İslamda Modernleşme Akımları" diyerek üzerinde durdukları konuların üzerinde ki toptancı yaklaşımları tasnif etmelerini kendilerinden beklemiyoruz. Zahiri İlimlerin çepeçevre sardığı batı modernizmiyle batıni ilimlerle ya da muharref bir din anlayışıyla nasıl mücadele edecekleri konusu asıl sorulması gereken sorudur. Geleneksel olan zamana yenilmiştir. Modernizm sarmalındaki Müslümanların öncelikle kabul etmeleri gereken realite bu. Bunula birlikte Muzaffer olan Allah'tır. Din yenilmemiştir. Dinin ve Kitabın kıyamete kadar koruyucusu Allah'tır. Bununla birlikte şer gördüğümüz bazı şeylerde hayır olabileceğini tarihi olarak da tanıklık ediyoruz. Akiflerin, Elmalıların, İskiliplilerin, Said Halimlerin hicretle ya da ölümle ödedikleri bedellerin karşılığında dini, dili ve kültürü pozitif modernleşme ile derdest edilmiş bir ülkenin Müslüman insanlarının elbette tekrar kaynağa dönmeleri için Afgani'den, Abduh'tan, Seyyid Kutub'dan, Mevdudi'den ya da Ali Şeriati'den etkilenmeleri kadar doğal bir şey olamazdı. Çünkü bu fikir öncülerinin ümmet coğrayasında ki etkileri ile tekrar kaynağa dönmeye çalışan Müslüman bir halkı en azından zihin noktasında ümmetle yakınlaştırmaya çalışmaktaydı. Günümüzün bir kısım İslamcı münevverlerinin muhalefet etmeyi ibadet olarak değerlendirmeleri modernist bir hastalıktır. Çünkü batılı diyalektik anlayışı ile İslam paradigmayı birbirine harmanlamaya çalışan bu münevverlerin ortaya koymaya çalıştıkları düşünce biçimi, eleştirel teorinin İslam dünyasındaki yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu düşüncenin sürekli problem belirleyen yaklaşımı, Islah edici ya da çözüm üretici bir formu barındırmamaktadır. Bu düşünce biçiminin Arap baharı ile birlikte Türkiye'de de var olan değişimi algılayış biçimi, komplocu bir hastalık anlayışı olarak özellikle Suriye politikasındaki değerlendirmelerde iflas etmiştir.Sonuç olarak İslam, paradigması gereği ifsadı her daim reddeder. Müslümanlar olarak modernleşmenin dönüştürücü ve ideoloji dayatan etkilerini reddederek ama günümüz nesnel yaşam kolaylıklarını da yok saymadan Müslümanların imkanlarını çoğaltma ve zaruret aşamalarından en az etkilenerek yol almanın mümkün olduğunu düşünüyorum.