Toplumsal Cinsiyet ve İstanbul Sözleşmesi Meselesi
Özgür-Der panelinde toplumsal cinsiyet kavramı ve İstanbul Sözleşmesi ele alındı.
Özgür-Der 2019-2020 Aylık Paneller Serisinin beşincisi kapsamında "Toplumsal Cinsiyet ve İstanbul Sözleşmesi Meselesi" başlığı tartışıldı.
Eğitimci-Yazar Mehmet Ali Kaçmaz tarafından yönetilen panelde Sosyolog-Yazar Hülya Şekerci ve Özgür-Der Genel Sekreteri Musa Üzer birer sunum yaptı.
Konuşmacılar toplumsal cinsiyet kavramına ve arka planına ilişkin açıklamalarda bulunurken İstanbul Sözleşmesi üzerinden oluşan tartışmalara değindiler.
Toplumsal cinsiyet kavramının gelişigüzel kullanılmasının yanlış olduğunu ifade eden konuşmacılar, sözleşmenin …
- Sözleşme 6284 no'lu yasayı doğurdu
Toplumsal cinsiyet kavramının tarihi sürecine dair açıklamalarda bulunan Mehmet Ali Kaçmaz, kavramın ilk defa 1970'li yıllarda kullanıldığını söyledi.
Toplumsal cinsiyetin sonradan öğrenilen ve cinsiyete toplum tarafından biçilen rol anlamına geldiğini ifade eden Kaçmaz, İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen "Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi"nin 2011 yılında ilk olarak Türkiye tarafından imzalandığı ve bunun sonucunda 6284 no'lu Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun'un yürürlüğe girdiğini hatırlattı.
Sözleşmenin içeriği çevrilirken farklı ifadeler kullanıldığına değinen Kaçmaz, "partner" gibi ifadelerin "aile" olarak ele alındığını fakat bazı maddeler esas metine sadık kalındığını anlattı.
- Sözleşme 45 ülke tarafından imzalandı
Sözleşmenin adının İstanbul'da imzaya açıldığı için İstanbul Sözleşmesi adı ile anıldığını belirten Hülya Şekerci, metnin 48 üyeli Avrupa Konseyi tarafından hazırlandığını ve 45 ülke tarafından imzalandığını söyledi.
Sözleşmenin ülke meclisi tarafından onaylanmadığı taktirde yürürlüğe girmediğini ve sözleşmenin Türkiye dahil 38 ülke tarafından onaylandığını, Türkiye'nin tüm partilerin desteği ile hızlı bir karar ile sözleşmeyi onaylayan ilk ülke olduğunu kaydetti.
Şekerci, sözleşmenin toplumsal cinsiyet eşitliği üzerinden kadına şiddeti ele aldığını hatırlatarak, neredeyse dünyada ülkelerin tamamı tarafından imzalanan Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi (CEDAW) isimli sözleşmeye dayandığını belirtti.
- Feminizm & toplumsal cinsiyet
Toplumların kadın ve erkeğe doğuştan gelen özelliklerin dışında misyon yüklediğini ve toplumların kadın ve erkeğe biçtiği rollerin toplumsal cinsiyet olduğunu anlatan Şekerci, feminist grupların buna kökten karşı çıktığını söyledi.
"Toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan feministler, farklılıkların din ve gelenek temelli olduğunu söylerler ve söylemleri din ve gelenek karşıtlığından oluşur." diyen Şekerci, beden algısındaki değişimlerden sonra kadınların 'bu beden benim ben istediğim gibi kullanırım' gibi noktalara geldiğini ifade etti.
Batıdaki aydınlanma hareketlerini hatırlatan Şekerci, kadınların bu aydınlanmayı daha geç yaşadığını, aydınlanma denilen durumun erkekler özelinde olduğunu söyledi. Fransız İhtilali sonrası kendilerinin karar alma mekanizmalarında yer almadıklarını fark eden kadınların bu sürece girme talebi ile kadın mücadelesinin doğal olarak başladığını belirtti.
Şekerci ayrıca aydınlanmanın en önemli isimlerinden Kant'ın kadın hakkındaki ifadelerinin İbn Kesir refsirinde yer alan İsrailiyat rivayetleri ile neredeyse aynı olduğunu söyledi.
- Nahide Opuz Davası ve İstanbul Sözleşmesi
Müslüman kesimlerin de Toplumsal Cinsiyet kavramını gelişigüzel rahatlıkla kullandığına değinen Şekerci, kavramın arka planı sebebiyle Müslümanlarca kullanmamasının gerektiğini bildirdi.
2009 yılında kocası tarafından şiddet gören Nahide Opuz isimli kadının mahkemeye başvurması sonrası mahkemenin "aile içi mesele" kararı vermesi ve sonrasında eşinin annesini öldürmesi üzerine Opuz'un Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurduğunu hatırlatan Şekerci, bu davanın aile içi şiddet ile bu mahkemede yapılan ilk dava olduğunu ve Türkiye'nin bundan sonra aile içi şiddetle nasıl mücadele ederizi düşünmeye başladığını kaydetti.
Bu davadan sonra AİHM'e farklı ülkelerden de benzer başvurular yapıldığını bildiren Şekerci, Avrupa Konseyi'nin İstanbul Sözleşmesi'nin bunun üzerine hazırlandığını aktardı.
- Medya şiddeti öne çıkarıyor
Şekerci, geçmişte çocukların aile ve öğretmenlerinden "dayak" yediğini fakat bunun bir sorun olarak ele alınmadığını, günümüzde ise bunun mümkün görülmediğini belirterek, şiddet temalı haberlere dikkati çekti. Şekerci Türkiye'de 2000'li yıllarla birlikte kadına yönelik şiddet haberleri ve istatistiklerinin gündeme geldiğini, aslında şiddetin artmadığını sadece gündeme geldiğini söyledi.
"Medyanın etkisinin çok olduğunu düşünüyorum, şiddetle ilgili haberler farklı şekillerde ve çok öne çıkarılıyor, ABD'de bir milyon kadından 22'si, Türkiye'de bir milyon kadından 5'i bir erkek tarafından öldürülüyor, tabi bir kişi bile çok önemli ama basın Türkiye'nin en büyük sorunu kadına karşı şiddetmiş gibi davranıyor." diye konuşan Şekerci bu haberlerin artmasının yapılan araştırmalara göre duyarsızlaşmaya sebep olduğunu ve bu işi yapmak isteyenlere yol gösterdiğini anlattı.
İstanbul Sözleşmesinde "kadının cinsel yönelimine bakılmaksızın" şiddete karşı çıkıldığı ifadesinden hareketle sapıklıkların önünü açıldığı düşüncesine katılmadığını söyleyen Şekerci, bu ifadenin metinde geçmesinin doğru olmadığını fakat burada maksadın bu olmadığını belirtti.
- Sözleşme şiddeti engellemede işlevsel değil
Sözleşmenin aile içi şiddeti engelleme yolunda önerdiği uzaklaştırma gibi işlemlerin işlevsel olmadığını, sözleşmenin ortadan kaldırdığı arabuluculuğun tam olarak işletilmesi durumunda işe yarayabileceğini ifade eden Şekerci, eş, dost, akraba, cemaat ilişkilerinin bu anlamda daha işlevsel olabileceğini söyledi.
Şekerci, batıda da alınan önlemlerin pratikte işe yaramadığını, dünyada hala kadınların en çok öldüğü yerin kendi evleri olduğunu bildirdi.
6284 no'lu kanuna da değinen Şekerci, "Kadının beyanı esastır" maddesinin çokça gündeme geldiğini fakat aslında çok problemli olmadığını söyleyerek, "Mağdurun beyanının esas olması normaldir, bir insanın malı çalındığında da şikayet geldiğinde önce delillere bakılmaksızın mal üzerine tedbir konuluyor." diye konuştu.
Şekerci ayrıca dava sürecinde kadının erkeğe yönelttiği suç yalansa erkek iftira davası da açabildiğini fakat esas sorunun hakimlerin gündemdeki tedirginlik gereği hızlıca kadın lehine karar verdiğini söyledi.
"Kadının beyanı esastır" maddesi sebebiyle kadının ve erkeğin problemle karşılaştığı dava süreçlerinin yaşandığını da hatırlatan Şekerci, sözleşmenin söylendiği gibi eşcinselleştirme/cinsiyetsizleştirme sebebiyle değil kadına karşı şiddet sebebiyle hazırlandığını fakat bu anlamda çok da işlevsel olmadığını belirtti.
- Sözleşme savunulamaz
Şekerci son olarak İstanbul Sözleşmesi gibi CEDAW'a dayalı bir sözleşmenin savunulamayacağını da aktararak, modernizmin ortaya koyduğu biyolojiye karşı çıkan akışkan kimliklerin feministlerin dahi çok ötesinde olduğunu ve kesinlikle Müslümanlarla bağdaşmayacağını anlattı.
Sözleşmenin kaldırılmasının gerektiğini de söyleyen Şekerci, sözleşmeye karşı çıkmanın şiddeti meşrulaştırmaması gerektiğini ve şiddetin önüne geçecek pratiklere ihtiyaç olduğunu vurguladı.
Aile içerisinde erkeğin 'kavvam' olduğunun tüm Müslümanlar tarafından kabul edildiğini, kadın erkek ilişkilerinin tamamında bunun var olmadığını belirten Şeker aile içerisinde erkeğin temsil gücünü elinde tuttuğunu anlattı.
- Sözleşme yanlış ele alınıyor
Tartışmaların tamamen İstanbul Sözleşmesi üzerinden ele alınmasının hatalı olduğunu söyleyen Musa Üzer, sözleşmenin iktidarın nobran politikalarının bir sonucu olduğunu ve istişare edilip alınmış bir karar olmadığını, ülkenin modernleşmesinin tipik bir neticesi olduğunu belirtti.
"İstanbul Sözleşmesi ile ilgili genel anlamda muhafazakar-dindar-islami çevreler tuhaf bir şekilde sanki yaşadığımız en büyük dram buymuş gibi meseleyi ele alıyorlar." ifadelerini kullanan Üzer, iktidara yakın ya da muhalif sivil toplum kuruluşlarının böyle bir sözleşmenin ortaya çıkmasına sebep olan tarihi serüveni ve felsefeyi ve bu felsefenin nasıl bir insan ortaya çıkarmak istediğini anlayamayacağını vurguladı.
Üzer, toplumsal cinsiyet meselesinin modern yeni insanın pozisyonu, ahlakı ve kimliğiyle ilgili yeni bir konu olduğunun altını çizerek, bu konunun feminizm tabanında da konuşulamayacağını kaydetti.
- Cinsiyet baştan tanımlandı
"1960'lardan sonra batıda meydana gelen devrimler sürecinden sonra meydana gelen 'cinsiyet devrimi' ile birlikte cinsiyet baştan tanımlandı." diyen Üzer, insanlık tarihinin büyük bölümünde kadın ve erkek ve bunların arasında var olduğuna inanılan yaratıcı arasında ahlaki bir münasebet olduğunu fakat aydınlanma sonrası yaratıcının kadın ve erkeğe rol biçmesi düşüncesinin reddedildiğini anlattı.
Üzer, kadın ve erkek arasındaki ilişkinin bundan sonra ahlaki çerçeve dışına çıkarıldığını aktararak, "Bu insan tipini ve bu ahlak anlayışını esas almadan yapacağımız bütün tanımlamalar hakim batılı paradigmanın tuzağına düşmek olur." dedi.
Semavi dinlerden insanın pozisyonu ve hikayesinin yaratılış ile değerlendirildiğini ifade eden Üzer, "Aydınlanma sonrası kimliğin değişebileceği ve kimliğin inşa edilebileceği kabul edildi, bu da bedeni unsurların doğuştan geldiği düşüncesinin sonradan tanımlanabileceği fikre dönüşmesine kadar geldi." diye konuştu.
Kiliseden kopuş süreciyle seküler bir hayat telakkisinin üretildiğini anlatan Üzer, Descartes ile birlikte zihin-beden ayrımının ortaya konduğunu ve süreç içerisinde bedenin muteber ve özne olduğu anlayışına gidildiğini kaydetti.
- Sınıfsız toplumdan cinsiyetsiz topluma
Feminist hareketin eşitliği arzulayan bir hareket olduğunu fakat işin burada bitmediğini ve bedenin yeni baştan tanımlandığını ve bedenin inşa edilebilir olduğu evreye gelindiğini vurgulayan Üzer, bugün tartışılan bir çok meselinin Marksist metinlere dayandığını hatırlattı.
Üzer, ideal olarak ele alınan sınıfsız toplumda cinsiyetin de bir sınıf olarak ele alındığını ve sonunca cinsiyetsiz bir toplumsal düzenin hedeflendiğini ekledi.
İnsanlık tarihinde sapık oluşumlar ve fikirler olduğunu fakat varoluşsal düzene ilişkin hiçbir zaman bu boyutta bir tasallut olmadığının altını çizen Üzer, batı paradigmasının insanı Allah yarattığını gibi ele almak istemediğini söyledi.
- Talep edilen ahlaksızlık ve utanmazlık
Dindarların çoğunun hakim paradigmanın tasallutu karşısında rahatça her ortamda bu sapıklıkları dile getiremediğini vurgulayan Üzer, beden üzerinden üretilen kimliğin kabul edilmesinin dayatıldığını anlattı.
'Biz başörtüsüne karşı engellemeye karşı çıkıyoruz, siz de eşcinselliğe yapılan engellemeye karşı çıkın.' gibi bir talep karşısında dindar çevrelerin dahi eşcinsel haklara makul bakabildiğini hatırlatan Üzer, modern tarihin aynı zamanda insan iradesiyle nelerin değiştirilebileceğini sınırların sürekli olarak ileriye taşınma çabası olduğunu bildirdi.
Bedenin geleneksel dönemlerde 'ruhun mezarı' olarak görüldüğünü hatırlatan Üzer, bugün beden konusunda dayatılan şeyin "arzunun merkez alınması doğrultusunda bedenin yeniden inşa edilmesi sonucu oluşturulan düzenin" kabulü olduğunu söyledi. Üzer bu konuda bir öneri ya da tavsiyenin asla kabul edilmediğini vurguladı.
"Bizden istenen şey ahlaksızlık ve utanmazlıktır, Prometeus gibi tüm zincirlerimizden kurtulmamız gerektiği söyleniyor, bizim doğru bir erkek ve kadını inşa edebilmemiz için utanma ve haya duygumuzdan kurtulmamız gerekiyor." diyen Üzer, insanların bu perspektifte toplumsal cinsiyet meselesine olumsuz bakması gerektiğini söyledi.
- Kadın ve erkek hukuki açıdan eşittir
Yapılmaya çalışılanın, toplumsal olanı ortadan kaldırma ve bilinçli olarak ahlakı, edebi ve hayayı ortadan kaldırma çabası olduğunun altını çizen Üzer, "İnsan insana bakarak utanır ve utanmalıdır da, toplumsal cinsiyet meselesi ahlakın gereksizliğine inandığı için edebe düşmanlık söz konusudur, sol-sosyalist çevrelerin örf düşmanlığı da bizim kolaylıkla kabul edebileceğimiz bir durum değildir." diye konuştu.
"Hakikatten erkek ve kadın yaratılmıştır ve eşittirler fakat bu fizyolojik değil velayet bakımından ve hukuki açıdan eşitliktir." diyen Üzer, Müslümanların konuyu böyle ele alması gerektiğine dikkati çekti.
Son süreçte bugün bedenin kendisinin özgürlük olarak görüldüğünü hatırlatan Üzer, bedenin kendi başına olumluluk ve yüksek değer ihtiva etmediğini, bedenin hakikat ya da bilginin değil hazzın kaynağı olduğunu anlattı.
Üzer son olarak Suriye'de katliama göz yuman İrancı isimlerin burada dindar çevrelere toplumsal cinsiyet ve İstanbul Sözleşmesi konusunda akıl vermesinin kabul edilmemesi gerektiğini de ekledi.