K.Ereğli Özgür-Der sorumlularından Davut Çevik’in sunduğu ‘’İSLAMİ TEBLİĞDE ÖNCELİKLERİMİZ VE İLKE ANLAYIŞIMIZ’’ başlığıyla verilen seminer ilgiliyle dinlendi. Konuşmada özetle şu vurgular öne çıktı;
Tebliğ; zaman, mekân, nitelik açısından amaca ulaşmak, nihayete ermek anlamlarına gelir. Istılahi olarak baktığımızda; Rabbimizin emir ve yasaklarını, taleplerini, beyan ettiği bütün hakikatleri, O’nun istediği ve bildirdiği şekilde insanlara ulaştırmak anlamına gelir.
Yeryüzünde yaşayışımızın temel gayesi Rabbimize kul olabilmektir. Ben kimim, niçin varım, neyi hedefliyorum gibi sorulara verdiğimiz anlamlı cevaplar hem kulluk bilincimizi yükseltir hem de kimliğimizi üretir. Yani bizi bir kimlik sahibi kılar. Tüm çabalarımızın merkezinde, katıksız, ikirciksiz bir Allah rızası yer almalıdır. Bunun için O’nun bizlerden taleplerini ciddiyetle ele almalı, yaşamalı ve toplumsal düzeyde yaşanılır kılmaya çalışmalıyız. Müslümanlık iddiası soyut bir iddia olamaz. İslami mücadele, fikir kulüplerinde, soyut düşünce merkezlerinde değil, mücadele alanında kazanılır.
“Andolsun içinizden, cihad edenleri ve sabredenleri belirleyinceye ve durumlarınızı ortaya koyuncaya kadar sizi deneyeceğiz.” (47/31)
Bu iddiayı benimsediğimiz anda, yeryüzündeki ıslah görevimiz, şahitlik vazifemiz başlamış demektir.
“Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim’in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce, gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘müslümanlar’ adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlanızdır. Ne güzel mevladır, ne güzel yardımcıdır.”
Kimliğimize yönelik cahili dayatmalar, kimliğimizi yok etmeye, beceremezse asli muhtevasını bulandırmaya, eklektik bir hale getirmeye çalışıyor. Böyle bir düzlemde zorlu ve kesintisiz bir mücadele içinde olduğumuzun farkında olmalıyız. Kuran’dan uzaklaştırılmış nesilleri, yeniden vahyin diriltici mesajı ile uyarma görevi aciliyet arz ediyor.
“İşte bu Kur’an, uyarılıp korkutulsunlar, Allah’ın ancak tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara bir tebliğdir. (14/52)
İnsanlara bir uyarı olan Kur’an, hayatın tümünü kuşatan bir dünya görüşü önerir ve ameli sorumluluklar yükler. Bu anlamda Kur’an’dan nasıl yararlanacağımızın metodik tartışmaları içinde sürekli kilitlenip oyalanmak değil, yakaladığımız aydınlığın şahitliğini yapmakla görevliyiz.Bu anlamda tebliğ ve davet çalışmaları, ıslah ve dönüştürme bilinci, kulluğumuzun ayrılmaz bir parçasıdır. Tebliğ; mücadele sıcaklığı içerisinde yerine getirilebilecek bir eylemdir. Temel hedef olarak Allah’ın rızasından hareket eden her çaba, son tahlilde hedefine varmış, mutlaka kazanmış demektir. İslama davette başarısızlığa yer yoktur. Müslümanlar her zaman iyimser olmak zorundadırlar.
“Deki: Ey kendilerine karşı haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. O, çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.”
Bu iyimserlik, tüm çabalar ortaya konulduktan sonra, sonucun Rabbimiz tarafından lehimize takdir edileceğine inanmaktır. Müslümanlık, dağların bile taşıyamayacağı yükleri yüklenmektir. Ciddiyet ve kararlılık işidir.Tevhid, kelami ve felsefi tartışmaların gündemine sıkışır. Özellikle Mekki ayetlerde vurgulanan bazı hususlara baktığımız zaman, tevhidin hayatın içinden bir anlayış olduğunu, yaşamımız içerisinde karşılıkları olduğunu görürüz. Örneğin;
- Ayetler karşısında inatçı kesilenleri, Allah’a rağmen ölçü koyanları kınamak. (74/16-25)
- Putçuluğu, şefaati ret. (53/19-26)
- Ölçüde hile yapan, teraziyi doğru tartmayan, insanların haklarını gasp edenleri ikaz etmek. (26/181-183)
- Diri diri gömülen kız çocuğuna hesabını sormak. (Tekvir 8-9)
- Yoksulu doyurmaya teşvik etmeyip, mal yığanları cehennemle korkutmak. (89/18-23)
- Kendilerini müstağni görenlere, hayrı engelleyenlere boyun eğmemek. (Kalem 10-15)
- Rabbimizi tekbir etmek ve tüm kirliliklerden arınmak. (74/2-5)
Tebliğ ve ıslah çalışmalarında bir metottan bahsedebilmek için öncelikle tutarlı bir kişilik olmamız gerekir. Hayatı anlamlandırmış, NET BİR İSLAMİ KİMLİK üstlenilmelidir. İslami kimliğin saklanması, mesajın etkisizleşmesine, kişilik zaaflarına, muhafazakârlaşmaya ve pasifliğe neden olabilir. Hatta gizlilik aldatıcı, sınanmamış bir güven duygusu verir. Siyer kaynaklarında bahsedilen “gizli davet” algısı doğruyu yansıtmamaktadır. İnsanlara şahit olmak için gönderilen bir elçi nasıl olur da gizlenir?
“Bir toplum, özünde olanı değiştirmedikçe, Allah’da o toplumun durumunu değiştirmez.”
Öncelikle ortaya bir değişim talebi koymamız gerekir. Daha sonra bu tercihlerimiz istikametinde Salih ameller peşinde koşmak gerekir,vahyi hayatın içinden bir mesaja dönüştürmek, ıslah çabalarımızın yegâne rehberi haline getirebilmek için TERTİLEN okumasını bilmemiz gerekir.
Amelden, pratikten kopuk bir bilinçlenme ve hazırlık safhası söz konusu değildir. Soyut bir içedönük eğitim sürecini kutsallaştıramayız. Mükemmeliyetçi bir tavırla, sürekli yeterli bir eğitim düzeyine gelmediğimiz vurgusunun yapılması, bizi hayattan koparan bir bahaneye dönüşür.
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz. Yapamayacağınız şeyleri söylemek, Allah’ın en çok nefret ettiği şeylerdendir.” (61/2-3)
Tebliğin açık delillerle yapılması, muhatabın iknası açısından önemlidir. Bu anlamda basiret, davete icabet edecek olan, arınma isteği duyan, Rahman’ın rızasından mahrum olacak diye içi titreyerek korkan, öğüt almak isteyeni; kendisini müstağni gören, hevasının peşinde koşan, kibirli insanlara tercih etmeyi gerektirir.
“Deki: Bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar basiretle (akla uygun, bilinç ve duyarlılık ile donanmış bir kavrayışa dayanarak) Allah’a çağırırız. Allah’ı tenzih ederim. Ben asla müşriklerden değilim. (12/108)
Bir ümmetin, bir Kur’an neslinin inşası, sabahtan akşama olacak bir iş değildir. Çünkü insanlar bu değişimin neticelerini, muhtemel sonuçlarını görmek isterler ve bedelini ödemeye hazır olup olmadıklarını ölçmek isterler. Bu anlamda mesajın TEDRİCİLİK PRENSİBİ çerçevesinde sunulması çok önemlidir.
“Kur’anı insanlara dura dura okuyasın diye kısım kısım indirdik. Onu safha safha indirdik.”
İçinde yaşadığımız topluma yönelik sağlıklı değerlendirmeler yapmak durumundayız. Islah çalışmalarımızın selamet açısından bu durum hayati öneme sahiptir. Toplum değerlendirmelerimizde genellemeler yaparak hepsini kâfir ya da Müslüman olarak görmek kolaycılığından sıyrılmalıyız.
“Mü’min olmuyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin.” (26/3)
Toplumla ilişkilerimizde güven ve samimiyet bağları, işimizi kolaylaştırır. İnsanlara, onların ahiret hayatıyla ilgili kaygı duyduğumuzu hissettirmeliyiz. Bizi harekete geçiren muharrik gücün bu kaygıdan kaynaklandığını, başka hiçbir çıkar hesabımızın olmadığını, yalnız ve yalnız Rabbimizin rızasını aradığımızı ortaya net olarak koymalıyız. Geçmişte yaşanan olumsuz cemaatleşme çabalarından ağzı yananlar çözümü “cemaat” kavramının kendisine küsmekte bulurlar. Klasik cemaatçiliğe ve ağabeyciliğe karşı çıkayım derken cemaat olgusuna karşı çıkmaya başlarlar.
ÖNCELİKLE zihinsel esaretimizden kurtulup sahih bilgiyi arama peşinde olmalıyız. Bilgilerimizi derinleştirebilmek için dağınık okumalardan ziyade, sistematik çabalar önemlidir. Ayrıca en temel konularda bile mutabakata varılamayan topluluklarda birlikte hareket edilemez. Yaşanan kafa karışıklığı, bir hakikati arama çabasından çıkıp bir tarza dönüşüyor ve sürekli soru işaretleriyle dolu yorumlar cirit atıyor.
İKİNCİ OLARAK, mesajımızın dışa vurumu olan ahlakımızı güzelleştirmek için çaba sarf etmemiz gerekir. Bunu muhataplarımıza hoş görünmek için değil kendi iç tutarlılığımız açısından da önemsemeliyiz.
ÜÇÜNCÜ OLARAK, sahip olduğumuz doğruları, bıkmadan usanmadan insanlara ulaştırmalıyız. Doğrularımızı kendi yanımızda istiflemeye çalışırsak “kitap yüklü eşekler” tanımlamasını hak etmiş oluruz.
DÖRDÜNCÜ OLARAK, doğrularımızı, iddialarımızı amelleştiren bir algımızın olması gerekir. İçerisinde bulunduğumuz anın şahitliğini yapmakla görevlendirilen kullarızŞunu bilelim ki bir müslümanın teklif gücü, yapabileceği en az şeyle sınırlı değildir.
BEŞİNCİ OLARAK, hayatımızı bir bütün olarak algılayıp En’am 162. ayet çerçevesinde sorumluluk üreterek yolumuza devam etmeliyiz. Tebliğ ve ıslah çabası, boş zaman faaliyeti değildir. Bireysel ve dünyevi işlerimizden arta kalan zamanlarda İslamcılık oynamak işimize geliyor olabilir ama Rabbimizin istediği kulluk bilinci bu olmasa gerektir. Yine müslümanların sıkça dillendirdiği; “Allah’ın vaadi haktır” söylemi, sünnetullahı görmezden gelmemize zemin teşkil etmemelidir. Değişim, insanların iradelerine bağlı olarak ortaya çıkar. (13/11
ALTINCI OLARAK, Her aşamada daha çok insana ulaşma çabası gütmeliyiz. Dışlamak, yok saymak, ilişki kesmek kolaydır ama doğru değildir. İçinde bulunduğumuz ortamlarda sık sık karşılaştığımız bir serzeniş vardır. “Bu insanlarla uğraşmaya ne gerek var?” vb. söylemler bizi vazifemizden uzaklaştıran bahanelere dönüşüyor.Hasan el Benna’nın şu ifadesi ortaya konulması gereken mücadeleyi çok iyi özetliyor: “Keşke şu davayı, annelerin karnındaki ceninlere de ulaştırabilseydim.”
YEDİNCİ OLARAK, siyasi gelişmeleri doğru yakalama, doğru zamanda, doğru tavır koyma becerisini geliştirmemiz gerekir. Yani her alanda kuşatıcı olmamız elzemdir. Müslümanların sorunlarıyla ilgilenmek, başarılarını ümmet bilinci ile sahiplenmek ve sahte sınırları aşmaya çalışmak gerekir. Sonuç almanın zor, yolun sarp olduğunu anladığımızda, ucuz ve kolay olanın cazibesine kapılabiliriz. Kim olduğumuz ve neyi hedeflediğimiz kesin değilse savrulmaların olması kaçınılmazdır. Dostlarımıza güven, düşmanlarımıza korku salacak bir hat üretmemiz gerekir. Sorumluluklarımızı bir yerlere havale edip, kendimizi huzura erdiremeyiz. Eleştirilerimiz, bizi daha bir hareketli kılmıyorsa, evimize televizyon başına hapsediyorsa orda durmak gerekir.
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşunuza giden konaklar, size, Allah’tan, Resulünden ve Allah yolunda cihattan daha sevgili ise, Allah emrini gönderinceye kadar bekleyin. Allah, fasıklar güruhunu hidayete erdirmez.” (9/24)
Toplumumuzun gündemine tezlerimizi sokmaktan çekinmemeliyiz. Mesajımızı, ciddi, yeterliliği ve sürekliliği olan bir şekilde sürdürmeliyiz. Hz. İbrahim’in putları kırıp muhataplarını sorgulattırması gibi, sahadan, gerçeklerin içinden konuşmalıyız. İnsanlara sorgulama yapabilecekleri alanlar açmalıyız. Arınma talebi olduğunu gözlemlediğimiz insanları öncelemeli, onları vahyin naif mesajı ile tanıştırmalıyız. Bu amacı gerçekleştirirken kullanacağımız dilin nasıl bir dil olması gerektiği üzerinde de uzunca durmalı, Kur’an’ın bu konudaki yaklaşımını iyice öğrenmeliyiz. Bu konuda vahyin yaklaşımı üzerinde ayetler ile durmaya çalışalım.
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğüt ile çağır. Onlarla en güzel şekilde mücade et. Şüphesiz Rabbin, kimlerin kendi yolundan saptığını, kimlerin doğru yolda olduğunu en iyi bilendir.” (16/125)
Anladığımız kadarıyla, konuşurken mutedil olma, tepeden bakmama esastır. Muhatabın iyiliğini isteyerek yaklaşma. Buradaki yumuşak söz, mesajın içeriği ile ilgili değildir. Çünkü ikircikli olmayan, açık bir üslup ortaya koymak da, Kur’an’ın bir emridir. Ortaya koyduğumuz her düşünce ve eylem, Rabbimizle olan ahitleşmemizin bir yansıması olmalıdır. Yeryüzündeki ifsada karşı ıslah çizgisinin temsilcisi olmak, malımızla, canımızla, mücadelenin içinde olmak zorundayız. Tirübünlerde oturup izleyici olma lüksümüz yok. Bizzat sahanın içerisinde yer almalıyız. Nitekim A’raf suresi 164 ve 165. ayetler uyarı vazifesini yerine getirmeyenleri kurtuluşa erenler içerisinde saymamaktadır.
“Onlardan bir topluluk şöyle diyordu: ‘Allah’ın helak edeceği ve şiddetli bir ceza ile cezalandıracağı topluma niye öğüt veriyorsunuz? Onlar da dediler ki: ‘Rabbinize karşı bir mazeret olsun ve belki sakınırlar! diye cevap verdiler. Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, kötülükten men edenleri kurtarıp, zalimleri fasıklık yapmaları sebebiyle çok kötü bir ceza ile yakaladık.” (7/164-165)
Ayette görüldüğü gibi yasağa uyan iki zümre var. Yasağa uyan fakat çiğnenmesine tavır almayan zümre (Niçin öğüt veriyorsunuz diyenler). Bir de uyarıyı vazife olarak gören zümre (Rabbimize mazeretimiz olsun diye, belki sakınırlar diyenler).165. ayette kurtulanların kimler olduğuna baktığımızda öğüt verenlerin kurtulduğunu, yasağa uymayanların ise cezalandırıldığını görüyoruz. Ama yasağa uyup çiğnenmesine tavır almayanların akıbetinin ne olduğu tam belli değil. Buradan şu sonucu çıkarmamız yanlış olmaz. Gerçekten kurtuluşa erecek olanlar kötülüklere karşı tavır alanlardır. Yani hayata müdahil olanlardır. Bu çerçevede peygamber efendimizin şu hadisi çok anlamlıdır:
“Bir kişi, Allah’ın kendisine ne kadar değer verdiğini öğrenmek istiyorsa, kendisinin Allah’a ne kadar değer verdiğine bir baksın.”