Sunumuna başörtüsü yasağının biz müslümanların değil, bizatihi sistemin sorunu olduğunun altını çizerek başlayan Öz, konuyu Osmanlıda batılılaşma hareketlerinin kılık kıyafete yansımasından örnekler vererek irdeledi. Daha sonra yaşanan tarihsel süreci açıklayan Öz, konunun ülkedeki modernleşme süreciyle paralellik arzederek günümüze ulaştığını anlattı. Sunumun özeti şöyledir:
"Tüm modernleşme deneyimlerinde olduğu gibi Osmanlı modernleşmesinin önemli parametrelerinden biri de kadının sosyal, siyasal ve dini hayattaki konumunun değiştirilip dönüştürülmesidir.
Modernleşme 2. Mahmut ile başlatılsa da İstanbul'un fethi ile Osmanlı padişahlarının Bizans'tan etkilendikleri bir saray kültürü oluşmuştu. Bu saray içindeki kadınların da her zaman özel bir yeri olmuştur.
Giysi, Osmanlı da her zaman politik bir unsur olmuştur. Renkleri, tarzları ile ırk, din ve meslek temelinde ayırt edici bir özellik sağlamıştır. Müslümanlar yeşil, mavi ferace, Rumlar siyah, Museviler mavi, gayri Müslimler daha açık renklerde ferace giyerdi. 2. Abdülhamit bir Cuma çıkışında kadınların örtünmemiş kadar süslü ve açık çarşaflar giyerek matem elbisesi giyen Hıristiyan kadınlara benzettiğini ifade etmiş ve Müslüman olduklarını anlaşılmadığı için çarşafı yasaklamıştır.
2. Meşrutiyet dönemine gelindiğinde kadın kıyafetlerine ve tesettüre bakış 3 ana düşünce akımının etkilerini üzerinde taşımaktadır:
1-İslamcılar: Kadın kıyafetinin batılı biçim almasından rahatsızdırlar Musa Kazım çarşaf giyilmesini zorunlu kılan bir yasa talebi ile hükümete başvurmuştur.
2-Türkçüler: Tesettürü dini bir mesele olmaktan çok sosyal bir mesele olarak ele almışlardır.
3- Batıcılar: Avrupai giyimi savunuyorlardı. Abdullah Cevdet İçtihad dergisinde kadının tesettürden kurtulması gerektiğini söylemiş, 'Hem Kuran ı hem kadını aç' şeklinde sloganlaştırmıştır. Kılıçzade Hakkı da tesettürü toplumun gelişmesi önünde bir engel olarak algılamaktadır.
Cumhuriyet döneminde de M.Kemal'in tesettürün kaldırılmasından söz etmiş, ama halkın duyarlılığını göz önüne alarak ihtiyatlı bir yaklaşım sergilemiştir. Bedia Muvahhid'in şu anısı örnek verilebilir: Sahneye çıkarken başını örtmesini öğütlemiş, bunun üzerine şaşıran Bedia Muvahhid'e'Sen müslüman kadın olarak sahneye çıkıyorsun, bir de başın açık olursa bu çok fazla olur'demiştir.
Ancak kendi etrafına alafranga yaşam konusunda dayatmalarda da bulunuyordu. Cumhuriyetin ilk balosu Şevket Süreyya 'nın ifadesi ile ''herkesin sus pus oturduğu, sessiz, hareketsiz hatta kadınsız bir mevlid toplantısı diye tanımladığı bir balo idi ki Y Kadri, F Rıfkı, Ruşen Eşref'in hanımları dışında hiç kadın yoktu.
Cumhuriyetten sonra kadının kamusal alana katılımı yönündeki kılık kıyafet ve hayat tarzında Batılı kadınların yaşamının model olarak sunulması ve düzenlemeler yapılınca dindar aileler de bir içe çekilme tutumunu benimsediler. Kız çocuklarını gâvurlaşır endişesi ile mevcut okullara göndermemiş, kendilerini özel olarak eğitmeyi tercih etmişlerdi.
1945 ten sonra gerek dış dünyadan demokratikleşme konusunda gelen baskıların, gerekse ülke içindeki yükselen muhalefeti yumuşatma kaygıları ile Türkiye atmosferinde görece bir özgürlük ortamı Müslümanlarda bir rahatlama ve esneme meydana getirdi. Bu dönemde, İslami yayıncılık adına bir takım faaliyetlerin canlanmaya başladığı görülür. Bu yayınlarda da daha çok İslami eğitimin ihtiyacı, komünizm tehlikesi, Ayasofya camiinin açılması, öztürkçeleştirmeye tepkiler, milli kültürün tahribatı gibi konular işleniyordu.
Kılık kıyafet ve tesettür konusunda bu yıllarda Necip fazıl Kısakürek'in Ve eşinin Büyük Doğu dergisindeki yazılarında görüyoruz. Dergide 19 Mayıs spor bayramında genç kızların giysileri ve kürtaj gibi başlıklara rastlamak mümkündü. Necip fazıl'ın kullandığı söylem okuma yazma öğrenmeye ve tesettürlü olarak kamusal alana çıkma yönünde teşvik edici idi.
Dönemin dindar kesimleri üzerinde etkili bir başka şahsiyette Said-i Nursi'nin yazdığı Hanımlar Rehberinin içindeki tesettür risalesidir. Kadın, aile, evlilik, çocuk, eşlerin birbirine karşı ödevlerinin yanı sıra; İzmir, Manisa, Konya gibi şehirlerden Nur talebesi hanımların gönderdikleri mektuplar ve cevapları bulunuyordu. Said-i Nursi'nin söyleminde kadınlara kendi faaliyet alanlarını oluşturmakla yükümlü tebliğciler olarak görev yüklemesidir.
1960 darbesinden sonra dinsel bağnazlığa karşı mücadelede aydın din adamı yetiştirme şeklinde çözüm arayışları daha vurgulu olarak gündeme gelmiştir. Bu din adamları da çarşafın Kuranda olmadığı, bir Hıristiyan kıyafeti olduğu, bu kıyafetin altında kötülükler olabileceğini ifade ederek İslam'ı bir vicdan dini olarak göstermeye çalıştılar.
1960 lı yıllarda kadınların kamusal alana açılma konusunda korku ve çekingenliklerinin azaldığı söylenebilir.
Başörtüsünün Müslüman ailelerin köyden kente göç etmesi ve kamusal alanda görünürlüğünün artması bir sorun olarak karşımıza çıkmasında önemli bir kırılma noktasıdır.
Kentleşmeye paralel olarak öğrenim hayatında başörtülü kadınların artış göstermesi bugüne kadar sistem tarafından cahil, yobaz, ikinci sınıf, vs şeklinde yargıların sorgulanmasına yol açıyordu. Bu noktada yine irticanın tırmanması, karanlık güçlerin etkisi birer izah olarak ileri sürülüyordu.
Bu dönemin genç kızları etkileyen önemli simalardan belki de en önemlisi Şule Yüksel Şenler dir. ''İslam kadınına hitap başlıklı yazısı Yeni İstiklal gazetesinde 1. Sayfadan yayınlandı. Şule Yüksel'e dava açıldı. 1967 de Mehmet şevket Eygi'nin yönetimindeki Bugün gazetesinde fıkralar yazmaya başladı. Çeşitli illerde konferanslar veriyor, konferanslara binlerce insan yoğun katılım gösteriyordu.
70 li yıllar tesettürün kamusal alanda varlığının tartışıldığı yıllardı. Artık tesettürlüler hor görülen, bilgisiz, cahil bir sınıf değil başka amaçlar güden, bölücü tutum sergileyen, laiklik düşmanı kimseler olarak lanse ediliyordu.
Dindar kitleler için ise tesettürlü kızlar okumuş-yazmış, kültürlü, meslek sahibi, özgüvenli, düşüncelerini ifade edebilen, dünya görüşünü savunabilen kadınlar olarak model alınıyordu.
Müslümanlar kendi konumlarını tartışıyor, geliştirmeye çalışıyor, kaynaklarına ulaşmaya çabalıyordu. Varlıklarını çeşitli çatılar altında Milliyetçi, anti-komünist, muhafazakâr gibi adlarla telif ediyorlardı. Ancak şimdi altında toplandıkları çatı ile kendi kimliklerinin uygunluğunu tartışıyorlardı. Sağcı, milliyetçi, mezhepçi, devletçi anlayıştan uzaklaşıyorlardı.
Tesettür ayetleri okunurken kadınlar pek çok Kur ani kavramla yüz yüze geliyor kendi gerçekliğini kavrayıp modellerini üretmeye çalışıyorlardı. Müslüman kadınların gerek eğitim ve iş gerek sosyal ve kültürel alandaki faaliyetleri dikkat çekicidir.1977 de kız imam hatip okullarının açılması da karma okullara karşı bir alternatif olmuştur.
1980 darbesi irticai gelişmeleri(!) kendisine meşruiyet kazanma vesilesi yaparken darbe anayasası ile 1981 de Milli Eğitim Bakanlığı 8/3449 sayılı kılık kıyafet yönetmeliği yürürlüğe sokuldu. İlk kez öğrenci ve öğretmenlerin kılık kıyafetine ilişkin bu denli kapsamlı bir yönetmelik yayınlıyor ve imam hatipli kızların başlarını açması gerektiği açık bir dil ile ifade ediliyordu. Ardından bu genelgeye dayanarak üniversitelerde başörtüsü yasağı başladı. Türkiye'de başörtüsünün sistem için sorun olması; müslüman kadınlar için de İslami kimliğin bir sembolü, eskiye oranla daha niteliksel, daha siyasi bir anlam kazanması ve müslüman kadın kimliğinin sorgulanması, 1980'li yıllardaki başörtüsü yasakları ile ortaya çıkmıştır.
Kenan Evrenin ' Üniversiteye başörtüsü sokmayacağız, bunda kesin kararlıyız, hiç kimse bu meselenin üzerinde durmasın zaten dinde de böyle bir şey yoktur' dediği biliniyordu.
Yasakların başörtüsü konusunu gündemde tutması başörtülü öğrenci sayısının artmasında etkili oldu. Bu endişelerle YÖK, 1984 yılında bir ara formül olarak türban la derse girebileceklerini açıkladı. Ancak bu form da tesettürü sağlamadığından öğrenciler tarafından kabul görmedi.
1980 li yıllarda Özal'ın politikaları sistemin tabularını sarsarken bu sarsıntının dindar kitlelerdeki etkileri de İslamizasyon ile dönüştürülmeye çalışılıyordu. Başörtüsü yasağında da kısmi rahatlamalar görülmektedir. 1989 da YÖK türban kararını rektörlerin insiyatifine bıraktı.
Başörtüsü yasakları, Müslüman genç kızların politize olmalarını, bir bakıma yalnız başına haklarını aramak zorunda kaldıkları için güç kazanmalarını sağlarken sosyolojik açıdan da kadının toplumda gelenekte kabul edilenden farklı bir etkinlikle var olmaya başladıklarını ortaya koymuştu. Kadınlar durumlarını hem kendilerine hem ana babasına, komşu, akraba vs gibi çevrelere karşı anlatma ve var olma mücadelesi veriyorlardı. Bunca yoğun ve çeşitli çevrelere karşı bir mücadele sonunda başörtülü okumayı başarmak bir diploma kazanmanın ötesinde hak edilmiş İslami bir kimlik kazanmak anlamına geliyor, bilinç yükseltilmeye çalışıyordu.
Bunun ardından ise 28 şubat postmodern askeri darbesi geldi ve başörtüsü bu defa kamunun tüm alanlarından kazınmaya çalışıldı. Bu süreci yaşayan ve başörtüsü yasağına muhatap olan üniversite öğrencilerinin kendi ortam ve imkânlarına göre üç tercihi oldu:
1- Bir kısmı istemeyerek de olsa evlerine döndü.
2- Bir kısmı başlarını açarak ya da peruk, bere vs yöntemlere başvurarak okullarına devam ettiler.
3- Bir kısmı da maddi imkânlar bulup yurt dışında okudular.
Her üç kesimin geneli de mücadelelerini sürdürmemiştir. Bu kızlarımız, başörtüsü yasağının kaldırılmasına yönelik olarak yapılan çabalarda yer almadıkları gibi yeni çabalar da ortaya koymadılar.
Başörtüsünün yasaklanma nedeni İslami kimliğimizin bir göstergesi olması dolayısıyladır. Bu yasakçılar tarafından da zaman zaman dile getirilmektedir. Başörtüsü üzerinden İslami kimliğimizi toplumsal hayattan, kamusal alandan soyutlayıp, görünürlülüğünü engellemeye çalışılmaktadır.
Günümüze gelindiğinde ise sorunun hala çözülemediğini ve sürüncemede olduğunu görüyoruz. Bu sorunun çözümü için güçlü, kararlı ve dirençli bir tavır ve talep ortaya koymak ve sürdürmek gerekiyor.
Bizler tecrübelerimizi aktaracağımız ümmeti kuşatan, dünya ölçeğinde projeler üretmeli, her mekân ve ölçekte sorunu gündemleştirmeliyiz."
Seminer programı, dinleyenlerin katkılarının ardından sona erdi.