Hamza Türkmen konuşmasında özetle şu hususlara dikkat çekti:
20. yüzyılın ikinci yarısında küresel ölçekte gündeme getirilen çoğulculuk ilkesi ile, siyasi ve dini farklılıkları meşrulaştırma gayreti ifade edilmeye çalışıldı. Tekasür Sûresi’nde dikkat çekilen çoğunluk hedefi ise içgüdüsel fıtri bir eğilim olup üstünlük oluşturucu tarzıyla çoğulculuk anlayışı ile zıtlaşır. Kitab-ı Kerim’de mü’minlerin çoğalması istenir. “Ey Ademoğulları, Ey İnsanlar” diye çoğunluğa hitap edilmesi ibadi görev olarak gösterilir. Hak-Batıl mücadelesinde tebliğ aracılığı ile Müminlerin çoğalması önemlidir; ama çoklukla övünmek kınanmıştır.
Bu konuda iki yol vardır: Ya nefsini veya yaratılmışları ilah edinen ve zanna tâbî olan çoğulculuk yolu veya çoklukla övülen bir asabiye. Ya da Hak’tan gelen yolda, Kur’an ve Resullerin yolunda ümmet olarak tebliğ ve çoğalma çabası…
Hepimizin çokluğa ilgimiz vardır ama çokluğun ölçü edinilmesi konusunda çokluk sünnetullah açısından yerilmektedir. Örneğin Maide Sûresi’ndeki “Habîs yani pis-murdar olanın çokluğu ilgini çekse de murdar ile temiz bir olmaz. O halde ey akıl sahipleri. Allah’tan korkun, kurtuluşa erin.” Ayeti ve benzerlerinincnaziliyle bu konuda yol yöntem gösterilmiştir. Ayrıca En’am Sûresi’ndeki “Yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen, seni Allah’ın yolundan” saptıracaklaerına dair ayetle uyarıda bulunulur.
Rabbimiz, kemiyet ve çoklukla ilgili olumsuzluğa “Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan inanmazlar”, “İnsanların çoğu fasık yani gayrisamimi kimselerdir” gibi benzeri ayetlerle dikkat çeker ve uyarır.
Önemli olan çoğunluk veya azınlık olmak değil, A’raf Sûresinde de mükerreren belirtildiği gibi “Hakka yönelen ve yönelten, onunla adalet yapan bir ümmet” olabilmektir. İşte kurtuluşa erecek olan “muflihun” bunlardır.
Hak ve batıl mücadelesinde, hakka tanıklık yaparak, kuşatıcı merhametle ve ayrıca bilinçlendirme çabalarıyla çoğunluğu hakikat çizgisine çekmeye çalışmak tabii ki önemlidir.
Enbiya Sûresinde “Çokluk konusunda da öfkelenip giden Zunnun/Yunus” örnek gösterilir. Sonra tövbe edince Saffat Sûresinde belirtildiği gibi “Ve onu 100 bin insana yada daha fazla olanlara elçi gönderdik.” ayeti de sabır ile davranılıp cehd edildiğinde çoğalma hususunda Rabbimizin çoğalma konusunda yardım edeceğini örnek olarak belirtiyor.
Çokluğa ulaşıldığında da takip edilecek ölçü ve istikamet konusu belirleyicidir. Çünkü Enfal Sûresinde bildirildiği üzere “Mallar, çocuklar veya çokluk bir fitne yani imtihan aracıdır”. Zira mal ve çocuk sevgisi fıtridir. Ancak Münafikun Sûresinde belirtildiği gibi “Mallar ve çocuklar bizi Allah’ın öğütlerini dinlemekten alıkoymamalıdır.”
Çokluk konusuna tersinden ilgi de marjinallik korkusudur. Oysa bu sanı “Epter”lik /soyu kesik ithamından kaynaklanmaktadır. Sahih iman, salih amel ve özgüven sahibi her mü’min bilmeli ki, Nahl Sûresinde belirtilen İbrahim (a) gibi “tek başımıza bir ümmet” de olsak, beslendiğimiz kaynak büyük bir nimettir. Ve bu nimetin farkında olanların arkasında “kevser” vardır.
Bizim görevimiz vahyi tâlim, tebliğ ve hakka tanıklıktır. Rabbimiz bizleri az iken de çok iken de fıtrat ve vahiy üzere yaşayanlardan eylesin.
Türkmen çoğulculuk hakkında da özetle şunları söyledi:
Çoğulculuk akımının iki boyutu öne çıkar. Siyasi çoğulculuk ve dini çoğulculuk. Siyasi çoğulculuk birçok siyasi partinin sorunlarla ilgili farklı görüşlerinin mecliste veya karar alınabilecek bir yerde görüşülmesi, değerlendirilmesi anlamına gelir. Demokrasinin ilkelerinden birisidir.
Dinî çoğulculuk (plüralizm), farklı dinlere mensup insanların birbirlerine görüşlerine saygı duyarak bir arada barış içinde yaşamalarına denir. Çoğulculuk, özünde farklılıkların zenginlik kabul edildiği ve ötekilerin haklarının hukuki teminat altına alındığı bir hoşgörü ortamıdır.
Böyle bir ortamda kimse kimseye inancı, yaşayışı ve kültürü nedeniyle yani farklılıklarından dolayı eleştiremez ve kınayamaz.
Plüralizm yani “çoğulculuk” çağdaş siyaset terminolojisine yeni girmiş bir terim olarak kabul ediliyor. Ama çoğulculuk dini, ideolojik ve siyasi yapıların kabulü konusunda “müdahane” bağlamında muhataplarını zorlayan veya uzlaşma teklifinde bulunan müşriklerin en eski tezlerinden birisidir.
Çoğulculuğu demokrasi ile bağdaştıran Batılı paradigma “çok kültürlülük” söylemi ile kendi içinde farklı ideolojilere ve etnik farklılıklara liberal bir şemsiye açarken, kendi çıkarları ve paradigması ile zıtlık oluşturan göçmenleri ve İslamlaşma sürecini şemsiyesinin dışında tutan suskun bir ırkçılığı ve İslamofobiyi alevlendirmeye çalışıyor. Batılı siyasi bilinç ve modernist dayatma içinde öteki olarak görülen Müslümanlar ve göçmenler ABD ve AB ülkelerinde çok kültürlülük içinde entegrasyona razı olurken, bu ülkeler ise post-modern kimliklerin teşvikiyle onları asimile etmeye çalışmaktadır.
Hoşgörü iddiası ve demokrasinin bir gereği olduğu tanımlaması içinde gündemleştirilen çoğulculuk söylemini yaralayan önemli engeller vardır. Bunların en önemlilerinden birisi etnik otonomi arayışlarının ya da batılı paradigmaya alternatif bakış açıları, ideoloji ve dinlerin bir güvenlik ve beka sorunu olarak görülmesidir.
ABD’de ve AB’de de “milli birlik ve beraberlik” anlayışı birçok fikri akımı, cemaati veya ideolojik eleştiriyi öteki olarak görmekte ve göstermektedir. Aynı çağdaşlık ve bilimsel ilerlemecilik iddiasındaki sosyalist kökenli devlet ve hareketler de bu ayrılma fobisi içinde çoğulculuğa mesafelidir. Daha doğrusu karşıtına karşı hoşgörülü olma ve insan hakları söylemi çoğu kez demokrasinin çoğulculuk tanımının gerektirdiği vaatlerdir. Ama bu vaatler İslam dünyasında Müslümanların demokratik yolla seçimleri kazanması karşısında son derece havada kalmaktadır. Hatta çoğulculuk vaadi sahibi Batılı devletler halkı Müslüman ülkelerde yapılan askeri darbelere tepki göstermemekte, üstelik el altından da İslami potansiyele karşı yapılan askeri darbeler desteklenmektedir.
Oysa İslam’da gerek “Dinde zorlama yoktur” gerek bizim dinimiz dışında da dinler olabileceği kabulü ve öteki din veya ideoloji mensupları bize saldırmadığı müddetçe anlaşmalı olarak bizimle barış içinde yaşayacakları tarihi uygulamalarla sabittir. İslami literatürde Müslümanlar açısından çoğulculuk konusu fikri veya siyasi bir asimilasyon olarak değil, hukuki bir anlaşmanın ifade olarak uygulanmıştır. Siret-i Nebi’deki Medine Sözleşmesi ötekilerle anlaşmalı olarak barış içinde bir arada yaşanacağına dair yapılan ilk anlaşmadır. Üç ilahi dinin mekânı olan Kudüs’ün Müslüman yönetimler tarafından bu farklı din mensuplarına tanınan dini kimlikleriyle barış içinde nasıl yaşadıklarına örnek oluşturur.
Batı’da dini çoğulculuk projesi ise küreselleşme sürecine uygun bir teoloji üretmeye dayanır. Bunun da arkasında Katolik Kilisesi’nce 1962’de gerçekleştirilen II. Vatikan Konsili vardır. Konsil kararlarını Papa XXXIII Jhan 1965 yılında açıkladığında “Hristiyanlık dışında da kurtuluş olacağı” açıklanmıştı. Konsil’in evrensellik iddia eden kararları arasında “Tanrı’nın halkı” ifadesi kullanılmıştı. Tanrı’nın halkı Katolikler ve diğer Hristiyanlarla beraber Yaratıcı tanrıya inanan Yahudiler ve Müslümanlarla birlikte Tanrı’yı tanımamasına rağmen doğru bir hayat sürmeye çalışan gayr-i Hıristiyanları da kapsam dahiline alınması gerekliliği üzerinde durulmuştu.
1962’de belirlenen “Tanrı’nın halkı” ifadesi ile kapsam altına alınan Hiristiyan mezheplerin kucaklanmasıyla, ilahi kökenli dinlerlerin ve beşeri ideolojilerin mutedillik şartıyla kabul edilmesiyle aslında erken dönem bir post-modernlik belirlenmesine gidiliyordu. II. Vatikan Konsili ile “hak” kavramı ve arayışı göreli hale getiriliyordu. Aslında bu dini veya metafizik yakınlaşmanın Müslümanların tarihinde de heterodoks kökleri vardı. İslam felsefesi olarak sunulan “Nur’u Muhammedi” telakkisi ve batinilik anlayışı müfsid bir itikadi gelenek olarak dini çoğunluk algısına zemin oluşturmaktaydı.
Tanrı’nın halkı tanımlaması doğrultusunda iki baskın akım oluşturulmaya çalışılmıştır:
Birincisi: Latin Amerika Katolik Kilisesi’nin sosyalist söylemle ürettiği sol eğilimli Hıristiyan Kurtuluş Teolojisiydi.
İkincisi: İslam dahil olmak üzere büyük dinlere yönelik neo-gelenekçilik hareketiydi.
Hıristiyan Kurtuluş Teolojisi akımıyla Latin Amerika’da sistem dışına çıkma ihtimali taşıyan sosyalist tepkiler İnciller’deki adalet hükümleri ile diyalektik maderyalist yöntem birleştirilerek kontrol edilebilir sol dindar bir kurutuluş teolojisi oluşturulmuştur.
II. Vatikan Konsili ise “Tanrı’nın halkı” kapsamına Müslümanları da katarak dinlerin teolojik birliği tezine kapı açıp ilahi kitabı korunmuş olan tek hak din olan İslam’ı, diğer geleneksel din anlayışlarıyla bütünleştirerek özgünlüğünü tahrif etmeye çalışan 19. Yüzyıldan beri var olan oryantalist çalışmalara destek sağlamıştır. Zaten gayba taş atmak konusunda aynılaştırılmak istenen bu gelenek tasavvuf yoluyla Müslümanların kültürüne bulaştırılan Ene’l Hak felsefesinde kök bulmak istemiştir.
Şarkiyatçılığa Ernest Renan’ın (ö. 1892) kurslarına devam ederek yönelen Lois Massignon (ö. 1962) İslam dünyasındaki ruhçu öğretiler üzerinde çalışmalar yapmıştır. Öğrencileri Türkiye’den Nurettin Topçu ve İran’dan Ali Şeriati’yi Enel’l Hak felsefesi istikametinde etkileyen Massignon’un bir diğer öğrencisi René Guénon (ö. 1951) ise dinler arası ortak değerin an’ane veya büyük “G” ile yazılan gelenek olduğunu işlemiştir.
Guénon’un çizgisini takip ederek Müslüman olduklarını açıklayan Martin Lings (Ebubekir Siraceddin) (ö. 2005) ve arkadaşı Fritjof Schuon (Îsâ Nureddîn) (ö. 1998), İslami çerçeveyi Allah’ın ‘doğurmamış ve doğmamış’[1] olduğu ile ilgili vahyi bilgisine rağmen (haşa) taşarak evreni ve ruhları yarattığını iddia eden Eflatuncu ‘sudur’ felsefesi ile ve zannî kutsî hadis rivayetleriyle ve yorumlama eğiliminin yeniden önünü açtılar. Beslendikleri de modernite içinde muhafazakâr bir varoluşu ifade eden modern öze dönüş akımıydı.
1960’lardan itibaren de UNESCO ‘Enelhakcı’ bu batinî mutasavvufların bir çoğu hakkında uluslararası sempozyumlar yaparak Doğu halklarını sözde gelenekleriyle tanıştırmaya çalışmıştır. Bu sempozyumlardaki tebliğciler genellikle papaz şarkiyatçılardan oluşmuştur. Bu akımların birçoğu 1990’lı yıllarda bizim ilahiyat camialarında “Tarihselcilik” gibi “Neo-gelenekçilik” olarak neşv ü nema bulmuştur.
Avrupa kökenli ‘öze dönüşcülük’ sosyolojik bir yaklaşımdır. Toplumsal sapmalara ve ortak değerlerdeki bozulmaya karşı insanın ve toplumun “özü”nü yakalaması için yapılan bir uyarı, düşünmeye davet çağrısıdır. Bizim dünyamızda “Öze dönüş” gündemini ön plana çıkartan Nurettin Topçu ve Ali Şeriati oldu. Bu söylem bazı Müslümanlarca İslami esaslara dönmek olarak algılansa da bu iki müellife göre Batılı yabancılaşmaya karşı içinde Kur’n ve Sünnet’te olsa bütün muhafazakâr değerleri ve an’neleri de içeren yerli kültüre dönmeyi ifade ediyordu.
Neo-gelenekçilik de dini, tarihi ve sosyolojik değerlerin sahihini ve muharrefini birbirinden ayırmadan geçmişi eklektik tarzda, yerli ve milli çerçevede yaşatmaya çalışan ya da dinler arası diyalog hedefiyle savunan post-modern bir tezdi.
İslami asıllar bir taraftan modernist eğilim içinde hermonatik ve tarihselci okumalarla göreli hale getirilirken, neo-gelenekçi bakış açısı ve değerlerle de örtülmeye çalışılıyordu. Bu akımların etkisinde kalan ister tefsir, hadis, fıkıh, kelam çalışmalarında olsun ister tarikat kültürü ve Risale-i Nur çalışmalarında olsun bazı insanların etkilendiğini hatta savrulduğunu görüyoruz. Bu bağlamda İslamiyat çalışmalarının modernist ve neo-gelenekçi tez ve iddiaları karşısında tepkisel değil tutarlı cevaplar ve birlikte davranılanabilir bir İslami hayat örnekliğini tanıklaştırabilmeliyiz. Bunun için de dini anlama usulümüzü Kur’an bütünlüğü ile, Kur’an’daki delalet-i açık ayetlerle ve aslı Kur’an’da olan Resulullah Aleyhisselam’ın zamanı aşkın kesin Sünnet’ini yeniden test etmeli ve esaslarımızı tartışarak değil yaşayarak örneklendirmeliyiz.
Program, Hamza Türkmen’in konuşmasının sonunda İslami esasları yaşayarak örneklendirmenin ne olması gerektiği ile ilgili soruların müzakeresi yapılarak bitti.