“Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Sorumluluklarımız”
Gaziosmanpaşa Özgür-Der’de Musa Üzer’in konuşmacı olarak katıldığı “Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Sorumluluklarımız” konulu seminer gerçekleştirildi.
Musa Üzer sunumunda özetle şu konulara değindi:
Türkiye'de cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde dillendirilen bir tez vardı. Bu tez, "Sol kesimin en fazla yüzde otuz oyu var; dolayısıyla Sağ kesim yüzde yetmişler civarında oy alarak tekrar iktidara gelir." şeklindeydi. Ancak seçim sonuçlarına bakıldığında bu tezin hiçbir geçerliliği olmadığı görüldü. AK Parti'nin 16 yıldır devleti yönetiyor olması, beklentilerin tam olarak karşılanamaması, insanların bir kısmının istenilen düzeyde mutlu edilememesi tabii olarak bir siyasal iktidar için handikap ama kabul etmek lazım ki AK Parti ülkenin refah düzeyini yükseltme noktasında ciddi bir başarı da yakaladı. 2002'deki ekonomik veriler ile geldiğimiz noktayı karşılaştırdığımızda yadsınamaz bir farkın olduğunu söylemek lazım fakat bu gelişmelerin aslında AK Parti için bir dezavantaj olduğunun da altının çizilmesi gerekiyor. Çünkü 16 yıl önceki olumsuzluklar somut olarak gözümüzün önündeydi; dolayısıyla kıyas kolaydı ancak kendisinin dışında bir iktidar görmemiş olan gençlerin önüne bu kıyası koymak sözlerle mümkün olsa da yaşanmışlık olmayınca tabii olarak etkisi arzu edilen seviyede olmadı.
Siyasal iktidarın geldiği noktaya baktığımızda 16 yıl öncesine göre ciddi gelişmeler olsa da son zamanlarda patinaj yapmaya başladığını görüyoruz. Hâlbuki AK Parti'nin kendisini aşması gerekiyordu. Bunu söylerken AK Parti'nin başına gelen özellikle son 5 yılda her biri başlı başına bir hükümeti yıkabilecek düzeyde ve güçte olan Gezi Olayları, 17 - 25 Aralık hadisesi ve 15 Temmuz darbe girişimini atlattığını unutmamak gerekiyor. Bu olaylar her ne kadar atlatılmış görünse de Erdoğan'ın kimyasını bozmuş ve önceliklerinin değişmesine yol açmıştır. Erdoğan, iktidara geldiğinde yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla mücadele edeceğini söylemiş ve Gezi Olaylarına kadar bu mücadeleyi başarıyla yürütmüştür ama Gezi Olaylarından sonra dikkat edilirse yolsuzluk ve yasaklarla ilgili söylemleri söz konusu olmamıştır. İletişimin bu denli hızlı olduğu dönemde toplum, özellikle toplumun önemli bir parçası olan genç kitle belli bir niteliğe ve seviyeye ulaştı. Bu durum da beraberinde bir şeffaflığı doğurdu. Erdoğan, toplumun geldiği bu noktayı göremedi. Bunun yerine hamaset üzerinden bir milliyetçilik rüzgarı estirerek, sırtlarını toplumda oldukça karşılığı olan bu anlayışa yaslamaya çalıştı.
Yasaklar konusunda Erdoğan 2002'den itibaren Kemalizmin ne kadar yaptığı cürüm varsa üstüne gitti. Mesela Dersim olayıyla ilgili devlet adına özür diledi; çözüm sürecini gerçekleştirdi; Ermeni meselesinde ciddi adımlar attı ve sonuçta, dünya kamuoyunda özgürlükler bağlamında inanılmaz olumlu bir imaj oluşturdu. Fakat süreç içerisinde içinde devletin varlığını da tehdit eden büyük toplumsal hadiselerin gerçekleşmesi sonrasında devlet kendisini korumaya yönelik refleksler üretti ve ifade özgürlüklerinin alanı daraltıldı, bunun beraberinde adalet problemi de ortaya çıktı ve az önce sözünü etiğim o olumlu imaja da gölge düştü.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra fiilen darbeye katılanlarla birlikte, darbe girişimiyle ilgisi olmayan ama bir dönem ismi "cemaat" olarak bilinen, toplumsal bir hareket diye tanımlayabileceğimiz, devlet tarafından da desteklenmiş, birçok hükümetin alan açtığı, içinde olmanın bir ayrıcalık ve güven sebebi olduğu yapının sadece mensubu olduğu gerekçesiyle birçok insan cezaevine atıldı, işlerinden oldu. Hatta bu örgütle hiç ilgisi olmayan insanlar da benzer yaptırımlarla karşı karşıya bırakılarak ciddi bir mağduriyet oluşturuldu. Bu sürecin toplumda özellikle Anadolu'da nasıl bir rahatsızlık uyandırdığını hükümet göremedi ve seçime böyle girildi. Böyle bir atmosferde İslami camianın büyük bir kısmı bu sorunu gündemleştirme noktasında üzerlerine düşen görevleri çeşitli nedenlerle yerine getiremeyerek sınıfta kaldılar. Bunların yanında milletvekili adaylarının belirlenmesi aşamasında seçmenin fikrinin alınmaması, kimi illerde olmadık isimlerin aday gösterilmesi, partililerinin kullandığı dilin keskinleşmesi, bazı makam sahiplerinin sonradan sahip olduğu şatafatlı hayatları ve değişen tavırlarını iktidarın seçim öncesinde yaşadığı olumsuzluklar olarak gösterebiliriz. Bunca dezavantaja rağmen seçimin hemen öncesinde karşı taraftan bir kısım insanın basına da yansıyan gayr-i ahlaki tavır ve tutumları, iktidarın daha önce yaptığı olumlu çalışmalarında hatırlanmasına yol açarak seçimin başarısına yarayan bir süreç oluştu, aksi halde böyle bir netice olmazdı.
Haksöz'ün "Tamam mı, Devam mı?" başlığıyla yayınlanan sayısında da naçizane yazmaya çalıştık; seçmenin sandıkta bir ceza keseceğinden bahsettik ama bunun nasıl olacağı hususunda doğal olarak sadece ihtimallerimiz vardı. Bu olasılıklardan biri katılımın az olması idi ki bu olasılık zayıftı çünkü bunun seçmen açısından mantıklı bir şey olmadığı açıktı. Diğer bir ihtimal Erdoğan'a oyunu atacak ama partiye vermeyeceklerin çoğalmasıydı, üçüncü ihtimal ise Erdoğan'a oy vermeyecek, partiye verecek kesimdi... Seçimden sonra görüldü ki ikinci ihtimal oldu ve Erdoğan'a oy veren ama AK Parti'ye oy vermeyenler oylarını MHP'ye verdiler. Bu tercihi yapanların önemli bir kısmının gençler olduğunu düşünüyorum. MHP'yi yeteri kadar tanımayan, İslamcılarla Ülkücülerin kendi aralarındaki mücadele tarihini bilmeyen; milliyetçiliğin cahili bir anlayış olduğunu, İslami bir referans sistemi içerisinde yerinin olmadığını bilmeyen gençlerin MHP'ye yöneldiğini düşünüyorum. Yerlilik ve millilik vurgusunun milliyetçiliği beslediğine inanıyorum. Nitekim seçim sürecinde doğru dürüst seçim çalışması yapmayan MHP'nin aldığı oy bunun göstergelerinden biridir. Hükümet kendine çeki düzen vermediği takdirde dokuz ay sonraki süreçte seçmenin artık tolerans göstermeyeceğini görmek lazım.
Muhalefetin ise, Atatürkçü Kemalist görüntüsünün ötesine geçmek için yoğun bir çaba içerisinde olduğunu görüyoruz, hem de uzun bir zamandan beri... Taksim'deki cami projesine karşı bir atak yapmayan, orduya başörtü serbestliğinin getirildiği dönemde ağızlarını dahi açmayan ana muhalefet bu noktada Erdoğan'ın kendilerini çekmeye çalıştığı çizgiye gelmediler. Ana muhalefet iktidar olabilmek için dindarları da kuşatan bir dil geliştirmek zorunda olduğunu anladı. CHP bu seçimde akıllıca bir hamle yaparak geniş cephe siyaseti uyguladı. İyi Parti'yi seçime sokması önemli bir hamleydi. Abdullah Gül formülü yine yerinde bir adımdı. HDP'nin ise barajı geçme ihtimali zayıf görünüyordu ki nitekim Demirtaş'ın aldığı oy oranı bunun göstergesi ama CHP'nin güçlü olduğu yerlerde HDP'ye yüzde iki-üç oranında oy kaydığını görüyoruz. Doğu bölgesinde Kürtler tarafından HDP'ye olan nispi teveccühün devam etmesindeki temel nedenlerden bir tanesi yükselen milliyetçi söylemler, kullanılan dildir. Netice itibariyle tabiri caizse MHP'nin peşine takılan AK Parti hata yapmaktadır. Bir an evvel bu hatadan dönülmeli, bölge insanları mutlaka kazanılmalıdır.
Toparlayacak olursak; ülkede adalet, hukuk derin bir yara almış durumda, yeni kurulacak hükümet özellikle adaletin tesisi için ciddi adımlar atmalıdır. Müslüman camia da, doğruya doğru, eğriye eğri diyebilme cesaretini ortaya koymalı, adaletsiz uygulamalar söz konusu olduğunda korkmadan kamuoyu oluşturabilmelidir. Biz de dahil olmak üzere bir vakaya, havuz medyasının, iktidar medyasının argümanlarıyla bakmamalıyız. İlkelerimiz, referanslarımız belli, zerre sapma göstermemek için azami gayret göstermeliyiz. "Onlar başa gelselerdi bize neler neler yaparlardı" diye çıkışan müslümanları görüyoruz ve gördükçe de kahroluyoruz. Fetullahçılar, Kemalistler, Ulusalcılar, HDP'liler, PKK'lılar bizim öğretmenimiz olamazlar! Bizim öğretmenimiz Kur'an-ı Azimmüşandır. Bizim öğretmenimiz Peygamber Efendimizin Sünnetidir, ahlakıdır. Müslüman adildir, vicdanlıdır, doğruluk üzere olandır. Zulüm karşısında sessiz kalmayarak ilkelerinin, değerlerinin, müslümanlığının yıpranmasına engel olandır.
Sunum katkı, eleştiri ve sorular ile sona erdi.