Hamza Türkmen söze İslamcılık kavramının tartışmalı bir kavram olduğunu, Kur'an ve Hadis literatüründe yer almadığını süreç içerisinde ihtiyaca binaen üretildiğini söyleyerek başladı. Osmanlı dönemi ve son dönemde Müslümanların ittihadı islam hedefleri vardı. İslamcılık kavramı TC'nin son dönemleri ile beraber kullanıma girdi. Müslümanlar Osmanlı ile zaaflı bir din anlayışı devraldı. Yeni Türkiye anlayışı ile Hacın yasaklanması, Camilerin kapatılması, Medreselerin yasaklanması, Arapça Kur'anın yasaklanması beraberinde sindirilmiş kadrolar ortaya çıktı. 1945 yılına kadar bu böyle devam etti.
İslam dünyasında, son 150-200 yıllık süreçte, devralınan iç ve dış sorunları aşmak için ortaya konan İslam kavramıyla irtibatlı bütün çabalar, "İslamcılık" terkibiyle nitelenir oldu. Bu nitelemede İslamcılık tanımı, bazı kere karalanan bir tutum, bazı kere de olması gereken bir duruş olarak karşımıza çıkıyor. Kişilerin İslam algısı ve İslami kimlik konusunda taşıdıkları niyetleri, bu kavrama ne tarz bir anlam yükledikleriyle de kendini ele veriyor.
Bu niteleme olumlu algılandığında, İslamcılık; öncelikle yaşanan sorunlar karşısında alternatif çözüm üretebilmek bakımından istibdatçı, batıcı, ulusçu ve gelenekçi akımlarla ciddi bir çatışmayı veya ayrışmayı ifade ediyor. İslamcılık yaşanan düşünsel, sosyal ve siyasal sorunlar karşısında Kur'an ve Sünnet'e dayanarak çözüm üretmeye, güç toplamaya, emperyalist kültüre, siyasete ve işgale karşı direnmeye ve İslam'ı sosyal planda yeniden yaşamlaştırmaya çalışan çabaların adı olarak karşımıza çıkıyor. Bu yaklaşım doğrultusunda İslam ile İslamcılığın irtibatını, iman-amel ilişkisinin kaçınılmazlığı gibi görmek mümkündür.
"İslamcılık" olgusuna olumsuz yaklaşanların tavırları ise muhteliftir. Öncelikle emperyalistlerin tanım ve ithamlarını bir tarafa bırakarak konuyu ele aldığımızda, karşımıza bir hayat dini olan İslam'ı hayatın temel alanlarından soyutlayıp sadece dar bir inanç dini haline indirgemeye çalışan ulusçu, batıcı ve uzlaşmacı akımlar çıkmaktadır. Bozulmuş İslam anlayışının devamından menfaati olan emperyalist politikaların körüklediği gelenekçi bir söylemle de İslamcılık eleştirileri yapılabilmektedir. İyi niyetli olmayan söz konusu cenah ve akımların İslamcılık eleştirileri "bilimsellik" iddialarıyla tezyin edilse de, aslında bu durum farklı kimliklerin, farklı akaidlerin karşı karşıya geldiği ideolojik bir çatışmanın sonucudur. Bu anlamda ulusçu, batıcı ve seküler kimliklerden ayrışmadan, tarih kutsayıcılığından ve gelenekçi zaaflardan arınmadan yapılacak İslamcılık eleştirileri tabii ki ön yargılı ve ideolojik olacaktır. Çünkü tüm olumsuz kimliklerin ve aykırı tutumların sahih İslami değerlerle çatışması söz konusudur. Dini ve dini kültürü bir alt şube halinde batılı kurum ve oluşumlara eklemlemek isteyenlerle birlikte mesai tutan veya paralelleşenlerin de İslamcılık eleştirileri güven verici değildir. İslam kültürünü üretilmiş olan zaaflardan arındırmaya çalışan her ıslah çabasını, İslam'ı korumak adına, "din"e aykırılıkla suçlayıp mümessillerine bir kulp takmayı karakter haline getirmiş sığ, hakkaniyyet ölçüsü gelişmemiş ve kendi özeleştirisini yapmaktan aciz kişi ve çevrelerin eleştirileri de genelde spekülatif kurgulardan oluşmaktadır. Ancak bu eleştirilerden kalkarak İslamcılığın tartışılmaz bir olgu olduğu da çıkartılmamalıdır. Adil ve ölçülü bir İslamcılık eleştirisi daha sahih bir anlayışa ve istikamete imkan sağlamalıdır.
Bunun birde Ulus devlete geçis süreci var ki Beşbin yıllık tarih, Yedibin yıllık tarih teorileri ile kök salınmaya çalışıldı. Bin yıllık tarih anlayışı ve Malazgirt ile beraber Ortaya atılan Ulus merkezli yaklaşımların hepsi Kurgusaldır.
En tutarlı İslamcılık eleştirisi, İslam'ı gerek Osmanlılar döneminde, gerekse ulus toplum döneminde mevcut statükoyu ve kurulu nizamı korumak için kullanmak isteyen yaklaşıma yönelik olanıdır. Bu yaklaşımın en çarpıcı örneği, İttihad Terakki İslamcılığıdır. Benzer bir tutumla batı kaynaklı düşünceyi İslami bir kılıfla sunma yaklaşımı da kimlik olarak "modernist İslam" nitelemesiyle karşımıza çıkan makyavelist ve uzlaşmacı bir tutum olarak eleştiriyi hak etmektedir. Yaşamlarında ihlas ve takva sorumluluğunu pek önemsemeyen, liberalizmin ve ulusçuluğun öncü isimleri Ali Suavi ve Namık Kemal'in İslam'la olan ilgilerinin böyle bir tutumu ifade ettiğini söyleyebiliriz. 20. yüzyılın hemen başında Ziya Gökalp'in ve Yusuf Akçura'nın İslamcılıkları da İttihad Terakki emellerini veya Türkçü ideolojiyi terbiye edilebilir bir "din" ile destekleme gayretlerinden başkası değildir. Bu bağlamda öncelikle "din temelli İslamcılık" ile "din"i dünyevi maslahatları için değerlendiren "çıkar amaçlı İslamcılık" arasında saflar ayrıştırılabilir. İslamcılık tanımlamasında kalkış noktası olarak en fazla dikkat edilecek husus, niyet ve ihlas boyutu olmalıdır. Bu nedenle de "din temelli İslamcılık"ın zaaf ve eksikleri ile beşeri değer ve maslahatları ön planda tutan İslamcılığın olumsuzluğu ayrı kategorilerde değerlendirilmelidir.
İslamcılık terkibi ilk olarak karşımıza çıktığında, hem indirgemeci bir yaklaşım olarak, hem de egemen zihniyetin ayrıştırıcı ve İtham edici bir tanımlaması olarak kullanıldı. Bu nitelemenin tarihi "Ittihad-ı İslam", "Ittihad-ı müslimiyn" ve "İslamlaşmak" tezlerinin konuşulduğu 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar götürülmektedir. Kavram Türkçede ilk defa Ziya Gökalp'in 1913'te "Üç Cereyan" konusunda makaleler şeklinde kaleme alıp sonradan kitaplaştırdığı "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" adlı kitabında "İslamlık" ve "İslamlaşma" kelimeleri yerine kullanıldı. 19. yüzyılda İslamcı olarak nitelendirilen hiçbir düşünür ve aksiyon adamı kendini bu sıfatla değerlendirmedi. Ancak İslam'ın hayatı, itikadı, ibadeti, sosyal ve siyasi yapıyı belirleyen, İnanılması ve yaşatılması gereken bir din olduğunu savunan müslümanlar, bu yaklaşımlarını vurgulu ve ayrıştırıcı bir şekilde ifade etmenin sıkıntısını çektiler. Kendilerini İslami ilke ve hassasiyetleri önceleyen bir mücadelenin mensubu oldukları noktasında farklı olarak tanımlama ihtiyacını da duydular. Örneğin Said Halim Paşa, her ne kadar dönemin ulusçuluk ideolojisinin etkisinde kalsa da, "Osmanlı-Türk Milleti"ni cahili tutum ve arayışlardan kurtaracak, İslam'ın temel inanç ve esasları rehberliğinde yeniden ümmet zindeliğine kavuşturacak gayretleri "İslamlaşmak" olarak vasfetti. 1918 yılında Sebilürreşad dergisinde "İslamlaşmak" başlığı ile bir dizi makale kaleme aldı. Yine aynı yıl yayınlanan "Buhranlarımız" adlı kitabında bu konuda şu önemli vurguları yaptı:
"Bizim için 'İslamlaşmak' elemek, İslamiyetin inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir. Bu tatbikin ise o esasların, zaman ve muhitin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tefsir edilmesinden sonra yapılması gerekir. Kendisinin müslüman olduğunu söyleyen bir adamın, kabul etmiş bulunduğu dinin esaslarına göre hissedip, düşünüp, hareket etmesi gerekir. Bunu yapmadıkça, yani İslamiyet'in ahlak, hayat ve siyasetine kendini tamamıyla uydurmadıkça, yalnız müslümanlığını itiraf etmek ona bir şey kazandırmaz. Hiçbir saadet de elde edemez. Bir Kant'ın yahut bir Spencer'in ahlak görüşüne inanan, ayrıca içtimai hayatta Fransız, siyasette İngiliz usulünü kabul eden bir müslüman, ne kadar bilgili olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir."
Ancak İslamcılık terkibi, İslam coğrafyasındaki 20. yüzyıl ulus devlet yapılanmalarıyla birlikte dayatılan batılı değer ve politikalara karşı tavır alan ve İslam'ı yeniden kültürel ve siyasal planda alternatifleştirmeye çalışan müslümanları nitelemek veya suçlamak amacıyla batıcı, laik ve ulusçu unsurların gündemleştirdiği bir tanım olarak yeniden hayat buldu. İslamcılık terkibinin kullanımı, ayrıştırıcı ve tasnif edici özelliği dolayısıyla da resmi ideolojilere muhalif müslüman kesim tarafından genellikle onay aldı. Fakat İslamcıların "Nasıl bir İslami kimlik?" sorusu karşısında "eklektik" olandan "özgün ve bağımsız" olana yönelmeleri oldukça müşkül, inişli çıkışlı ve buhranlı bir süreç yaşadı ve hala da bu sürecin döngüsü yeterince aşılamadı.
İslam coğrafyasında yaşanan İslam anlayışındaki bozuklukları gidermek, sosyal ve siyasi nizamı dinin temel kaynaklarına dayanarak yeniden ıslah ve inşa etmek niyeti ciddi bir uyanış ve bilinçleniş sürecini ifade etmektedir. Bu süreç tevhidi mücadele sürecinin devamı olan bir kazanımdır. Ancak son iki asırda Batılı kuşatma karşısında İslam'ın kurtuluş motifi olarak ele alınmasını "İslamcılık" cereyanının başlangıç tarihi olarak değerlendirenler de vardır.
Afgani ve çizgisi İslam ümmetini yeniden Kur'ani ve İslami esaslarla tanıştırıp itikadı, siyasi ve sosyal yapıda tevhidi bir dönüşüm hedeflerken; Namık Kemal ve benzerleri ise önceleri Osmanlıcılıkla İslamcılık arasında sonraları da İslamcılıkla Türkçülük arasında Osmanlı devletini ve Tanzimat Fermanı'nın laikliğe adım atarak yeniden biçimlendirmek istediği Osmanlı toplumunu, devam ettirmenin yollarını, araçlarını aramışlardır. Bu bağlamda Afgani-ll. Abdülhamid ilişkisi ilginç bir örnektir. C Afgani, Ittihad İslam fikrini gerçekleştirebilmek için Osmanlı Devletini araç misyonu yüklenmesi için devlet ricalini ikna etmeye çalışırken, II. Abdülhamid ise İttihad-ı İslam fikrini Osmanlı payitahtını koruyabilmek için araç olarak kullanmaya çalışmıştır.
O halde 19. yüzyıl içinde sosyal, siyasi, ahlaki, itikadi ve usuli konularda ağırlığını hissettiren Dört İslami söylem veya yaklaşım karşımıza çıkmaktadır:
Birnci yaklaşım ; İttihat ve teraki döneminde yaşanan bozulmanın aşılmasını sağlamak amacıyla inşaa edilmeye çalışılan İttihadı İslamdır.
İkinci yaklaşım; var olan geleneksel yapıyı, İslami duyarlılıklarını kamçılayarak hem Batı yayılmacılığı karşısında direnişe sevk etmek, hem de Kur'an ve Sünnet esaslarına göre dönüştürmek, zindeleştirmek, ıslah ve inşa etmek ister.
Üçüncü yaklaşım; islama karşı saldırıları püskürtmek ve karşı gelmek ve İslami bir bütünsel algısı ile yeniden ıslah ve inşaa aşaması görüşleridir.
Dördüncü yaklaşım ; mevcudu korumak konusunda İslami söylemi, mevcut statükonun ya reforme edilmesi ya da taviz temelinde korunması için kullanır. Bu tutum İslami olana teslimiyetle onun gücünden yararlanma arasında ki bir gelgittir.
Görüldüğü gibi mevcut olan esas alındığı takdirde müslümanlık veya İttihad-ı İslam fikri ya da "İslamcılık" sadece siyasi bir araçtır veya mevcudu korumak için zamana bağlı olarak yükseltilen veya tüketilen bir söylemdir. Oysa konuya tevhidi mücadele süreci veya ihya ve ıslah geleneği açısından yaklaşıldığında asıl olan devlet, ülke veya toplum realitesi değil, İslam'ın ilkeleridir ve bu ilkelerin ışığında mevcut realitenin nasıl değerlendirileceğidir. O halde yakın tarihimizde İslam adına ortaya konan çabalar illaki İslamcılık olarak vasıflandırılacaksa, iki tür İslamcılığın birbirine karıştırılmaması ve ayrıştırıcı vasıflarının belirtilmesi gerekecektir:
Birincisi; Hz. Muhammed'in sünneti ve ilk dönem tevhid ve adalet hareketlerinin ve temsilcilerinin gayretleriyle kökleşen tevhidi mücadele çizgisinin devamı olan veya ihya ve ıslah geleneğinin taşıyıcısı olan İslamcılıktır. Bu yaklaşımı "Tevhidi mücadele süreci" veya "Evrensel İslami hareket" ifadeleriyle tanımlamak daha açıklayıcı ve belirleyicidir.
İkincisi; pragmatik ve konjonktürel olan İslamcılık veya İttihad-ı Terakki İslamcılığıdır. Bu yaklaşıma dün için Osmanlı İslamcılığı, bugün ise Türk veya Türkiye İslamcılığı da diyebiliriz. Ulus değerleri önceleyen tüm İslamcı açılımların da benzer etnik veya "vatan" temelli kavramlarla maluliyet taşıyan bir sınırlanma içinde olmaları kaçınılmazdır.
Birinci anlamda kullanılan İslamcılık, referans ve niyet açısından köklü bir özgünlük içerir, içerden veya dışarıdan her türlü ifsad ve zulüm karşısında ıslah görevi ve tevhidi mücadele sorumluluğunun taşıyıcısıdır. Malik bin Nebi'nin veciz bir şekilde ifade ettiği "Kurumlarımızın ve medeniyetimizin çözülmeye başladığı, Muvahhidler sonrası sosyal hayatın da çözüldüğü ve yerini ilkel hayata bıraktığı"35 5-6 asır öncesinden günümüze kadar devam eden İslami ihya ve tecdit çabalarını öncelikle dış amillerden çok iç amiller harekete geçirmiştir. Tevhidi mücadele çizgisinin öncelikle Batı yayılmacılığına duyulan tepkiden değil, ümmet bünyesindeki itikadi, zihinsel ve ameli çürümeye karşı vahyi ilkelere sadakat ve ıslah sorumluluğu nedeniyle belirginleştiği bir gerçektir. Hicri 1. ve 2. asırdaki "tevhid ve adalet" hareketleri, İslami kıyam örnekleri, İbn Teymiye'ye kadar uzanan ıslah çabaları birbirini takip eden süreçlerdir. Birçok yetersizlikler taşısa da; 15. yüzyıldaki Muvahhidler hareketinin önderi Ibn Tümerd'in tezleri, 16. ve 17. yüzyılda Osmanlı düşünce yapısını, sosyal ve siyasi yapıdaki bozulmaları ıslâh etmeye çalışan Kadızadeler hareketi 17 ve yine 18. yüzyılda mayalanan ve 19. yüzyılın başında Mısır, Osmanlı, İngiliz ittifakı sonucu engellenen Muhammed Abdülvahhab'ın ilk İslam neslinin zindeliğini yeniden inşa amaçlı tecdit ve ıslah çabaları bir öykünmeciliği değil/ İslam'ın orijinine inmeye çalışan bir özgünlüğü ifade etmiştir. Bütün zaaflarıyla birlikte Şah Veliyyullah Dehlevi'nin, Cemaleddin Afgani'nin, Muhammed Abduh'un beslendiği bakış açısı da bu çizginin modern sorunlar karşısında yeniden ifade edilmesi çabasıdır.
Kur'an merkezli evrensel İslam algısı, geleneksel kesim tarafından da, İslam'ı 'kültür İslam'ına indirgeme temayülündeki modernistlerce de genellikle köksüzlük, maceracılık ve pratik bir gelenek oluşturamamakla suçlanmıştır. Oysa tevhidi değerlerin yaşayan gücünü temsil eden bu çizgi, Kur'an'ın tatbikinde en güzel örnek olarak Rasulullah'ın sünnetini, yeniden ihya çabası içinde yaşamlaştırma mücadelesi vermektedir; 5-6 asırdan bu yana fiili olarak çözülme sürecini yaşayan İslami geleneği yok etmeye değil, muharref değerlerden arındırıp, gücü, birikimi ve idraki oranında ıslah etmeye çalışmaktadır. Tevhidi mücadele sürecinin tağuti güçlere karşı "devrimci/inkılapçı" tavrının beslendiği temel de, işte Kur'an merkezli bu evrensel İslam algısıdır. Bu yaklaşımın son 150-200 yıldan bu yana modern dünyaya karşı yaşanan kimlik kırılmalarını ve sömürgeleşme sürecini engelleyebilmek için daha ziyade fikri ve siyasal cevap üretme, fiili direnişi teşvik ve örgütleme uğraşı içinde olduğu, bu nedenle de gündelik hayata ilişkin kalıcı bir pratik veya model geliştirme fırsatı bulamadığı doğrudur. Ancak, ihya ve ıslah çabalarının kitleleri kuşatacak bir açılım içinde oldukları dönemlerde nasıl da karşı "İslamizasyon" politikalarıyla gerek sultanlar, gerekse ulus devletler tarafından engellendikleri, ezildikleri veya yasaklı ilan edildikleri de unutulmamalıdır. Bu konuda, son dönem İslami uyanış sürecinin ve İslami hareketlerin tarihi yeterli belgeler sunacak zenginliktedir.
Eğer İslamcılığı ikinci anlamda ele alacaksak, karşımıza bir kafa karışıklığı ve kimlik bulanıklığı çıkacaktır. Ittihad-ı İslam fikrinin tartışıldığı yıllarda Osmanlı devlet adamları, ulema ve yeni türeyen aydınlar arasında henüz Türkçü İdeoloji temayüz etmemişti. Ancak sonradan zuhur eden Batı patentli Türkçü söylemin ve Osmanlı mirası üzerine kurulan modern Türk ulus devletinin dayattığı ideoloji karşısında şirin görünmek isteyenlerin İslamcılık kurguları, "yerli" ve "yabancı" kök arayışı içinde zihni ve fiili evrensel ümmet dayanışmasını yaralamış, müslümanları ulusçu, sağcı, devletçi bir eklemlenmeyle daha fazla kimlik kirliliği içine itmiştir.
Islah ve ihya sürecinin takipçilerinin bazı hatalarını abartarak modernizmin etkisinde kalmakla suçlayıp itham yarışına giren bu çevreler, mevcut tavırlarıyla aslında batının tevhidi uyanış sürecini dün "pan-İslamist" bugün "siyasal İslam" vurgusuyla nitelendirerek ezmek isteyen politikalarla yan yana duruyorlar. Sığındıktan şemsiye ise tamamen modern bir projeden ibaret: Ulus, ulus tarihi ve ulus devlet.
Bazılarının muhalefet ettiğini sandıkları batıcılığa rağmen giydikleri tamamen modern ve batılı değerleri ifade eden "ulus kimlik", Namık Kemal'den bu yana özünden saptırılan "millet" kavramı ile dini-geleneksel kök arayışının ifadesi olarak piyasaya sürülmek istenmiştir. Oysa "din ve şeriat" anlamına gelen bu kavramın "ulus" kelimesinin yerine kullanılması, hem gelenekçiler hem de modernistler tarafından üretilen din anlayışındaki temel bir sapmayı ve saptırmayı ifade etmektedir. Bu anlayışın iz düşümü gerektiğinde kelime-i tevhid bayrağını "yeşil bez" olarak niteleyerek Ittihad Terakki'nin şekillendirdiği "Türk" bayrağına birçok dini anlamlar yükleyip, dinin "modern ulus proje" doğrultusunda nasıl da kullanıldığının üzücü örneklerini vermektedir.
Modern ulus değerlerle ilahi temelli İslami değerleri iç içe geçiren bu ulusal-dindar anlayışın basiretsizlik söz konusudur. Ancak hastalıkların, hastalıklı ölçülerle iyileştirilemeyeceği açıktır. Yerel sorunları çözümlemek için İslami ilkelerin yanına "yerlilik" ideolojisini de sıkıştırmaya çalışanlara, hangi safta durduklarının ayırdına varabilmeleri için yardımcı olmak gerekmektedir.
Türkmen, birikimleri ve tecrübelerini paylaştı Türkiye'de İslamcılığın gelişim seyrini içeriden bir bakışla izah ederken İslamcılığın gelecek tasavvuruyla ilgili de önemli analizlerde bulundu.
İslam'ı kavrama ve yaşama azmini sürdürenler için tüm düşmeler ve kalkmalar bir tecrübe, bir birikimdir. Ve süreç ilerledikçe tüm çözülenlere ve lokalleşenlere rağmen Türkiye İslami uyanış ve tevhidi bilinçleniş süreci kök saldı ve değerini bilenler için birikimini göğertti.
Artık bilgiye ulaşmak isteyenler için çorak toprak yeşerdi. Artık bilgi eksikliğimiz mâzeret değil. Eksikliklerimiz daha çok adap da, üslup da, birlikte iş yapabilme becerisini elde edecek hasbilik, isar, şura ve adanmışlık bilincinde.
Nasıl bir yönetim tarzı ve sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel bir model istendiği konusuyla ilgili gündemler afakidir. Yerel ve küresel kuşatmalar ve zaafa uğramış bir ümmetin parçaları olarak ulus devlet çatıları altında, modernitenin taarruzuna muhatap olarak yaşıyoruz. Uzun erimli ideallerimizi ilkin kendi aramızda, şûra temelli birlikteliklerimizde yaşatabilme aşamasına geldik mi gelmedik mi sorusunu öne çekmeliyiz.
Şu anki stratejik aşamamız, hazarda veya seferde var kalabilmek ve geleceğimize hazırlanabilmek için kendimize ve ümmetin diri kollarına özgürlük alanları açabilmek olmalıdır. Yahut mevcut durum muhasebemize uygun olarak harekât hattımızı, sünnetullah çerçevesinde yeniden ele alabiliriz.
Niteliğimiz, dayanışmamız ve birlikte iş yapabilme ahlakımız geliştiği süreçlerde istikâmetimizin merdivenlerinden tırmanmak imkânlıdır. Yeter ki fıtri olana ve vahyin toplumsal yasalarına uygun çizgide gereğince yol alabilelim.
Yerel ve küresel vesayet sistemlerini en fazla ürküten de, uyuyan devi uyaracak, eğitecek ve mücadele saflarına nitelikli katılımı çoğaltabilecek bu kolektif bilinçlenme düzeyidir. Bu düzeyi besleyecek etkenlerden en önemlisi de İslami duyarlılık ve uyanış süreçleridir. Tevhidi bilinç duyarlılıktan güç almalı, duyarlılık bilinçle kucaklaşmalıdır.
Haber: Recai Aguş