Seminerin açılış konuşmasını Amasya Özgür-Der Temsilcisi Özgür Eryiğit yaptı. Eryiğit konuşmasında her yıl olduğu gibi bu yılda aylık seminerleri yapmaya başladıklarını; yaşadığımız süreç içerisinde Müslümanlar olarak üzerimize düşen çok ciddi sorumluluklar olduğunu; özellikle Türkiye'deki yaşanan gündemlerin Suriye'de yaşanılan sıkıntıların gündemden düşmesine neden olduğunu ancak kardeşliğimiz gereği ocak ayında Suriyeli kardeşlerimize temel ihtiyaç malzemelerinden oluşan yardım tırlarının gönderileceğini, evlerimizde rahat bir yaşam içinde iken şu kış şartlarında zor şartlar altında yaşayan kardeşlerimize yapılacak yardım çalışmasına herkesin katkı sunmasını ve çevresine duyurmasını talep ettiklerini belirtti.
Dünya Çift Katmanlı Zindanda Yaşıyor
Açılış konuşmasının ardından sözü alan Serdar Bülent Yılmaz, Ulus devletler ve Kapitalist, küresel emperyalizm olmak üzere çift katmanlı bir zindanda yaşadığımızı hatırlatarak başladığı konuşmasında, ayrıca; bir zindan daha var ki, bunun da insanın içinde bulunduğu bu zindanları fark edememiş hali olduğunu ifade ederek sözlerine şöyle devam etti.
"Kapitalizm fıtrata aykırı bir sistemdir bencil ve sermayenin tekeli üzerine kuruludur. İnsanlar sanayileşme ile beraber köleleştirildi, mülksüz hale getirildi ve el değiştiren sadece mülkiyet değil, hâkimiyet de el değiştirdi. Bu düzen yağma ve talan düzenidir.
Dünyanın En Zengin 20 Ülkesinin Geliri En Fakir 20 Ülkenin Gelirinden 46 Kat Fazla
Küresel sistem sermayeyi tekelleştirerek zengin ve fakir arasındaki farkı yıllar geçtikçe açıyor. Bu düzen her zeminde kriz ve kaos üreten kirli bir düzendir. Dünyanın en zengin % 1'i, hane halkı varlıklarının % 50,1'ini elinde bulunduruyor. 1 milyar insan açlık sınırı altında yaşıyor. En zengin 62 kişinin, dünyanın %50'sine tekabül eden 3,6 milyar insan ile eşit mal varlığına sahip olduğu bir dünyada yaşıyoruz. En zengin 20 ülkenin geliri, en fakir 20 ülke gelirinin tam 46 katı daha fazla.
Dünyanın en zengin % 1'i, dünyanın geri kalan % 99'undan daha büyük bir servete sahip.
Dünya Yeni Bir Sisteme Muhtaç
Yaşanan bu süreçte İslam en büyük alternatif olmasına rağmen, Dünya Müslümanların bu yaşanan zulümleri ve sıkıntıları çözecek yeni sistemi ortaya koymasını beklerken,Müslümanların içinde bulundukları durum ve yıllarca küresel sistemin uyguladıkları politikalar Müslümanları kendi dertleri ile ilgilenmeye mecbur bırakmıştır.
Suriye'de, Irak'ta, Filistin'de, Arakan'da yaşananlar çağın bizi çağırdığını gösteriyor. Ölümle, işkenceyle, açlıkla, susuzlukla imtihan edilenlerin, kaynakları sömürülenlerin bizi beklediğini gösteriyor. Dünya yeni bir sisteme muhtaç.
Batı Karanlıklar İçindeyken İslam Dünya'sında Bilimsel Gelişmeler Baş Döndürücüydü
1400 yıl evvel Allah Resulü %80'i çöl olan Arap yarımadasına hükmetti ve o günün süper güçleri Sasani ve Doğu Roma'yakarşı tankı, tüfeği, uçağı, petrolü, donanımlı ordusu, serveti olmadan, inanmış insan kaynağı ile her iki küresel gücü de dize getirdi.
Batı karanlıklar içindeyken İslam Dünya'sında bilimsel gelişmeler baş döndürücüydü. İslam kültürü, görüşlerine ve birikimine özeniliyor, sarık sarıp entari giymek Endülüs dönemi Avrupa'sında çok yaygındı. Kralların iyi düzeyde Arapça bildiği, Endülüs ikliminde yetişip papa olan din adamlarının olduğu özgün bir medeniyetten bahsediyoruz."
Endülüs'ün 400 Yıl Süren Çözülme ve Yıkılış Sürecini İbretle Okumak Gerekir
400 yıl sürmüş çözülme ve yıkılış süreci olan Endülüs'ün ibretlik tarihini okunması gerektiğini belirten Yılmaz; "Osmanlı'nın gerilemesi ve yıkılması da 300 seneden fazla sürmüş, arada Abdülaziz ve Abdülhamid gibi öncüler çıkmışsa da, sonuç engellenememiştir. Bugün Türkiye'de de kazanımların olduğu bir dönem yaşıyoruz ve Erdoğan dönemi Abdülhamid dönemine benzetiliyor, peki sonrasının Abdülhamid sonrasına dönüşmemesi için neler yapılmalı?
Endülüs ve Osmanlı'nın çöküşüne bir çözüm bulamamışız. Bu çöküşe çözüm genel itibariyle Türkçülük ve Batıcılık politikalarıyla aranmış. İttihat ve Terakki kadroları Türkçülük Batıcılık politikalarını yürüterek Kemalist kadroların eliyle bu politikalar devletleştirilmiştir. Lozan antlaşmasıyla artık tamamen batının esiri konumuna geldik. Bütün bunlar yaşanırken İslam dünyası seyrediyordu. Niye? Çünkü ümmetçi anlayışı yitirmiştik.
Hak ve Özgürlük Mücadelesi İmanla Akılla Adaleti Hedefleyen Bir Direniştir
Bugün sürekli büyüyen ve vahşileşen küresel bir sistemle karşı karşıyayız, topraklarımız, zihinlerimiz, kalplerimiz kuşatılmış ve işgal altında, kurtulmak için hak ve özgürlük mücadelesi diyoruz. Hak ve özgürlük mücadelesi derken imanla, akılla, idrakle şekillenen, adaleti hedefleyen bir direnişi yüklenmekten bahsediyoruz.
Modern dönem geride kaldı post modern döneme geçtik. Çift kutuplu, tek kutuplu dünya derken küresel şirketler dünyasına geldik ve şimdi dijital bir dünyayız. Küresel kapitalizm kendisini bu dünyaya göre konumlandırdı ve daha da büyüyor. Biz ise servetlerinin bir miktarını sayıp yarı hayranlık yarı öfkeyle sadece konuşuyoruz.
Modern Çağı ve Post-Modern Çağı Geçtik Dijital Çağ'da Yaşıyoruz
Evet… Yeni bir dünya kuruluyor, yeni bir sosyoloji ortaya çıkıyor. Dijital bir dünya inşa ediliyor, eski alışkanlıklar, aidiyetler, aile ve cemaat bağları çözülüyor, ideolojiler sona eriyor. Dolayısıyla bu yeni şartlara göre yeni konumlanışlar, yeni araçlar, söylemler ve yöntemler gerekiyor. Elimizdeki araçların yetersizliğini ya da yeterince doğru kullanılmadığını da biliyoruz. O halde hak ve özgürlük mücadelesi yeniden değerlendirilmelidir. Vahyi zeminden kalkarak, tarihsel birikimimizi değerlendirerek Akif gibi; ''Doğrudan doğruya Kuran'dan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı'' diyerek, dünyayı yeniden yorumlayarak, ayakları yere sağlam basan bir fikir ve aksiyon zemini üretmek durumundayız…
Bu yeni dijital çağa yeni bir anlayış ortaya koymanın 3 şartı var. Birincisi rabbimizin doğru ile eğiriyi ayırt etmemiz için gönderdiği vahye hakim olmamız gerekiyor. İkincisi vahyin indiği nüzul ortamını iyi bilmemiz gerekiyor. Yaşadığımız dünyayı iyi tanıyarak Üçüncüsü vahyi günümüze taşımamız gerekiyor.
Sendika, Vakıf ve Dernekler Sadece Tabelada Kalmamalı
Özellikle Ak Parti iktidarı dönemiyle müslümanlara daha fazla alan açılmasıyla son 15 yılda yüzlerce sendika, vakıf ve dernek kuruldu. Ancak gelinen noktaya baktığımızda Sivil Toplum Kuruluşları olarak pek sonuç aldığımız söylenemez. Rüzgar kesildi gemi durdu.
Birçok sivil toplum kuruluşu sistemdeki tıkanıklığa çözüm olmak için kurulduğu halde sadece tabelada ismi yazılı halde kaldı. Oysaki bu alanlar düşüncenin ipotek altına alındığı ortamlar değil herkesin düşüncesini rahatlıkla ifade edebildiği ortamlar olmak durumunda.
Maalesef STK'larda medya da doğru kullanılamıyor. Yaptığı birkaç faaliyetin dışında nitelikli faaliyetler ortaya konulmadığı gibi medyada amaca uygun olarak kullanılmıyor. Oysa medya ilkelerimizi ortaya koymak için kullanılacak bir vasıtadır. Bu anlamda kendimizi kandırmaya gerek yok.
Birçok STK'nın güzel mekanları var, yurtları var, devletten proje alıyor, her türlü imkanı var fakat bu imkanlar sosyal sorumluluk alanlarında yeterince kullanılamıyor. Özellikle gençlere yönelik yapılması gereken çok ciddi sorumluluklarımız var. Gençlerimizi kaybediyoruz. Onları yargılamak yerine onların dünyasını anlayıp eski klasik gençlik çalışmalarımızı yeniden gözden geçirip yeni çözümler üretmemiz gerekiyor. Eğer bunu yapamazsak 10-15 yıl sonra gençlerimizi tamamen kaybedeceğiz. Bunu hesabı hepimizden sorulacak. Bu sorumluluklarımızı yerine getiremediğimiz için yol alamıyoruz. Sadece tabela üzerinde kalıyoruz.
İstişare kültürünü cemaat içi olarak algılıyoruz. Kardeşlik hukukunu cemaat içi olarak algılıyoruz. Oysaki istişare kültürü, kardeşlik hukuku cemaat üstü anlayışlar olması gerekir. Bizler toplu hareket ettiğimizde, toplu istişare yaptığımızda ancak sonuç alabiliriz. Güçlerimizi ümmetin dertlerine çare olmak için birleştirmeliyiz.
Allahın bir yasası var. Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah da o toplumu değiştirmez. Değerli kardeşlerim bu anlamda rabbimizin bizim hakkımızdaki hükmünün değişmesi için yeni ruhu kazanmamız gerekiyor.
STK'lar Bağımsız Bir Kimliğe Sahip Olmalı ve Bağımsız Hareket Etmelidir.
Tam da burada Tevhid'in sosyalleştirilmesi dediğimiz olgunun altını çizen Serdar Bülent Yılmaz, sığınmacı, sığ, eklektik bir zihni arka planla değil, sağ milliyetçi kirlilikten arınmış, Rabbimizin kitabında vaz ettiği ilkeler doğrultusunda, önüne ve arkasına hiç bir ek eklemeden sadece müslüman bir İslami kimlikle hareket etmeye ihtiyaç olduğunu söyledi.
İzzetli bir tutum takınarak ilkelerden asla taviz vermeden savunmacı-apolojik veya sığınmacı yaklaşımdan uzak durmalıyız.
Biz antitez değil teziz… Ümmeti ve insanlığı kuşatacak bir ufuk çizgisine sahibiz. Kendi elimizdekiyle yetinmek ve onunla teselli bulmak bizi zayıf bırakıyor. Felsefi alt yapımızın yani dava kimliğimizin çok sağlam ve net olması gerek…
Ölü fikirlerin öldürücü fikirleri çağırdığını ve bizi sömürüye açık hale getirdiğini hatırlatan Yılmaz, yeni bir dünya mümkün ama bu içimizdeki hastalıklardan kurtulmadan, elimizdekileri geliştirmek için çabalamadan olmayacağını belirterek; "Hak ve özgürlük mücadelesi salt bir insan hakları mücadelesi değil, temelde sosyal-siyasal dönüşümü hedefleyen bir mücadeledir. İçinde bulunduğumuz durum bir zindan halidir. Maalesef ezilen toplumlar olarak bu halin farkında değiliz. O halde önce bu halin farkında olmamız, sonrasında da bu hali ortadan kaldıracak bir ''Huruç felsefesini'' oluşturmak zorundayız." Yeni Ali Şeriatilere, Malik Bin Nebilere, Seyyid Kutuplara, Aliyalara, Afganilere, Abduhlara ihtiyaç var. Bu da derneklerin, sendikaların, vakıfların yumuşak koltuklarında oturarak, bir istişare ve dayanışma zemini oluşturmadan, bir ekol, okul/mektep haline gelmeden mümkün olamayacağını belirterek sözlerini tamamladı…
Seminer dernek salonunda verilen çay ikramı eşliğinde soru cevap şeklinde sona erdi.