Akhisar Özgür-Der şubesinde bayanlara yönelik olarak düzenlenen seminerler dizisinin üçüncüsü olan "Taklitçilik hastalığı" başlıklı konu, Cemile Öz'ün sunumuyla gerçekleştirildi.
Sözlerine "taklid" kelimesinin anlam sahasından bahsederek başlayan konuşmacı, sunumunda özetle şunları anlattı:
"Taklid sözü Arapça 'k-t-d' kökünden gelir, mastardır. Sözlük anlamı kişinin boynuna kılıç, ip gibi birşey geçirmek veya takmaktır. Terim olarak anlamı, delile dayanmaksızın dini bir konuda bir alimin yaptığını yapmaktır. Delilini bilmeden bir alimin yaptığını taklid eden kimseye de 'mukallid' denir.
Taklidde kişi delile değil, alime uymaktadır. Delillerini bilerek ve ictihadına katılarak bir müctehidin görüşüne katılıp uygulayan kişi mukallid değil, tabii olur. İkisi arasındaki farkı anlamak için, imam ve cemaat örneğine bakarız. Cemaat namazda imamın yapacaklarını bildiği için, ayeti yanlış okuduğunda, rekatı eksik ya da fazla kıldırdığında, yanlış yaptığında yanlışa uymayıp, kendisini uyarırız. Müctehide ittiba eden kişi de, görüşünün Kur'an'a veya sünnete aykırı olduğunu gördüğünde körü körüne uymayı sürdürmeden, doğrusuna tabii olur. Çünkü taklitte körü körüne ve tam teslimiyetle bağlılık olduğu halde, ittibada delilini bilerek bilinçli bir şekilde uyma vardır.
Taklidin sebeplerine gelecek olursak bunlar; 1-İslam dünyasındaki siyasi durum, 2-İctihadı yapacak kişileri yetiştirecek ilmi çevrelerin zayıflaması, 3-Hazır fıkhi hükümlerin çoğalması, 4-Mezhepçiliğin artması, 5-Medrese zihniyetinin hakim olması gibi, taklid ve taassuba yol açan nedenler arasında, içtihad yapabilmesi için bir alimde aranan şartların ağır olması dikkatimizi çekmektedir.
Zamanla müctehid olarak ortaya çıkmak isteyen bilginlere karşı güvensizlik başgöstermiş, onların ictihadın bu ağır şartlarını taşıyıp taşımadıkları tartışma konusu olmuş ve özellikle taklid devri hüküm sürmeye başlayınca kimsenin bu şartları kendisinde toplayamayacağı görüşü galebe çalmıştır. Günümüzde de bu kanaat yaygın olup hala geçerliliğini sürdürmektedir.
İslamın ilk dönemlerinde müslümanlar müslümanca yaşamak için dini öğrenmenin farz olduğunu biliyorlardı. Bunun için okumanın öğrenmenin farz olduğuna inanıyorlardı. Onun için okumanın öğrenmenin, sorgulama ve eleştirmenin öne çıktığı dönemler olmuştur. Ancak, zaman içinde meydana gelen olumsuzluklar, bozulmalar, yozlaşmalar, Kur'an ve sünnetten sapmalar, fırkalaşmalar ve cehalet bu bilincin ve dinamizmin azalmasına, nihayet duraklamasına yol açtı. Artık insanlar dine göre inanmak ve yaşamak için kendilerinin okuyup öğrenmek yerine öne çıkmış ve ekolleşmiş alimlerin söylediklerini yeterli görmeye, onları taklid ederek yaşamaya başladılar. Bu öyle bir boyuta ulaştı ki, Kur'an'ı ve sünneti bizzat okuyup öğrenemeyen ve ona göre İslamı yaşamayan kişilerin, dinin amellerini bırakmaktansa, ulemanın ve ekollerin söylediklerini taklid ederek islamı yaşamalarının yeterli olacağı anlayışına götürdü. Bu da ister istemez taklid kapısının açılmasına neden oldu.
Katmerleşen cehaletle beraber toplumda artık bir alimin veya mezhebin görüşüne uymadan İslamın yaşanamaz olduğu inancı yaygınlaştı. Özetle Kur'an'ı ve sünneti okuyup ona göre inanmak ve yaşamak yerine, bir alimi taklid etmek dinin emri, bir mezhebe bağlanmak ise dinin kendisi oldu. Bu da taklid zorunluluğu anlayışını ve mezhebçiliği doğurdu.
İctihad-taklid tartışmalarının genel olarak hicri ikinci yy.da başladığı ve daha sonra kitaplarda bir bölüm olarak ele alındığı, bu konuda kitapların ayrıca yazıldığı bilinmektedir.
Ashab ve tabiin döneminde de, kişilerin birbirlerinin görüşleriyle amel ettikleri ve kaynağa daha yakın olmaları sebebiyle, önceki alimlerin dini daha iyi bildikleri, dinin hemen her konusunda ictihad ettikleri ve görüşlerinin hemen her zaman ihtiyaca cevap verebileceği gibi gerekçelerle toplumun bir kesimi taklidin caiz olmasının ötesine gerekliliğini savunurken, caiz görmeyenler de dinin özellikle okumayı, öğrenmeyi ve dini bilerek yaşamayı öngördüğünü, taklidin ise kişileri öğrenmekten alıkoyduğunu, bununda Kur'an'a ve Peygamberin sünnetine aykırı olup, ashab ve tabiin döneminde kişilerin sormalarının ve birbirlerinin görüşleriyle amel etmelerinin, delilsiz ve din bilgisinden habersiz oldukları anlamına gelmediğini ve sorulan şeylerin dinin tümü değil, ancak bazı meseleler olduğunu, mukallidlerin Kur'an'ın ve sünnetin öğretileri yerine onlara aykırı olup olmadığını bilmedikleri ulemanın söylediklerine uyduklarını ve uymayanların sapıtacaklarını söylediklerini, taklid edilen kişilerin dini bilmeyen cahil insanlar tarafından zamanla Allah ve Resulü yerine konulup, söylediklerinin vahyin öğretileri gibi dinselleştirilmesi tehlikesine yol açtığını ve bunun vahyi kabul etmeyerek, ancak atalarından gördüklerini kabul ettiklerini söyleyen müşrik inkarcıların anlayışına ve tavrına götürdüğünü söyleyerek taklide karşı çıkmışlardır."
Seminer programı soru-cevap bölümünün ardından sona erdi.