ÖZGÜR-DER NEDİR?

ÖZGÜR-DER NEDİR?

Özgür-Der, emperyalist kuşatmaya karşı direngen ve cahili statükoya karşı muhalif bir kimlik ve mücadele inşasına yönelik olarak yeryüzü genelinde sürdürülen çabalar zincirinin sağlam bir halkasıdır.

Özgür-Der Türkiye'de ve tüm dünya genelinde yaşanan zulümlere, haksızlıklara ve adaletsizliklere İslami kimliği esas alan bir perspektifle tavır almayı ibadet bilen bir anlayışın temsilcisidir. En büyük zulüm insanın insanlara kulluğa zorlanmasıdır. Kullara kulluk etmenin en büyük sapma olduğu gerçeğinden hareketle insanları sahte rablerin ve ilahların tasallutundan kurtuluşa ve gerçek anlamda özgürlüğe çağırmayı temel bir görev biliyoruz.

İnsan hakları ihlalleri en temelde insanlar üzerinde Rableşme iddiasındaki baskıcı otoritelerin bir sapkınlığıdır. İnsan onurunu hiçe sayan, farklı kimliklere ve tercihlere hayat hakkı tanımamayı bir iktidar yöntemi olarak benimseyen küresel ve yerel zorbaların yaygınlaştırdığı insan hakları ihlalleri karşısında ekinin ve neslin ifsadına karşı çıkmak şiarımızdır. 

Özgür-Der, emperyalist kuşatmaya karşı direngen ve cahili statükoya karşı muhalif bir kimlik ve mücadele inşasına yönelik olarak yeryüzü genelinde sürdürülen çabalar zincirinin sağlam bir halkasıdır.

Nasıl Bir Dünyada Yaşıyoruz?

Bütün bir insanlık, ABD öncülüğündeki emperyalizmin yeryüzünü kuşatan kapsamlı ve çok boyutlu saldırganlığı ile karşı karşıya. Dünyanın tamamına sahip olmak isteyen müstekbirler hakim kılmak istedikleri sömürgeci düzenlerinin istikrarı için inanılmaz zulümlere, akıl almaz yalanlara ve sahtekarlığa yönelmekteler. Sömürgeci güçler istedikleri düzeni tesis etmek için çekinmeksizin her türlü silah ve yönteme de başvurmaktalar. Müslüman halklar öncelikli hedef olmak üzere, tüm dünyanın mazlumlarına teslimiyet ya da zillet dayatılmakta.

İnancımız, kimliğimiz, değerlerimiz, sahip olduğumuz zenginliklerimiz doymak bilmez bir azgınlığın tehdidi altında. Zenginlik ve iktidarlarının kaynağını sömürgeciliğe dayandıranlar topyekün bir savaşla yeryüzünü cehenneme çevirmekten çekinmiyorlar. Sadece topraklarımız değil; zihinlerimiz, vicdanlarımız, onurumuz ve geleceğimiz de zalimlerce mütemadiyen bombalanmakta. Evimiz, coğrafyamız bir baştan bir başa yakılırken, bir yandan da emperyalist kuşatmaya direnmenin mümkün olmadığı anlayışı benimsetilmeye çalışılmakta.

Bizler Türkiye'de yaşayan Müslümanlar olarak, küresel boyutta yüz yüze olduğumuz kuşatmaya ilaveten aynı zamanda "yerli" cahili bir kuşatmanın da mağduruyuz. Bu ülkeye egemen olan devletin, inancımızı ve kimliğimizi hedef alan sistematik, yaygın ve kurumsal bir saldırı geleneği var.  Dayanağını resmi ideoloji kutsamasından alan, oligarşik nitelikli ve baskıcı bir devlet düzeni bu ülkede yaşayan insanları on yıllardır sindirmek, susturmak, kendisine kölece itaate zorlamak için gerek gördüğünde hiçbir sınır tanımadığını defalarca ortaya koydu.

Devlete egemen irade ve sınıflar, tayin ettikleri doğrultudan sapılması halinde halk iradesini yok saymaktan; siyaseti ve hukuku en çirkin bir tarzda kullanmaktan kaçınmamışlardır. Bu yolla "hiçbir şeyin değiştirilmesine izin vermeyiz, halkın iradesini, hukukun üstünlüğü ilkesini tanımıyoruz" mesajını tüm halka açık bir şekilde beyan ediyorlar.

Oysa biz biliyor ve kesinlikle inanıyoruz ki, emperyalist kuşatmaya karşı direnmek mümkündür. Daha önemlisi bir yükümlülüktür! Zulme karşı direnmek insan olmanın, şerefli olmanın, adaletten yana tavır almanın getirdiği bir görevdir. Yine biliyoruz ki, zorbalıkta ne kadar pervasız olurlarsa olsunlar ülkemiz egemenlerinin iktidarları temelsizdir ve gerekli irade kuşanılıp toplumsal dönüşüm çabaları sahih temelde sürdürüldüğünde statüko sahiplerinin iktidarları yıkılmaya mahkumdur. Güzel bir örneklik, ilkeli bir önderlik ve kuşatıcı bir örgütlülükle her şey değiştirilebilir, daha adil bir dünyanın temelleri atılabilir.

İnsan Hakları Perspektifimiz

İnsan hakları kavramı özellikle Batı'nın son iki yüz yıllık tarihinde giderek yoğunlaşan bir mücadelenin neticesi olarak belirginlik kazanmıştır. İktidarı ellerinde bulunduran krallara, kiliseye ve bilahare otoriter devlet aygıtına ve kapitalist sermaye sınıfına karşı bireylerin ve toplulukların, bilhassa da etnik ve/ya dini azınlıkların ve emekçi yığınların temel insani haklarının savunulması mücadelesine tekabül etmekte.

Batı'da özgün ve saygın bir arka plana oturduğu kabul edilen insan hakları kavramının dünyanın diğer halkları arasında ve özellikle de İslam dünyasında algılanışı ise doğal olarak farklı yaklaşımlara konu olmuştur. İnsan hakları kavramına batılı seküler zihin yapısının bir yansımasını teşkil ettiği ve dönüştürücü bir mahiyet içerdiği iddiasıyla karşı çıkanlar yanında, evrensel bir kazanım ve kaynağını bilakis İslam'dan alan bir alan olarak görenler de mevcuttur.

Özgür-Der olarak insan hakları kavramını yetersizliklerle malul olmakla birlikte, evrensel doğruya ve adalete yönelmede bir imkân olarak görmekteyiz.  İnsanların yaratılıştan gelen temel hakları olduğuna inanıyoruz. Bu hakları yok saymak, gasp etmek, kullanımını engellemek insanlar üzerinde ilahlık iddia etmenin, tağutlaşmanın somut göstergeleridir. İnsan hakları mücadelesini bu çerçevede zorbalığa karşı verilen saygın bir mücadele olarak görüyoruz. Bununla birlikte Batı tandanslı aydınlanma felsefesinin bir ürünü olan insancıllık (hümanizm) anlayışını temel alan insan hakları söyleminin, İslami kimlik ile çok farklı ve uzlaşmaz bir zeminden hareket ettiği de gözden kaçırılmamalıdır.

Neyin hak neyin ihlal olduğunu, hak gasplarına karşı nasıl bir mücadele verilmesi gerektiğini bize kitabımız Kur'an öğretir. İnancımız İslam; maddi-manevi, bireysel-toplumsal, siyasal- kültürel vb. şekillerde bölmeksizin hayatı ve insanı bütüncül bir tarzda ele almayı gerektirir. Müslümanlar için sahip oldukları İslami değerler ve kimlikten bağımsız bir alan tasavvuru söz konusu olamaz. Dolayısıyla bir Müslümanın insan hakları konusundaki yaklaşımını belirleyen temel kriter de onun Kur'an tarafından çerçevesi çizilen kimliği olmalıdır.

Özgür-Der, insan hakları söylemini ve duyarlılığını insanın zalim otoritelere karşı özgürlük arayışının bir zemini olarak görür. Bugünün dünyasında insan hakları mücadelesi zulmü ve zalimleri teşhir etmek ve onlara karşı mücadelede güçlü ve etkili bir araç olarak değerlendirilmelidir. Özgür-Der insan hakları için mücadele etmeyi önemsemektedir. Fakat insan haklarını mücadelenin merkezine oturtmayı ve İslami kimlikten yalıtılmış bir insan hakları savunusunu ise yanlış bulmaktadır.

Sivil Topluma Bakışımız

Son dönemlerde egemen güçlerce bolca manipüle edilen kavramlardan biri de "sivil toplum"dur. Küresel ölçekte olduğu gibi yaşadığımız ülkede de sivil toplum; siyasetten eğitime, ekonomik ilişkilerden kültürel etkinliklere kadar oldukça geniş bir alanda giderek daha sık telafuz edilen, önemsenen ve önerilen bir kavram, bir anlayış ve örgütlenme biçimi haline getirilmiştir.

Batı'da sivil toplum daha ziyade devletin dışındaki alanda bireylerin doğrudan siyasal talepler yerine, özel çıkarları etrafında oluşturdukları birliktelikler şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu yüzdendir ki, topyekün bir değişim stratejisi ve doğrudan iktidar hedefi gütmeyen karakteri nedeniyle sivil toplum anlayışı yaygın biçimde liberal-demokratik piyasa modernleşmeciliğinin yeni bir şekli ve dolayısıyla statükonun sürdürülmesinin bir aracı konumuna oturmaktadır.

Modern sistem seküler kültürün genel kapsamı içinde kalmak şartı ile ve ancak kendi belirlediği modern standartları üretmek ve sürdürmek üzere sivil toplum alanına göz yummakta. Fakat kökten kopuşa yönelen muhalif seçenek ve kurumlaşmalara karşı ise saldırgan bir tutumla yaklaşmaktadır. Kurulu düzen, öngörülenin dışında hayatların yaşanabileceği özgür ve muhalif alanlar oluşturulmasının önüne türlü engeller koyar.

Batı merkezli sömürgeciliğin insanı ve toplumu tanımlamak ve dönüştürmek için bir araç olarak kullandığı sosyoloji, antropoloji, sosyal psikoloji gibi sosyal bilimlerin misyonunu takviye etmek üzere özellikle II. Dünya Savaşı sonrası süreçte Batı-dışı toplumlarda STK'ların teşvik ve inşa edildiğini gördük. Böylesi bir süreçte özellikle Türkiye, Mısır, Lübnan vs gibi ülkelerde bazı İslami çevrelerin teşekkül ettirdiği STK'larda liberal söylem ve ilişki biçimleri teşvik edildi. Global ölçekte yakın siyasi tarihte Doğu Bloğu'nun çözülmesi ile birlikte STK'lar bütün dünyada küresel sermayenin liberal politikalarına uygun bir toplumsal ve siyasi yapı devşirmek üzere kullanılır oldu

ABD veya AB'nin özellikle İslam coğrafyası üzerine yaptığı bazı hesapların hayata geçirilmesi sürecinde STK'lar üzerinden toplumsal değişimi hızlandırmak ve yaygınlaştırmak istediği açıktır. Oysaki STK'lar hem bölgesel hem de küresel despotizme karşı mücadele etmek zorundadırlar. Türkiye'de de uzun yıllar boyunca devlet destekli STK'lar resmi ideolojiye uygun bir ulusal kimlik inşa etmek için kullanılmış ve halen de bu süreç devam etmektedir. 

Özgür-Der ilkesel olarak; siyasi, iktisadi veya başkaca beklentilerle küresel veya yerel/bölgesel güç odaklarıyla ilişki ve işbirliğini onaylamaz ve bu tür ilişkilerin dışında durur. Sebebi ve sonuçları kamuoyundan gizli tutulan ilişkileri egemenlerin sivil toplum örgütlerine biçtiği rolün bir sonucu ortaya çıkan yanlış bir tarz olarak görüyoruz. Özgür-Der, tüm ilişkilerinde Müslümanların öz gücüne endekslenmiş aktivitelerle meşruiyetini korumaktadır. Bu temel ilkelere dayanarak, ciddi bir özgüvenle her türlü zulme ve ayrım yapmaksızın tüm zalimlere eylemiyle, söylemiyle karşı durmaktadır.

Türkiye'de de gerek resmi ideolojinin her alanı kuşatmaya yönelen boğucu karakteri, gerekse de devletin kendisi dışında konumlanan her türlü oluşumu baştan şüpheli, zararlı ve dolayısıyla tasfiye edilmesi gereken bir tehdit öğesi olarak algılayan pratiği bağımsız bir STK oluşumunu zorlaştırmaktadır. Buna karşın yükselen toplumsal taleplerle ve uzun mücadeleler neticesinde elde edilen kazanımlar ve bir ölçüde devletten bağımsızlaşma tecrübesinin sistem merkezli farklı politikalarla ters yüz edilmeye çalışıldığı da gözlenmektedir.

Bu veriler ışığında bakıldığında Özgür-Der kimliğini ve mücadelesini düzen içi reform ve tadilat talepleriyle sınırlamaz. Özgür-Der kendisini bu tarz bir STK olarak değil; İslami kimlik ve ilkeler etrafında sürdürülen bir mücadele platformu olarak tanımlar. Bu sebeple de Kur'ani temelde kapsamlı bir toplumsal değişimi önceler ve kurulu düzene bütüncül bir muhalif tutumla karşı çıkan bir düşünce ve eylem çizgisini savunur.

Özgür-Der'in İşleyiş Tarzı

Özgür-Der, bütün faaliyetlerinde gönüllülük, güvenilirlik, liyakat ve katılımın öne çıkartılmasının gerekliliğine inanır. Tüm karar süreçlerinde istişareyi/danışmayı esas alır. İslami ilkeleri tüm faaliyetlerinin temel uygunluk kriteri olarak benimser. Bu temel uygunluk kriteri çerçevesinde Özgür-Der, söz konusu olabilecek eleştiri ve uyarılara açık olmayı baştan taahhüt eder.

Özgür-Der yetki ve tüzük gibi biçimsel organların öne çıktığı bürokratik bir işleyiş yerine katılıma açık, taban insiyatifine zemin hazırlayan bir yapılanmayı gerçekleştirmeyi hedefler. İşleyişte kaosa, boşluğa yol açmamak kaydıyla karar alma ve alınan kararları uygulamaya aktarma süreçlerinde geniş katılım sağlanabilmesinin önünü açmaya çalışır. Yine söz konusu süreçlerde katkı ve katılım sağlama, insiyatif kullanma, rol yüklenme hususlarında kitlesel bir kararlılık ve çabanın ortaya çıkması için zemin oluşturmaya gayret eder.

Özgür-Der bir tabela teşkilatı değildir. Terminoloji ve işleyiş açısından profesyonel sivil toplum anlayışını doğru bulmuyoruz. Profesyonelleşme mantığının dar kalıpları olarak ifade edilebilecek "demeç ver, rapor sun, imaj üret" sınırlarıyla kayıtlı büro faaliyetini de yanılsama ve oyalanma olarak değerlendiriyoruz.

Eylem/Etkinlik Anlayışımız

İslam müminlere yaşadıkları ortamı ıslah etme/düzeltme ve ifsada/bozgunculuğa karşı çıkma görevi yüklemiştir. Müslümanlar ne etraflarında, ne de yeryüzünde olan bitenlere ilgisiz kalamazlar. Müslümanlar güçleri ölçüsünde olan biten her şeye tavır almakla yükümlüdürler. Zulme karşı çıkmak ve mazlumdan yana tavır almak akidemizin yüklediği bir sorumluluktur.

Şüphesiz zulme karşıtlık ve mazlumlarla dayanışma, sahip olunan güç, imkanlar ve içinde bulunulan şartlar göz önüne alınarak şekillendirilmesi gereken bir konudur. Seçilen araçlar ve yöntem bunlara bağlı olarak farklılık arz edebilir. Fakat şu veya bu yolla zulme karşı adaletten yana tavır belirlemek, hakka şahitlik etmek her durumda Müslümanlar için asli vazifedir. Temel sorumluluğumuz, faaliyetimiz olan tebliğ ve davet her durumda sürdürülmesi gereken bir görev, hayat tarzımız olmalıdır. Yüz yüze olduğumuz kötülükleri, zulüm ve çirkinlikleri gücümüz ölçüsünde elimizle ve dilimizle gidermeye çalışmak; güç yetiremediğimiz hallerde ise bu olumsuzluklara asgari olarak kalbimizde bir buğz geliştirmek nebevi bir buyruktur.

Toplumsal ilişkiler düzleminde bir şeylerin yanlış temellendiği, yanlış gittiği yaşanarak tecrübe ediliyor. Hakkaniyet ve adalet ölçülerinin gözetilmeyip, zulüm ve sapkınlığın yaygınlaştırıldığı da görülüyor. Tüm bu olumsuzluklar, adaletsizlikler ve ölçüsüzlüklere ilişkin olarak köklü bir değişim hedefi güdülüyorsa, Müslümanlar açısından egemen otoriteye karşı muhalif bir tutum geliştirmek ve mücadeleci bir tavır içine girmek kaçınılmazdır. İşte bu muhalif tutum ve mücadeleci kimlik eylemlilik içinde olmayı gerektirir.

Kulluk görevini inanç ve amel şeklinde bölmüyoruz çünkü iman ve amel bir bütündür. Gerek ferdi, gerekse de toplu eylemlerimizin tümünü kuşatacak şekilde bir ibadet algısına sahibiz. Hayatın tamamını bir ibadet/kulluk alanı olarak görüyoruz ve şahitlik bilinciyle ifa ettiğimiz her eylemin Rabbimiz katında somut bir karşılığının bulunduğuna iman etmekteyiz. İnancımız İslam bizi küfre ve zulme karşı tavır almaya, yeryüzünde hakka şahitlik etmeye, mazlumlarla ve müstezaflarla dayanışma içinde olmaya çağırmaktadır.

Nasıl Bir İslami Kimliğe Sahibiz?

İslami mücadele, ancak İslami bir kimlikle mümkündür. Bunun içinse, hem cahili sistemin yönlendirmeleri ve dayatmalarından bağımsız, hem de toplumun ve geleneğin cahili etki ve kalıplarından, sentezci anlayış ve pratiklerden arınmış, yalnızca Kur'an'ı kendisine ölçü ve rehber edinmiş olmak gerekir.

İslami kimliğin en belirgin vasıflarından biri, ilahi iradeye aykırı sistem ve otoritelere karşı alınan tavırdır. İslami bir kimlikle mücadele zemininde yer alma iddiasına sahip bir hareket, her şeyden önce İslam'ın sınırlarını çiğneyen güçlere karşı konumunu netleştirmeli ve karşı tavır almalıdır. İslami kimlik zalim sisteme karşı net, tavizsiz ve devrimci bir tavrı gerektirir. Bu tavır alış ilkesel bir zorunluluktur.

Sahih bir İslami kimliği bekleyen bir diğer ciddi tehlike de, topluma ilişkin yaklaşımda ölçüsüzlüktür. İçinde yaşadığımız toplumun büyük bir çoğunluğunun "müslüman" olduklarını söylemeleri, kendilerini İslam'a nisbet etmeleri önemli bir olumluluktur ve mutlaka değerlendirilmesi, geliştirilmesi gerekir. Fakat Müslüman olmanın soyut bir iddiadan ibaret olmadığı, Kur'ani ölçülerinin bulunduğu da gözden uzak tutulamaz. Elbette İslami bir hareket ancak geniş kitleleri Kur'an çerçevesinde kenetleyebildiği oranda egemen iktidara karşı ciddi bir alternatif oluşturabilir.

Bu yüzden İslami bir mücadelenin başarılı olabilmesi açısından kitleleşmenin belirleyici bir aşama ve ulaşılması gereken bir hedef olduğu açıktır. Bununla birlikte, sahip olunan temel ölçülerden tavizler pahasına bir kitleleşme İslami kimlikli bir mücadelenin amacı olamaz. Kitleye ilişkin politika belirlerken, geniş kitlelere mesajı ulaştırma adına ilkeselliği göz ardı etmenin sonuçta ciddi bir kimlik erozyonu doğurması kaçınılmazdır. Yapılması gereken şey, kitlelerin peşine takılmak veya peşinde sürüklenmek değil, kitlelere öncülük sorumluluğuna uygun davranmaktır.

Açıktır ki İslami mücadele ancak uygun yöntem ve araçlarla gerçekleşebilir. Bu noktada tağuti sisteme karşı devrimci ve toplumun cahili gelenek ve pratiklerinden bağımsız bir tavır, İslami kimliğin temel vasfıdır. Çünkü; İslami kimlik ancak bu temel ölçüler üzerine bina edilebilir. Ve ancak İslami kimlikle ortaya konulacak olan bir mücadele, İslami mücadele olarak vasfedilmeye layıktır.

Müslümanlar Arası İlişkilere Bakışımız

İslam ümmetinin asırlardan bu yana cahili uygulamalara boyun eğdiği ve tefrikaya düştüğü bilinmektedir. Ancak mevcut hali değiştirmek üzere İslami yapılanma ve mücadele gayreti içinde olan çalışmalar, bu sonucun bir kader olmadığını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte genel bir bakışla, bu çalışmaların müşterek sorunlar karşısında taşıdıkları ortak kaygılara ve paylaştıkları birçok ortak doğruya rağmen, önemli ayrılık ve farklılıklar içinde oldukları tespit edilebilir. Bu, İslami mücadele potansiyelini zayıflatan bir durumdur.

İslam ümmetini yeniden inşa etme azmindeki farklı grupların varlığı, ister istemez vahdet sorununu gündeme getirmektedir. Vahdet sorunu, İslam ümmetinin yeniden ihyası, tevhidi kimliğin taşıyıcıları olan ümmet parçalarının bütünleştirilmesi davasıdır. Vahdet, öncelikle inanç ve hareket birliğinde sağlanmalıdır. Kur'an dışı ve Kur'an'a aykırı olarak taşınan her türlü inanç, alışkanlık, kültür ve gelenek vahdetin önündeki önemli engellerdir. İslam'ı yaşama azimlerine rağmen, farklı itikadi ekollerin ve fıkhi mezheplerin taassubundan yeterince kurtulamayan grup ve çevrelerin vahdete ulaşma arzusu mümkün olamaz.

Vahdeti sağlama yükümlülüğü, ümmet bilinci ile davranan bütün İslami grupların temel görevidir. Ancak vahdet için ortak değerlere ulaşmanın başlıca yolu, bu gruplar arasında gündemli diyalogların kurulmasıyla oluşturulabilir. Kişi ve gruplar arası karşılıklı diyaloğu gerçekleştirecek en tabii yol, fiili düşman saldırıları karşısında ve ortak hassasiyetlerin taşındığı konularda oluşturulacak ittifaklardır.

Kişi ve grupları birbirine yakınlaştırıp güven telkin eden, dolayısıyla diyalog yollarını açan en önemli bağ, ortak düşmana karşı gösterilecek direniş ve dayanışmanın sağlayacağı sıcaklıkla kurulabilir. İslami mücadeleyi güçlerimizi birleştirerek kazanabiliriz. İnanıyoruz ki, mücadelenin gereklerini yerine getirdiğimizde,  gücümüze güç katacak olan Rabbimizin gaybi yardımını da sağlamış olacağız.

Diğer Muhaliflerle Dayanışma Anlayışımız

Küreselleşme adına ortaya konulan zulüm ve sömürü düzeni giderek tüm dünya çapında muhalefete yol açmaktadır. Aynı şekilde despotizmin gücü ve kuşatıcılığı karşı koyuş çabalarını da giderek zayıflıklarının farkına vardırmakta ve bunun sonucunda muhalif akım ve hareketlerin de dayanışma içine girmelerini teşvik etmektedir. Yani bir anlamda sistemin ve egemen güçlerin küreselleşmesi tek yönlü işleyen bir süreç olarak kalmayıp bunun karşısında muhalefetin de küreselleşmesini getirmektedir.

Ortada kapsamlı bir baskı sistemi hazırlığı, otoriter bir tahammülsüzlük ve her türlü itiraz ve karşı çıkışı boğmaya çalışan hegemonik bir düzen çabası bulunmaktadır. Bunun pratik sonuçlarını Ortadoğu'da süregelen işgallerde ve yine açık bir biçimde ABD'nin "ya bizimle olursunuz, ya da teröristlerle" dayatmasında görebiliyoruz.

Aynı açıklıkla görülebilen bir gerçek de tüm bu tablo karşısında yerel, bölgesel güçlerin yada belli ideolojik çevrelerin tek başlarına etkili bir direnme imkanının bulunmadığıdır. Küresel boyutta seyreden bu vahşeti durdurmak, püskürtmek ancak geniş koalisyonlar, etkili kampanyalar, her kesimden insanları içine alacak büyüklükte bir karşı koyuşla mümkün olabilir. Bu da tüm dünya halklarının acil bir ihtiyacı ve sorumluluğu olarak küresel bir İntifada'nın yükseltilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu amaç doğrultusunda farklı dini ve siyasi hareketlerin, kuruluşların ve şahısların her geçen gün daha da büyüyen emperyalist yayılmacılık tehdidine karşı vakit kaybetmeksizin diyalog zeminlerini güçlendirmeleri gerekmektedir.

Diyalog zemininin güçlenmesi dayanışma olgusunu ortaya çıkaracaktır. Daha yaşanabilir bir dünya, gücün ve zorbalığın değil adaletin hakim olduğu bir yeryüzü arzu edenler hep birlikte küresel zulme ve barbarlığa karşı küresel İntifada'ya omuz vermelidirler. 

Nasıl Bir Ülkede Yaşıyoruz?

İslam, yeryüzünde adaletin ve barışın ikamesi için Rabbimiz tarafından bütün insanlara bir yol gösterici, rahmet ve nur olarak indirilmiştir. İslam, sadece insanların içsel hayatlarına hitap etmez. İslam, Kur'an'da çerçevesi çizildiği gibi siyasi, ekonomik, kültürel, askeri vb. tüm toplumsal alanlarda da temel ölçüdür. Türkiye'de siyasete ve topluma egemen olan irade ise tek hükmedici olması gereken Allah'ın dinini, laiklik adına insanların vicdanlarına ve ibadethanelere hapsetmiştir. Bu itibarla sistem, Allah'ın iradesine bir karşı koyuşu ve uluhiyyetin reddini temsil etmektedir.

Mevcut sistemin temel karakter özelliklerinden biri de halka karşı zalim ve baskıcı bir işleyişi sürdürmesidir. Daha oluşum aşamasından itibaren egemen çevreler sistemi kendi çıkarlarına azami ölçüde hizmet edecek bir tarzda örgütlemişlerdir. Askeri ve politik bir takım süreçler sonucunda egemen sınıflar kendi lehlerine ve geniş halk yığınlarının aleyhine bir iktidar mekanizması oluşturmuşlardır.

Halk iradesi, egemenliğin millete ait olması, cumhuriyet, demokrasi vb. kavramlar; temelde korkuya ve zora dayanarak devam ettirilmeye çalışılan sistemin zalim ve baskıcı işleyişini gizlemeye matuftur. Bu kavram ve kurumların içerikleri boşaltılmış ve bir sürü şarta bağlanarak iğdiş edilmiştir.

Dar bir kesimin çıkarlarına hizmet eden ve sınıfsal karakteri ağır basan bir işleyişe sahip mevcut sistem nitelik olarak bürokratik oligarşidir. İdeolojik-iktisadi yapısı ile halka dayanmayan, tersine halka karşı konumlanan bürokratik oligarşinin emperyalizmin ve siyonizmin işbirlikçisi vasfı belirleyicidir. Hem coğrafi konum itibariyle bulunduğu bölgede, hem de genel anlamda dünya siyasetine ilişkin yüklendiği misyon açısından egemen irade, gerek ideolojik gerekse pratik açıdan batılı emperyalistlerin gönüllü jandarmalığı ve misyonerliği rolünü benimsemiştir.

Yaşadığımız Ülkedeki Temel Sorunlara Bakışımız

Türkiye sorunlar yumağı içinde bir ülke. Sorunların merkezinde ise halkın iradesini, ihtiyaçlarını ve taleplerini görmezden gelen bürokratik zihniyetin tahakkümü bulunmakta. Bürokratik oligarşi kesintisiz biçimde ve çeşitli baskı aygıtlarıyla halka, "resmi ideolojik şablonlara uygun 'vatandaş' inşa etme projesi" dayatmakta. Bu mantıktan hareketle en temel haklar gaspedilmektedir. Aynı mantıkla fikir ve ifade özgürlüğü yok sayılmakta ve bu ülke insanlarının inançlarına, onurlarına uygun bir kimlik ve kişilik geliştirebilme hakları çiğnenmektedir.

Son derece kabarık bir insan hakları ihlalleri siciline sahip Türkiye'de sistemin otoriter ve baskıcı niteliğinden kaynaklanan pek çok sorun ve bu sorunların mağduru geniş kitleler bulunmaktadır. Resmi ideoloji "değiştirilmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez" formülüyle bir nevi kutsallaştırılmış, tabulaştırılmıştır. Resmi ideoloji dayatması ile halkın geniş kesiminin iradesi, talepleri, geleceğe dair beklenti ve özlemleri adeta ipotek altına alınmıştır.

Muhalif yaklaşım sahipleri açısından ise en büyük açmaz ve kafa karışıklığı sistemin ürettiği sorunları bütüncül bir perspektifle ele alamamaktan kaynaklanmaktadır. Bu durum çoğu kez farklı kesimlerin yaşadığı sorunların görmezden gelinmesini beraberinde getirmekte ve düzenin muhalif kesimleri birbiri aleyhine kullanmasına, en azından güçlü ve birleşik bir muhalif tepki oluşumunu bertaraf etmesine de zemin hazırlamaktadır. Yine aynı kafa karışıklığının beslediği bir diğer açmaz da sınırlı iyileştirmelerle, makyaj kabilinden adımlarla yetinmeyi beraberinde getirmektedir. Oysa gerek sistemi bütüncül bir perspektifle değerlendirmek, gerekse de sistemden kaynaklanan sorunları aynı mekanizmanın sonuçları olarak görüp birbirleriyle sağlıklı bir şekilde irtibatını kurmak vazgeçilmezdir.

Militarist Kuşatmaya Hayır!

Türkiye demokrasi, sosyal hukuk devleti vb. iddialara karşın militarist işleyişe tâbi bir ülkedir. Militarizm; askeri mantık ve kuralların sadece kışlaya değil, tüm toplumsal ve siyasal süreçlere egemen kılınması demektir. Türkiye'de askeri zihniyet ve işleyiş okuldan sokağa, meclisten medyaya kadar tüm toplumsal hayatı kuşatmaktadır.

Kendisine ülke savunmasından çok, rejim bekçiliği misyonunu biçen ordunun merkezinde yer almadığı adeta hiçbir konu ve tartışma yoktur. Dolayısıyla bu ülkede siyasetten, ekonomiye, eğitimden spora kadar neredeyse her tür etkinlik silahların gölgesinde, kışla nizam ve disiplini içinde cereyan etmektedir.

Toplumsal taleplerin dillendirilmesinin de, halk iradesinin siyasete doğrudan yansımasının da önünde en büyük engel, barikat militarizm olgusudur. Silahlı bürokrasi, beslediği korku siyaseti ile ülkede sürekli bir gerilim atmosferinin meydana getirilmesine zemin hazırlamaktadır. Sonuçta toplumun bütün kesimlerinde korkak, edilgen ve ikiyüzlü bir siyasal kültür ve toplumsal geleneğin yaygınlaşmasına yol açmaktadır.

Özgür-Der Türkiye'nin en temel sorunlarından biri olan militarizm ve kendisini muhafızlığına adadığı resmi ideoloji ile köklü ve kapsamlı bir hesaplaşma gerçekleştirilmesini toplumsal sorunların çözümü için temel bir şart olarak görmektedir.

Başörtüsü Yasağı İslami Kimliğimize Açık Bir Saldırıdır!

Başörtüsü sorunu, daha doğru bir tanımlamayla başörtüsü zulmü bu ülkede hüküm sürmekte olan sistemin, egemen zihniyetin faşizan, zalim yüzünü en net biçimde açığa çıkaran, teşhir eden bir uygulamadır. Demokrasi, insan hakları, hukuk devleti ve en başta da halk iradesi ve benzeri tüm iddia ve söylemlerin sözde kaldığı ve pratikte hiçbir tutarlılık taşımadığı gerçeği en net biçimde başörtüsü yasağı ile açığa çıkmaktadır.

Başörtüsü bir turnusol kağıdı, bir kritik eşik işlevi görmektedir. Sorunun geldiği nokta itibariyle artık bir insan hakları ihlalinden, özgürlük gaspından da öte ortada düpedüz vahşi bir dayatmadan, bir tür işkenceden söz etmek gereklidir. Ve tüm zalimler, işkenceciler gibi başörtüsü yasakçıları da savunulamazı savunmakta, utanılası bir eylemi meşrulaştırmakta ve açıkça saçmalamaktadırlar. Resmi ideolojik bağnazlık yüzünden egemenler ülkeyi koca bir hapishaneye çevirdiklerini görmek, anlamak istememektedirler. Aynı şekilde bağnazlık beraberinde tutarsızlıkları, ikiyüzlülükleri de getirmektedir.

Tutarsızlık sadece bürokratik oligarşinin bir hastalığı değildir. Sözde özgürlükler konusunda, insan hakları konusunda son derece tavizsiz ve titiz, kılı kırk yaran Avrupa Birliği'nin tutumu da aynı hastalığı yansıtmaktadır. İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda AB bir anda makyajından sıyrılmakta ve bir anda sömürgeci geçmişine dönmekte; alabildiğine ırkçı, katı otoriter ve de son derece ilkel bir çehreye bürünmektedir.

Mevcut düzen aksi yönde tüm iddialarına karşın İslami kimlik ve talepler açısından düşmanca tutumunu kesintisiz sürdürmekte; halkın tercihi, iradesi ve beklentilerini hiçe saymaktadır. Bazılarının ısrarla savundukları gibi başörtüsü gerçekten de sembolleşmiştir. Fakat öncelikle düzenin hak, hukuk tanımazlığının, zalimliğinin, küfrünün bir sembolü olarak! Başörtüsü yasağı insanları inançlarıyla, kimlikleriyle sosyal hayat arasında bir tercihe zorlayan; zalimane, onur kırıcı muamelelere maruz bırakan bir yasaktır. Başörtüsüne uygulanan yasak Kemalist düzenin "çağdaş toplum modeli"nin içerdiği dayatmacı, buyurgan özü açığa çıkarmaktadır.

Özgür-Der İslami kimlik taşıma iddiasında olanların, karşılaşılan bu durumu tutarlı bir perspektifle tanımlamak ve buna tavır almak zorunda olduğuna inanmaktadır. Ne egemenlerin insafa gelmelerini beklemeli, ne de iktidarsız ve de samimiyetsiz politikacıların sahte vaadlerine prim vermeliyiz. Sorumluluk öncelikle sorunu yaşayan, hisseden, kavrayanların omuzlarındadır. Çözüm de ancak bu zeminde gelişebilir.

Başörtüsünün acil çözüm bekleyen bir sorun olduğunu ısrarla gündemde tutmakla birlikte, başörtüsünün anlamını, değerini ve mesajını olması gerektiği biçimde korumak da önemlidir. Rabbimizin bir emri olarak kulluk vazifemizin bir gereği olan başörtüsü aynı zamanda bir iffet, tevazu ve sadelik sembolüdür. Bu gerçek atlanıp, konu bireysel tercih ve giyim özgürlüğü zeminine taşındığında ortaya çıkan sonuç insanı özgürleştiren bir ibadetin, kapitalist tüketim kültürüne ve kapitalist bireyciliğe entegrasyon aracına dönüşmesidir. Bu durum da başörtüsünün içeriksizleşmesi, değersizleşmesi demektir.

Bu ülkede başörtüsü zulmü karşısında çokça eğilip bükülenler olduğu gibi, başörtüsü onuruna sahip çıkan, bundan dolayı büyük fedakarlıklara katlanan, ağır bedeller ödeyen sayısız insan da oldu. Şimdi yapılması gereken bu fedakarlıkları, ödenen bu ağır bedelleri kalıcı bir kimliğe; kesintisiz bir mücadeleye ve öncelikle Rabbimizin razı olacağı bir salih amele dönüştürmek olmalıdır. Başörtüsüne özgürlük işte bu süreçle ve bu süreçte mümkündür. Bu özgürleştirici süreç ise muhataplarımızın yapıp ettikleriyle değil, bizlerin ellerinde şekillenecektir.

Kürt Sorununa Adalet Temelinde Çözüm!

Türkiye'nin -ve tüm Ortadoğu'nun- yüzyıldır temel gündem maddelerinden biri olan Kürt sorunu resmi ideolojik dayatmalar, ondan beslenen milliyetçi fanatizm ve inkarcı politikalarla yaşadığımız ülkenin yakıcı bir gerçeği haline gelmiştir.

Sorunun temelinde Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş döneminde bu topraklarda yaşayan farklı etnik kökenden Müslümanların eşitliği ve kardeşliği temelinde bir siyasi yapı oluşturulacağı vaadine rağmen, kurucu kadroların Türkiye Cumhuriyeti devletini etnik temelli ulusal-laik bir devlet formunda örgütlemiş ve Osmanlı'dan kalan coğrafyada hakim unsur olan Türk kavmini esas almış olmaları yatmaktadır. Türklük dayatması, bu coğrafyada yüzlerce yıldır var olan farklı etnik/kavmi kimliklerin inkarına ya da tahkir edilmesine yol açmıştır. Bu arka planı görmezden gelen ve yaşananlara resmi ideolojinin kısır penceresinden bakanlar açısından ise ortada sadece bir asayiş ya da ekonomik ger kalmışlık sorunu vardır.

Kürt sorunu tanımına itiraz edenlerin bir kısmı Türkiye'de sistemin ırkçı ve asimilasyoncu uygulamalarının AB sürecinin gerektirdiği birtakım değişikliklerin gerçekleştirilmesiyle büyük ölçüde sona erdiği iddiasını esas almaktadırlar. Oysa sorunun özünü teşkil eden ırkçı resmi ideolojik çerçevenin temel esaslarının değişmeden kaldığı görmezden gelinemez. Ortada on yıllardır kimliği, dili, inancı, varlığı inkar edilmiş bir halk vardır. Binlerce faili meçhul cinayet, yakılan köyler, pislik yedirilen köylüler, inanılmaz boyutlarda işkenceler, zulümler hafızalarda tazeliğini korumaktadır.

Kürt sorunu Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belli dönemlerinde ortaya konulmuş aşırılıklardan, azgınlıklardan ibaret de görülemez. Örneğin, 12 Eylül cuntasının cezaevlerini ve bilhassa da Diyarbakır cezaevini sistematik bir işkence merkezine dönüştürmüş olması, Kürtçe yasağı ve benzeri zalimlikler ya da sonraki süreçte yaşanan köy yakmalar, yargısız infazlar ve diğer hukuksuzlukların bitmiş olması sorunun bittiğini göstermez. Kaldı ki, tüm bu yapılanların, bu ülkenin tarihine kazınmış zulümler olarak kalmaması gereken suçların sorumluları hakkında hiçbir işlem yapılamamış olması da dikkat çekicidir.

Aynı şekilde son dönemlerde egemenler cephesinden seslendirilen "Türk üst kimliğinde buluşmak", "Türk milleti kavramının Kürtleri de kuşatan bir tanımlama olması" ve benzeri tezler de, temelde inkarcı yaklaşımın versiyonları olmaktan öteye gitmemektedir. Aslında bir anlamda bu tarz çabalarla, bu ülkede her türlü resmi dayatmaya, şartlandırmaya rağmen kendisinin Türk değil, farklı kavimlere mensup olduğunu söyleyen milyonlarca insanla alay edilmektedir. Oysa anlaşılması gereken şey farklı kökenlere mensup, değişik kavimlerden insanları bir etnik kimlik şemsiyesi altına girmeye zorlamanın açık bir zulüm olduğudur.

Hala hiç utanmadan küçücük çocuklar okul kapılarında her sabah yalan söylemeye zorlanmakta, faşizan antlarla, marşlarla kimliksizleştirilmeye çalışılmaktadır. Kürt illerinin hepsinde şehir girişlerine kondurulmuş devasa yazılarla halka mutlu ve onurlu olabilmek için "Türküm" demek gerektiği dayatılmaktadır. Bu topraklar üzerinde yaşayan milyonlarca insanın ana dili olan Kürtçe'nin kullanımı hala çeşitli düzeylerde yasaklarla engellenmektedir.

Sorun propaganda edildiği şekliyle bir asayiş meselesine ya da egemenlerin söylemiyle "terör sorunu"na indirgenemez. Kürt sorunu en temelde laik-ulusalcı sistem sorunudur.

Bürokratik yapı Kürt sorununda kısmi iyileştirmeler içeren düzenlemelere dahi şiddetle direnmektedir. Bilhassa askeri bürokrasinin tepe kadroları ellerine geçen her fırsatta resmi ideolojik nasslara, rejimin kurucusunun bildirimlerine bağlılıklarını tazelemekte, üstelik de bunu dayatmaktalar. Resmi ideolojiyi putlaştırmış dogmatik zihniyetin bugüne dek hiçbir toplumsal soruna sağlıklı, kalıcı ve adil bir çözüm getirmediği ve de getiremeyeceği ortadadır.

Sorunun bizatihi kaynağını teşkil eden bu zihniyet egemenliğini devam ettirdiği müddetçe sistem içinde Kürt sorunu gibi yakıcı bir soruna kalıcı çözüm bulma imkanı olamaz. Kalıcı çözüm ancak İslam'ın kardeşlik ve adalet anlayışının siyasi yapıdan sosyal ilişkilere kadar her düzeyde yaygınlaşması ve bilince dönüşmesiyle gerçekleşebilir. Bu ise mutlaka ulusalcı temelde örgütlenen laik dikta düzeni ile köklü bir hesaplaşmayı gerektirir.

Yargı Sistemi ve Cezaevleri Sorunu: Herkes İçin Adalet!

Türkiye otoriter bir tahammülsüzlük rejiminin her alanda egemen olduğu bir ülke adeta. Tek parti diktatörlüğü biçimsel olarak on yıllar önce terk edilmiş olsa da sisteme rengini veren temel bir zihniyet olarak yaşatılmakta. Baskıcı devlet yapılanmasının paralelinde işleyen sömürü ve zulüm çarkına insani hasletlerini yitirmemiş, duyarlı insanların tepki vermeleri ise kaçınılmaz bir durum. Ama bu tepkilerin ifade edilmesi, örgütlü bir zemine dönüştürülmesi yasak çemberleriyle engelleniyor.

Devlet legalitenin sınırlarını adeta insanların beyinlerinden başlatıyor. Neredeyse oradan dışarıya çıkıldığı anda sınır aşılmış, suç işlenmiş oluyor. Terör tanımı o kadar geniş ve o kadar muğlak ki, ciddi anlamda muhalif içerik taşıyan her türlü karşı çıkış anında terör kapsamına sokulup ağır biçimde mahkum edilebiliyor. Muhalif fikir ve oluşumlar karşısında tahammülsüz ve cezalandırma konusunda ise aynı oranda iştahlı bu düzen belki de dünyanın en fazla terör suçlusu üreten düzeni olma özelliğine sahip.

Cari hukuki işleyişe bakıldığında şöye bir manzara ile karşılaşılmakta: Alabildiğine keyfi ve hukuk ilkelerine aykırı biçimde belirlenen legalite-illegalite ayrımı, her türlü muhalefeti vatan hainliği, irtica, bölücülük şeklinde değerlendirmeyi getiren otoriteyi kutsama kültürü, yaygın bir devlet politikası olarak işkence, işkencecileri korumayı devlet görevlileri arası dayanışma şeklinde algılayan yargı, delil yerine ikrarın, masumiyet yerine suçluluğun esas alındığı muhakeme mantığı ve sonuçta insan ömrünü zindanlarda çürütmeyi getirecek şekilde abartılı cezalar!

Cezaevi olayı bu adaletsizlik ve zulüm zincirinin son halkasını oluşturuyor. F Tipi ise bu halkanın en çirkin, zalimane ve insanlık dışı örneği. Özgür-Der, bu çirkinliği savunma adına sergilenen demagojileri reddetmenin ve insanların insaniliklerinin gerektirdiği koşullarda yaşamalarını engellemeye yönelik bu zulüm ve dayatma uygulamasına karşı çıkmanın insanım diyen herkesin sorumluluğu olduğuna inanmaktadır. 

F Tipi denilen hücre sistemi insanlık dışı bir cezalandırma sistemidir. Bu sistemle hedeflenen şey doğrudan insanların teslim alınması, otorite karşısında boyun eğdirilmesidir. Mahkum edilen insanların ideolojik ve siyasi kimliğinden yalıtılması ve giderek kişiliksizleştirilmesidir. Adil olmayan, eşitsizlikler üzerine, sömürü üzerine, haksızlık üzerine kurulu bir düzenin ve onun adaletsizlikle maruf yargı mekanizmasının hangi usullerle verildiği açık kararlarıyla  insanları cezaevlerine atmak zulümdür. Üstüne o cezaevlerinin içinde bir de hücreye tıkmak ise iki kere zulümdür.

Özgür-Der, adaletin değil, zulmün hakim olduğu bir toplumsal düzende öncelikle yargılanmayı ve cezalandırmayı hak edenin mevcut düzen olduğunu savunmaktadır. Zulmün hakim olduğu bir düzende, adaletsiz bir yargı mekanizmasınca yargılanan ve mahkum edilen insanlarla ilgili olarak mutlaka bir şüphe payı koymak zorundayız. Ayrıca ister haksızlığa uğramış olsunlar, isterse de gerçekten suçlu olsunlar hiç kimse gayrı insani şartlarda tutulmaya mecbur edilemez.

Mahkum da olsa hiçbir insanın temel ihtiyaçlarını karşılaması engellenemez; belirlenen cezadan daha fazlasını çekmeye mecbur edilemez. Adli-siyasi ayrımı yapmaksızın herkes için geçerli olması gereken bu asgari standartların çiğnenmesi sonucunda ortaya çıkan hak gasplarına karşı çıkmak İslami kimliğimizin bir gereğidir.

Kışla Tipi Eğitime Hayır!

Türkiye'de çocuk, genç, yetişkin bütün insanlar hemen her düzeyde resmi ideoloji dayatmasına muhatap olmaktadır. İnsanların kimlikleri, inançları, düşünceleri sistematik ve kurumsal bir işleyişle tahakküm altına alınmaktadır. Hak gasplarının en yoğun yaşandığı alanlardan biri eğitim alanıdır. Gerek 8 yıllık zorunlu eğitim, gerekse de sonraki süreçlerde milyonlarca çocuğumuz ve gencimizin zihinleri resmi ideolojik doktrini esas alan anlayış ve uygulamalarla istikrarlı bir şekilde kirletilmektedir.

Devlet merkezli eğitim, hem teorik hem de pratik açıdan insan kişiliğini ve inanç bütünlüğünü görmezden gelen; statükoya aykırı fikir ve yaklaşımlar benimseyebilme ve geliştirebilme hakkını tamamen yok sayan bir anlayışla örülmüştür. Eğitim kurumlarıyla çocuklarımız, gençlerimiz resmi ideolojik kalıplar doğrultusunda şekillendirilmeye çalışılmıştır. On yıllardır yoğun bir ideolojik bağnazlık ve dayatmacı yöntemlerle düzen ve düzenin kutsalları karşısında pasif, çaresiz, eleştiri ve sorgulama cesaretinden yoksun nesiller yetiştirilmesi hedeflenmiştir. Sadece giyime değil, zihne de yansıtılan üniformalı bir eğitim anlayışının neticesinde "okul" kışlalaştırılmış, öğrenciler askerleştirilmiştir.

Özgür-Der kışla tipi eğitim anlayışına son verilmesinin hukuki, ahlaki ve insani bir hak olduğuna inanmaktadır. Eğitim alanında süregelen ulusçu, laik dayatmacı anlayışın topyekün terk edilmesini ve resmi ideolojik kalıpların esareti altında tutulan beyinlerin özgürleştirilmesi için eğitim sisteminin baştan aşağıya yenilenmesi gerektiğini savunmaktadır.

Bu genel tespit ve değerlendirmelerden hareketle, aşağıda dile getirilen talepleri acilen alınması gereken tedbirler, ilk elde atılması gereken somut adımlar olarak görüyoruz:

• Eğitim alanında her türlü inanç yasağı son bulmalı; bu çerçevede başörtüsü yasağı adlı vahşi yasağa son verilmelidir. 

• Genç beyinlerin militarist bir tarzda yönlendirilmesinde araç olarak kullanılan ulusal marş, ant, tören ve benzeri ritüeller terk edilmelidir.

• Eğitim binalarında, araçlarında ve müfredatında kişi putlaştırılmasına yönelik yaklaşımlar terk edilmeli; düşünen, sorgulayan, eleştiren mantık öne çıkartılmalıdır.

• Sistemin ihtiyaçlarına hizmet eden güdümlü din kültürü ve laik ahlak anlayış şablonundan vazgeçilmelidir.

• İsteyen vatandaşlara okullarda ana dillerinin öğretilmesi imkanı tanınmalıdır.

• Okullarda askeri denetim ve vesayet aracı olarak işleyen ve kışla tipi eğitimin simgesi haline gelen Milli Güvenlik Dersleri acilen kaldırılmalıdır.

ozgurder-1.jpg

ozgurder-2.jpg

ozgurder-3.jpg

ozgurder-4.jpg

ozgurder-5.jpg

ozgurder-6.jpg

ozgurder-7.jpg

ozgurder-8.jpg

ozgurder-9.jpg

ozgurder-10.jpg

ozgurder-11.jpg

ozgurder-12.jpg

ozgurder-14.jpg

ozgurder-15.jpg

ozgurder-16.jpg

ozgurder-17.jpg

ozgurder-18.jpg

ozgurder-19.jpg

ozgurder-20.jpg

ozgurder-21.jpg

ozgurder-22.jpg

ozgurder-23.jpg

ozgurder-24.jpg

ozgurder-25.jpg

ozgurder-26.jpg

ozgurder-27.jpg

ozgurder-28.jpg

Önceki ve Sonraki Haberler