Ereğli ve Bartın'da Selefilik Tartışıldı
Bartın Özgür-Der ve K.Ereğli Özgür-Der’de de bu hafta ‘Selefilik ve Günümüze Yansımaları’ konusu işlendi. Oktay Altın’ın konuşmacı olduğu seminerde kısaca şu vurgular öne çıktı;
‘Selefilik’ önceki dönemi şeklen ve mahiyet açısından öne çıkarma anlayışı/eğilimi olarak tanımlanabilir. Her düşünce ekolünün tezahür ettiği andan itibaren selef ve halef dönemlerinden bahsedilir. Kuran’ın son Nebi Peygamberimiz (s)’a inzali ve örnek uygulamalarını (Sünnet ve Sahabe yaşantısını), sonradan gelen kuşaklarca referans alma tarzında öne çıkan eğilim ‘Selefilik Yöntemi’nden bahsetmeyi zorunlu kılıyor. Bu eğilim İslamın yaşanırlılığının mutlak belirleyici öncülü olarak o dönemden gelen tüm aktarımları, şeklen ve karineleriyle (ayırmadan ve sebep-sonuç sorgulaması yapmadan) hayata geçirilmesini savunuyor. Bu eğilimin model dönemleri; ilk dönem ‘Sahabe Dönemi’ ardından ‘Tabiin’ ve üçüncü kuşak örnekliği olarak ‘Etbau Tabiin’ dönemidir. Selefiler bu üç dönemi esas alırlar. Yani dinin tekamüle erdiği dönem Rasul (s) ve sonrası üç dönemi kapsamaktadır; Vahyin yakinen/doğru algılandığı ve uygulandığı ilk dönemleri.
Her düşünce disiplininin doğduğu dönem önemlidir. Sonraki dönemle ilk dönem arasında farklılıklar mutlaka olacaktır. Bu, esasen İslam dönemleri için bir eksiklik değildir. Müslümanların içinde yaşadıkları ‘el-An’ı, Kuran’ın ahkamıyla irtibatını kurarak fıkhettikleri ve bu yönelimin bir karinesi olarak Rasulullah’ın (s) yorum ve uygulamalarına bakmaları ‘Kur’an ve Sünnet’i hayata doğru olarak geçirmeleri açısından bir zorunluluktur. Sahabe uygulamaları bu meyanda öneme sahipti. Fakat bu olduğu gibi bir’ taklit formu’ olarak değil ‘örneklik’ anlamlılığı üzerinden olmalıdır. ‘Ed-Din’ olgusunun bir açılımı olarak ‘çağlar üstü’ yönüyle tezahür etmelidir. Elbette ‘ilk dönemler’ İslami hayatın ‘tanımlayıcı ve kurucu’ örnekliğini oluşturuyor, ‘kitap-hikmet-teamül-fıkıh’ ilişkisine ışık tutuyor fakat salt ‘formel/taklidi geleneğe’ işaret etmiyor.
Selefililiğin tarihi derinliği sahabeye dayanır. Ömer (ra) kendi döneminde bu süreç değişkenliğini fark etmişti. Meseleleri karara bağlarken bir usul üzerinden teenniyle hareket etmeyi söylüyordu. Ona göre Mekke’de Müslüman olanlarla Medine’de Müslüman olanlar arasında olgunluk ve temayüz farkı vardı. O önemli kararları vermeden önce Mekkelilerle ayrı, Medinelilerle ayrı istişare ediyor, kendince sebep-sonuç arasında sınıflandırma yapıyordu. Fetihlerle tanışılan yeni kültür de Ömer (ra) için hep bir risk, ‘tahkik ve tahlili’ zorunluluk arzeden kültür olma özelliği taşıyordu. O olayları sosyal konumlarına, yerellik/dönem ve insan algılarına göre tasnif ediyordu.
Nas-Teamül-Fıkıh ilişkisi;
1- Araplarla diğer İslam beldeleri ilişkisinde farklılıklar doğmuştur ve değişik İslam yaklaşımları, kültürlerin belirleyiciliğinde din algısı oluşturmuştur. İnsanların içinden geldikleri kültürleriyle bağlarını bilelim ve bu durumun mahiyetini hesaba katalım. Bu sebeple her türlü geçmişe atıfta ‘tashih’ şarttır. Her zaman ilk kaynaklara ve referanslara vurgu yapmak ama ‘tahkik’i (hikmet okumasını) elden bırakmamak gerekiyor.
2- Muhataplarla üslup ve ilişkide karşılaşılan yöntem. İslam olmayanlara tebliğ ve davetin yöntemi nasıl olacak? İslamın, bireysel ve toplumsal uygulamalarını bilmeyenlerle ilişki nasıl olacak? Kuran’da buna gönderme yapılıyor. Muhatapların kabulüne ve yaşamlarına işaret ediliyor. Yeni ilişki kurulan insan topluluklarında Rasulullah (s)’ın Dönemini esas alırken ilişkilerin olgunlaştığı, Medine Döneminin mer’i formuna göre değil, İslama muhatap bu insanlarla ilk ilişki/karşılaşma biçiminin ne olacağına, Kuran’ın tebliğ ve davet öngörülerine ve Rasulullah (s) ın uygulamalarındaki inceliğe uygun kriterlerle kurulu bir yöntem ortaya konulmalıdır.
Tarihi seyre baktığımızda, fıkıhta iki ekol doğmuştur. 1- Medine merkezli sorunları çözme usulü. 2- Nas ve akıl ilişkisini öne çıkartan yöntem (Rey ekolü). Zamanla hadis/rivayet ekolü ile rey ekolü arasında kavramlara yaklaşım ve sebeb-sonuç ilişkisinde farklılaşmalar derinleşmiştir. Rivayetleri isnad değeriyle kabul edip, metni sorgulamadan (herhangi mantıksal açıklamasını yapmadan) üzerine hüküm bina eden anlayış, sadece rivayetin değerini tavsif ediyor, her hangi bir izaha ihtiyaç duymuyor.
İmam Şafi’ye göre ‘hikmet’ peygamberin sünnettir. O,’bütün sorunları sünnetle/dolayısıyla hadisle’ çözebilirsiniz diyor. Rey Ekolü mantık ve reyi öne çıkarıyor, meseleleri izah ediyor. Mutezile dönemsel bilgiyi/veri tabanını da kullanıyor yani nassın işaret ettiği hükmü veya beyanı izah ederken o günkü terminolojiyi kullanıyor(kendince ilmi izahlar yapıyor), hikmeti böyle anlıyor. ‘Mihne dönemi’ (Rivayetleri öne çıkaran çevrelere baskı dönemi) : Hadis ekollerine baskı İmam Şafi’nin vurgularını ve o çizgiyi güçlendiriyor, selefiliğin çıkmasını ve iyice yerleşmesini sağlıyor.’ Rü’yetullah mümkün mü?, Kuran Mahluk mudur?’ gibi soruların ayırıcı ve sistemetik zulüm konularına dönüştüğü dönemler…
Ebu Hanife reyi önemsiyordu. Ama salt akılcı (rasyonalist) değildi. İlmihali yönüyle incelendiğinde -hadisle eserleri karşılaştırdığında kendi reyini bırakıp rivayeti tercih ettiği ve bunu sahabenin uygulamasıyla izah etmesi vakidir. Örneğin ; çorabımıza mesh olayı. Başta karşı çıktığı bu konuda sonradan kendisine rivayet ulaştığında Ebu Hanife de İmam Hanbel’in görüşünü onaylamış oluyor.
Erken dönem selefi kurucu olarak Ahmet b.Hanbel kabul edilir. Olgun dönem selefi temsiliyette (1300 lü yıllar) İbni Teymiyye bilinir. Ondan selefi ekolü güncel konularla buluşturan, kısmen usul derinliği katan kişi olarak bahsedilir. İslam dünyasına Yunan felsefesi etkileşimlerinin sokulduğu, batıni yorum ve hiçbir dayanağı olmayan gizemli okumaların çoğaldığı,hurafelerin yaygınlaştığı, dış istila tehlikesinin Moğol saldırılarının başladığı bu hareketli dönemde o, sistemli sayılabilecek bir karşı koyuş ve düşünce eğilimini ortaya koyan kişidir. Selefi düşünceyi yeniden dizayn eden, düşünceyi sistemli hale getiren, siyasi vizyon katan ve gerektiğinde cihad eden/savaşan İbn Teymiyye’nin Bilad-ı Şam’da etkisi fazladır ve kendisinden sonraki dönemi etkilemiştir.
Malum Osmanlı’da tasavvufi düşünce belirleyiciydi. Bilad-ı Şam’da tasavvuf- selefilik çatışmasında selefilik öne geçiyor. Çünkü bidat, hurafe, dini törenler,raks, sema gibi uygulamalar ve kabuller İslamın aslıyla-usulüyle hep sorun yaşıyor, yani bir sürü batini-kelami-felsefi izahlar yapacaksınız vb. sonra diyeceksiniz ki bu İslam! Maalesef bu tarz yaklaşımlar,usule uygunluğa riayet eden yöntemin ayrıştırıcı gücü karşısında kültürel algıyı önemseyenlerin dışında revaç bulamayacaktır. İslam dünyasında selefilikten en az etkilenmiş coğrafya Rumeli’dir. Selefiliği iktidara taşıyan 1700’lü yıllarda Hicaz’da tasavvuf yaygınlaşıyor. Türbecilik, nuskacılık, cehaletten neşet etmiş bir çok uygulamalar halkın fakirliği, savaşlar, çöl şartları ve tebliğ ve davetin zayıflığı gibi müsait ortam yakalamış ve yaygınlaşmıştı. O yıllarda selefilik ve ıslah ekollerinin temsilcilerinden sayabileceğimiz Muhammed İbnul Vehhap, anlayışını yaygınlaştırmak, kötü şartları ve toplumsal çürümeyi önlemek adına Hicaz coğrafyasında tebliğ çalışmalarına önem vermeye başladı. Sonraları toplumsal teamülleri uygun hale getirebilmek ve insanlarla ilişkileri hızlandırmak için ‘güçlü olmak’ vurgusunu önceleyerek İbn Suud ailesiyle ilişkilerini artırdı ve süreç içerisinde bunu devletleşme ittifakına dönüştürdüler. 1744’de Suud ailesiyle anlaşma yaptılar. Siyaseten biz sizi tanıyacağız siz de Usulü-İslam yönünden bizi tanıyacaksınız. Bugün bile bu ittifak devam ediyor. Bu gün ’ali Şeyh’ olarak bilinen aile M.İbn. Abdulvehab’ın torunlarıdır. Osmanlı, Suud Selefilerinin üzerine Ali Paşa’yı göndermiştir. Siyaseten Osmanlı Devletinin menfaatlerinin dışına çıkan, maalesef o dönemin dış güçleriyle pragmatik-kirli ittifaklar gerçekleştiren Suudi ailesini Osmanlı güçleri dağıtmıştır ama çöl şartlarının zorluğu, askerleri bu şartlarda uzun süre istihdam edemeyişi ve ardından Osmanlının Hicazdan çekilmesiyle başlayan süreçte Suudiler yeniden toparlanarak Vehhabi-Suud Devletinin kurulmasına kadar giden, İngilizlerin mihmandarlığında yol alan bir ilişkiye kadar savrulmuşlardır. Abdülvehhab ailesi hicaz topraklarında yaygınlaşmış olan cehalete tevessül,türbe,himmet,takdis gibi konuları ve Şianın kabullerine sert mücadele yöntemiyle müdahale etmişlerdir. Kendilerince fıkıhsız ve bir birikime dayanmayan yaklaşımları bastırmak noktasında sert yöntemler kullanıyorlar. Dolayısıyla ‘Şia ve Selefi’ çekişmesi bu topraklarda eskilere dayanan bir arka plana sahiptir ve birbirlerini sevmezler. Osmanlı bölgeden çekilirken yönetimi ‘Şerifler’ ele geçiriyorlar. Şerifleri Suudiler yeniyor. Suudiler bölgede kuvvetli, savaşçı ‘İhvan’ diye adlandırılan askeri bir topluluk kuruyorlar. Selefi eğitimden geçirdikleri ve askeri disiplinle yetiştirdikleri bu yapıyı sonraları riskli bulup onları da savaşarak tasfiye ediyorlar.Suudun selefi anlayışının ve pragmatik devlet yapılanmasının serencamı böylelikle yerleşik sisteme dönüşmüş oluyor. Küresel vesayeti tehdit olarak görmeyen tersine ona sığınarak iş yapmayı ve kendilerince ‘dini temsiliyyeti’ devam ettiren Suud Selefiliği! Belirtelim selefilik sadece Suud Vehhabiliğinden ibaret değildir ama Suudilerin parasal güçleri ve derin bağlantıları, Vehhabiliğin öne çıkan tevhidi önceleyen ama davet yönteminden yoksun müdahaleci dile ve tarza sahip olması, Mekke ve Medine’de yaşamaları ve kendilerini sözde ‘hadimül haremeyn’ ilan etmeleri gibi sebepler selefilik deyince onları bahis konusu yapıyor.
Bu gün Suriye , Mısır intifadalarını ayırmadan destekleyen hatta Türkiye’deki demokratik rejim yoluyla iktidarı savunan bazı selefi alimleri bile mevcuttur. Küresel cihadi çizgiyi savunanlar ve onaylamadığımız tedhiş yöntemlerini caiz görenler olduğu kadar, Mısır’da darbecilere destek veren Nur Partisi Selefileri, El-Kaide yöntemlerini tasvip etmeyen daha duyarlı ve suhuliyet sahibi selefiler, Suriye’yi zalimden kurtarma mücadelesi veren kardeşlerini acımadan öldüren IŞİD selefiliği, daha sufi forma yakınlaşmış selefiler, entelektüel ama tekfirci tasnifleri kolay kullanan kendi yorumlarını vecibe/temel saik olarak savunan muhtelif selefilere ve eğilimlere rastlamamız mümkündür.
Selefilerin Üzerinde Durduğu Konular
Kuran ve Sünnete bağlıdırlar ama hükümleri daha ziyade ilk halleri üzerinden fazla irdelemeden usulen tahkik etmeden, zahiri halleriyle kabul ederler. Bir rivayet veya sahabe döneminden uygulamalı sahih bir delil ellerine geçtiğinde mevcut görüşlerini terk edip derhal o rivayete sarılırlar.Bu anlamda ‘mezhepçi’ değildirler. Ayetin şartlarına ve dönemine bakmazlar. Örneğin; ‘kafirleri bulduğunuz yerde öldürebilirsiniz’ ayetini doğrudan ‘öldürme-kıtal’ ayeti olarak alırlar. Ayetin zahiri/ön algısı üzerine bina edilmiş bir hükümü çağrıştırması onlar için yeterlidir. Siz bu yöntemi eleştirdiğinizde onlara göre Kuran’ı eleştirmiş olursunuz. Hatta dinden bile çıkabilirsiniz. Vahyin aşamaları, merhale, şartlar, durum, olgunluk evreleri, bilgi-zaman ilişkisi gibi hususlar onlar için fuzuliyattandır. Selefiliğin uygulanış biçimlerinde bölgede o kadar farklı ve ölçüsü olmayan uygulamalar var ki örneğin misvak uygulaması. Abdest şadırvanlarına iple bağlanan misvak örneği. Yine uygulamada bulunmadığı için yer yer hala direndikleri musluk düşmanlığı. Muslukla taharet hala Hicaz topraklarında yaygınlaşmamıştır. Musluk bidattan sayılmıştır. Delilleri; ‘Her bidat dalalettir. Dalalet sahipleri cehennemliktir’ gibi, bu örnekler genelleme değildir ama sık rastlanılır bir durum olarak böyle..
1979 Afganistan cihadı karşısında İslami direnişle başlayan sürecin ardından selefi eğilimin sürece renk vermesi , 1990 seçimlerini Cezayir derin devletinin iptal etmesi sonucu o dönemki kaos ortamında (Müslümanlar tutuklanmış, faili meçhul cinayetler başlamış, partileri fesh edilmişti) bazı selefi gurupların başlattığı, masum halka yönelmiş ve binlerce öncü vasfa sahip Müslümanın ölümüyle sonuçlanan travma, yine 1990 körfez krizinin ardından kutsal beldelerin haçlılar tarafından korunması yada kullanılması karşısında başlayan direniş süreci, Irak işgali sonrası süreçten çıkan IŞİD örneği vb. Selefilik her zaman her yerde aynı tepkiyi koyan homojen bir yapı değil. Parlementoya şirk diyen var, oy kullanmaya küfür diyemeyen var. Eğilim sahipleri bugün kendi içinde şartlara göre birçok değişken tutumlar arz edebiliyorlar.
Usulen irdelersek ; olaylar karşısında Kuran katiyen bütüncül suçlama yapmıyor. Olayı ve müsebbiblerini suçluyor. Örneğin; Ehli kitaptan emanete riayet edenlerle, dirhem versen başında dikilmedikçe vermeyenlerin arasını ayırıyor, yine Müslümanlara karşı şedid olanlarla, daha mutedil yol izleyenleri ayırarak ele alıyor, yine kendi içimizde hayırlarda sabikun olanları, kaytaranları, günahta diretenleri, hemen pişman olanları ayrı ayrı ele alıyor, eylemleri niteliğine göre ayrıştırıyor ve ona göre hükme bağlıyor veya tavsiyede bulunuyor.
Şunu belirtmekte yarar var ; modern algı selefiliği çok fazla derinliğine ve öncül sebeplerine bakmadan eleştiriyor. Gelenekten soyutlanmış modern/uç bir yöntemle herhangi bir bağlayıcı kuralı ve teamülü olmayan yaklaşımlar ve uygulamalar karşısında durup düşündüğümüzde ; kendini Allah’a kulluğa adayan, tarafını Müslümanlardan yana yapan, kardeşliği, yardımlaşmayı, istişareyi birliktelik üzerinden uygulayan ve geliştiren Müslüman toplum olmanın zaruretine inanan bir duruş, olması gereken yol alışımız olmalıdır. Ama bunu selefi/zahiri, salt formal bir yöntemle değil, tahkik ederek, Allah’ın ayetlerini hayatımızda güncelleyerek ve sorumluluk bilinciyle eyleme dönüştürerek ve anın fıkhını oluşturarak yapmalıyız. İslami bir geleneği olmayan, kuru mantıksal açılımlarla, ‘yeni-modern-asri’ yorumlarla yüzünü modern hayata dönmüş eğilimlerle dini,’ Sıratı Müstakim üzere yaşamak ve Vasat Ümmet’ olmak asla mümkün olmayacaktır. Modern algı yolunun kendi kabullerine bakılırsa hiç bir denetleyici ölçütleri ve modelleri yoktur. Oysa Rabbimizin bizlere seçtiği din ‘İslam’dır ve tüm Müslümanların yoludur. Öncülümüz, olmazsa olmaz yegane kaynağımız Kuran’dır, rehberimiz, Usvetün Hasene örneğimiz Muhammed (s)’dır, geleneğimiz İslamın bize ulaşan mirası olan; Rasulullah’ın (s) Sünneti/Kuran’ın uygulamaları ve öncülerin yolu, yol arkadaşlarımız İslamı kendisine şahsiyet şiarı edinmiş ve bedel ödeme konusunda ödünsüz kendisini ortaya koyan Mü’minlerdir.