15 Şubat 2014 Cumartesi gecesi dernek salonunda gerçekleştirilen programda, Haksöz Yazarı ve Özgür-Der Bartın Temsilcisi Şuayip MEKEÇ, konu ile ilgili olarak özetle şunları söyledi.
BU KONUYU NİÇİN KONUŞUYORUZ?
Yeryüzünde sorumluluk yüklenen ilk insan Adem (as)’dan beri ortak ismimiz ‘Müslüman’dır. Bu ismi bize Rabbimiz vermiştir. ‘İslam’ tarih boyunca ümmetin ortak ismimiz. Rabbimiz bizlere, aramızdan seçtiği peygamberlerle dinimizi öğrettiğini, onları bize, bizi insanlığa şahitler kıldığını ve aramızda hükmetmemiz için bu elçilerle bize kitabı verdiğini bildiriyor. Dinimiz İslam bize kendimizden başlayarak tüm dünyayı değiştirmek/ıslah etmek gibi bir sorumluluk yüklüyor. Çünkü İslam bireysel değil aile, cemaat, toplum ve ümmet bazında yaşanabilecek bir dindir. Kimliğimizin şahidliğine dayalı sosyal bir dindir.
İslami mükellefiyetimizin, toplumu değiştirmek, ıslah etmek için bize yüklediği sorumluluğumuzu yerine getirmenin en temel ve önemli aracı tebliğdir. Vakıf olduğumuz esasları, yaşadığımız kulluğumuzu, insanları hayra ve hakka çağırmak, İslamın yeryüzünde insanlığın dini olması için tebliğ ve davet görevimizi kuşanmamız gerekiyor. Tebliğin ve tebliğcinin en önemli vasıfları, risaletin ilk yıllarında inen Müddessir Suresinin ilk ayetlerinde açıklanmıştır.
Bu vasıfların en önemlilerinden biri tebliğcinin elbisesini/şahsiyetini (soyut – manevi anlamda) görünür pislik ve kirlerden temizlemesi, her türlü cahiliyeden hicret etmesine dair emirdir. Bu pislik ve kirler en somut misaller olarak, zina, hırsızlık, insanların hakkını yemek gibi kötülüğü çok açık olan şeyler gibi verilebilirse de, fahşa sadece bunlardan ibaret değildir.
Buradaki elbise mecazi anlamda kişilik ve kimliği ifade etmektedir. Kişinin tüm değer yargılarını, tavırlarını ve ahlakını ifade ediyor. Yani tebliğcinin elbisesini temizlemekten maksat, vahye – İslam’a aykırı her türlü duygu, düşünce, söz, fikir, tavır, hareket ve işten uzaklaşması, İslam’ın tüm değerlerini kişiliğinin vasıfları/ilkeleri haline getirmesidir.
Peygamberimiz vahiy gelmeden önce de elbisesi temiz, yani kişiliği ve kimliği dört dörtlük bir kişi olduğundan dolayı kavmi ona ‘emin – güvenilir Muhammed’ diyordu.
Vahyin gelişiyle birlikte, risaletten önce emin vasfına sahip olmakla beraber, insanların hayatını ilgilendiren dini muhtevadan yoksun olan peygamberimizin tebliğci yani dünyayı değiştirmeye çalışma sorumluluğu net bir şekilde ortaya çıktı. Vahyin gelişiyle İslam, tüm topluma yönelik bir mesaj haline geldi (kalk, İnzar et ! Gum, fe enzir !)), peygamberimizle başlayan bu tebliğ mücadelesi, öncelikle beraberindekiler (seçkin ashabı) olmak üzere, kıyamete kadar yaşayacak tüm salih mü’minler ile devam edecektir.
MÜSLÜMANLARIN KİMLİKLERİNİN PARÇALANMASI
En mükemmel örnekliğini peygamberimizde müşahede ettiğimiz tebliğci Salih mü’min kimliği, Kur’ani ilkeler üzerine oturur. Bu kimliği topluma taşıma çizgisi, Müslümanların tebliğde hareket hattını oluşturur. Çünkü İslam sadece tebliğde değil, hayatın istisnasız tüm alanlarında hakikatın kendisi olan ilkelerine göre yol – yöntem koyar.
Müslümanların Kuran’dan belirlenen ilkelerle oluşmuş Müslüman kimliğinin dışında bir kimlikleri olamaz. Bu gün sürece bakıldığında, 1900’lü yıllarda Müslümanların, içte İslamın sahih doğrularından uzak oluşları ve dışarıdan da işgalcilerin saldırılarına uğramaları sonucu zaafiyet içine düşmeleri ve ardından Batının üstünlüğü ele geçirmesi neticesinde, İslam ümmetinde bir kimlik parçalanması yaşanmıştır.
Bu yıllarda batının İslam memleketlerini fiili işgalinden ziyade zihinleri işgali daha yıkıcı olmuştur. Müslüman kimliği parçalanarak, seküler ve laik, ulusçu ve vatancı Müslüman kimlikleri oluşmuş; din - dünya ve ümmet - ulus ayırımları Müslüman toplumlar nezdinde olağanlaştırılmıştır.
Batı fiili işgalini bitirirken tüm İslam memleketlerinde laik ve ulusalcı işbirlikçi rejimler oluşturdu ve bu rejimler vahiyden – Kur’andan, İslami ilkelerden ve kimlikten uzak nesiller yetiştirdiler.
Bunun yanında, özellikle son yıllarda bireyselci, ben merkezci, çıkarcı, tepkisiz kişilikler ve kimlikler oluştu. Tüm bu kimlik kirliliklerinden, Müddessir Suresindeki elbisenin temizlenmesi emri gereğince, öncelikle tebliğciler ve bilahare tüm ümmet. mutlaka temizlenmelidir.
TEBLİĞCİ MÜSLÜMAN KİMLİĞİNİN TEMEL İLKELERİ NELER OLMALIDIR?
Öncelikle, Kur’anla kurulacak sağlam ve bir bağla, düşüncede netlik ve arınmışlık sağlanmalıdır. Bilahare bu düşünce netliği ve duruşumuzla, zaaflardan uzak bir kişiliğe sahip olarak, günümüzün emin/Müslüman ahlaklı kişileri olmalıyız. Ahlakiliğimiz zayıfsa, değerlerimizin hayatla ilişkisi kurulamayacak, İslami sorumluluklarımızın tebliği gerçekleşmeyecek demektir.
Bunun ardından Kur’ani mesajı hayatımızın tüm alanlarında yaşama azmiyle insanlara ulaştırma gayretinde olmalıyız. 16.Nahl Suresi 125. Ayetteki, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et, (ancak zaruri olduğunda) onlarla en güzel şekilde mücadele et (tartış) prensibi, tebliğimizin temel mihengi olmalı.
Tebliğcinin söz ve eylem bütünlüğü olmalı. İnsanları davet edeceğimiz şeyleri öncelikle kendi şahsımızda uygulamalıyız. Tebliğci bütüncül bir bakış açısına sahip olmalıdır. Tebliği namaz gibi zaruri bir ibadet olarak kavrayıp hayatın tamamında bu görevi bir ibadet olarak yerine getirmeli; hayatının tüm zaman ve zeminlerini ibadet bilinciyle, ilkeli olarak yaşamaya gayret etmelidir.
İşgalci batı ve işbirlikçi rejimlerin İslam’ı hayatın dışına çıkarma, ictimai alandan Müslümanları soyutlama ve İslamın siyaset ilkelerini İslam’ın dışında gibi göstererek İslamı bireysel bir konuma/vicdan dini konumuna itmiş olmasını asla kabullenmemeliyiz. İslam’ın bizzat hayat ve siyaset olduğunu tebliğinin en önemli mesajlarından biri olarak daima öncelemeliyiz.
İslami ilkeler çerçevesinde gündemi, sosyal ve siyasal olayları tahlil edip kendi çapında tavır ve hareket çizgisi geliştirmeliyiz. Bu günün meselelerine dair tahlil ve önerilerimiz olduğu takdirde, İslam’ı tekrar hayata ve gündeme döndürmemiz mümkündür. Aksi halde toplumun İslamileşmesi ve İslami yönetim tesisi boş bir beklenti olacaktır.
KİMİNLE NEYİN DİYALOĞU?
Dinler arası diyalog; yani hakla batılı bir araya getirmek değil, İslam müntesipleri arasında herkesin hayrına olan dünyevi maslahatlar bağlamında bir diyalog söz konusu olabilir. Bu da ancak Müslümanların kimlik sahibi toplumlar ve güçlü imkanlara sahip olmalarıyla mümkün olabilir.
Bu gün için dinler arası değil, İslamcılar arası diyalogtan söz etmek gerekiyor. Tebliğci, İslam dairesi içindeki kardeşlerine tebliğde bulunmaya çalışırken, hem tevhidi İslami anlayışa sahip Müslüman birey ve camialara; hem de tevhidi İslami fert ve camialara aynı zamanda geleneksel din anlayışına sahip fert ve camialara da Kur’ani ilkeler çerçevesinde, takiyyesiz ve samimiyetle yaklaşımlarımızı anlatmak ve onlarla kurulacak yakınlıklar en acil önceliklerimiz arasında olmalıdır.
İslamcılar arası diyalog olsa iyi olur bir fantezi değil, mutlaka gerçekleştirilmeye çalışılması gereken mutlak bir kulluk görevimizdir. Çünkü İslami anlayışlarında yanlışlar bulunsa bile, tüm İslamcılar aynı duyarlılığı, İslami tebliğ duyarlılığını ve sorumluluğunu taşımaktadırlar. Diyalog bu duyarlılık temelinde, camiaların birleşebilecekleri asgari Kur’ani ilkeler üzerine bina edilmeli; müşterekler azaltılmaya değil, çoğaltılmaya çalışılmalıdır.
Hülasa, tebliğcinin İslamcı olmayan Müslümanlar açısından mutlaka yapması gereken tebliği diyaloğa dönüşmek olmalıdır. Çünkü bu uslup, bizleri birbirimize yaklaştıracak, ileriye yönelik (en azından siyasi) vahdetin zeminini oluşturacaktır.