Şura ve Şavir emrine rağmen üstadlık geleneği
Başakşehir Özgür-Der Şubesi’nin “Tarihi Kökenleriyle Güncel Meselelerimiz” başlıklı seminer serisine bu ay Hamza Türkmen konuk edildi. Türkmen, “Şura ve Şavir Emrine Rağmen Üstadlık ve Otoriterlik Geleneği” başlıklı konuyu müzakere etti.
Başakşehir Özgür-Der şubesinin düzenlediği seminere bu ay araştırmacı yazar Hamza Türkmen konuk oldu.
Hamza Türkmen, değerlendirmesinde Kur’an’ın mevsukiyeti hakkında spekülasyon oluşturan resmi veya sivil akademisyenlerin; ayrıca kült haline getirilip tağileşmiş kişi ve iktidarlara dua edip yağcılık ve sığınmacılık yapan ilim adamı olarak lanse edilen kişileri “kitap yüklü eşekler” olarak tanımlayabileceklerine değindiği değerlendirmesinde şöyle söyledi.
Türkmen, "Kur’an nassı olarak kapalı konularda, tahkike muhtaç rivayetlerde veya nass dışı mevzularda kendi nefsimizle, diğer müminlerle, diğer insanlarla ve yönetimlerle olan ilişkilerimizi delalet-i açık Kur’an ayetleri ve aslı Kur’an’da olan Resulullah’ın mütevatir uygulamaları dışında nasıl belirleyeceğimiz konusu tahkike, istişareye, şuraya dayanan bir usule veya metodolojiye ihtiyaç oluşturmaktadır. Tahkike muhtaç rivayetlerde veya nass dışı mevzularda salt aklını kayıtsız olarak kullanan bireyler ve kendi içtihatlarıyla yetinen ilim adamları yanında; tarihimizde içtihadi ortak akla yönelen ilmi şuralar, kazai şuralar, ihtisas şuraları, yönetim şuraları ve kitlesel şuralar da söz konusu olmuştur ve olmalıdır.
Ailevi, fikri, toplumsal ve yönetimle ilgili işlerimizde Rabbimizin teşavür, şura, şavir ile ilgili hükümlerini uygulamada, din konusunda otorite olmaya çalışan bazı din bilginleri “nafile sünnet” olarak algılarken; İmam Ebu Hanife, İmam Malik okullarının geleneğinden ve ıslah ekolünden bazıları bu hükümlerin tümünü farz olarak algılamış, bazıları da teşâvür’ü ve şûrâ’yı vacip, şavir hükmünü ise farz olarak değerlendirmişlerdir.
İbn Ebu Şeybe, Tirmizî, Aclunî’nin aktardığı hadislerde şûra ise, “kişisel ve toplumsal düzeyde her iş bakımından doğru karar almanın gerekli bir yöntemi” olarak tanımlanmıştır. Nisa Suresi’nde belirtilen Allah ve Resulü’nden sonra itaat edilecek olan “Ulu’l-emr” ile ilgili hükmün öznesi üzerindeki spekülasyonlar ise saltanat rejimlerinde, bir türlü aşılamamıştır.
21. Yüzyılda İslam ümmetinin en hayati ve ibadi görevlerinden birisi de, şura uygulamalarındaki esasları ve bu uygulamalardaki sahih özü ortaya çıkartmak ve yürürlüğe koymak olmalıdır."
Dini ve hayatı yorumlamada üç ana yaklaşım tarzından bahseden Türkmen, bunların “çatışma”, “uyuşma” veya “İslamileşme” ve “ayrışma” olduğunu belirtti ve bu eğilimin aktörlerini de şu başlıklar altında ele aldı:
"Vahiyle ve Resullerle çatışanlar: Atalar dinine dayanan gelenek, vahiy dışı ruhbanlık, cahiliyye tutumu, tağut ve kavimlerin Firavun, Haman, Karun gibi kötülük işleyen liderleri. Samiri gibi vahyi ölçülerden ayrışan din adamları: Bir de Araf Suresi’nde geçen “ayetler hakkında bilgisi olan ama sonra bu bilgilerden tamamen sıyrılan ve şeytanın peşine düşen adam kıssasında” anlatılan kişi, ya da Musa (a) döneminden gelen rivayetlere göre Belam adlı kişi ve benzerleri de önemlidir ve bu tür kişilere tarih boyunca sürekli rastlanmıştır."
Türkmen, bugün Kur’an’ın mevsukiyeti hakkında spekülasyon oluşturan resmi veya sivil akademisyenlerin; ayrıca kült haline getirilip tağileşmiş kişi ve iktidarlara dua edip yağcılık ve sığınmacılık yapan ilim adamı bilinen kişileri “kitap yüklü eşekler” olarak değerlendirebileceğimizi söyledi. Bu tür kişilerin ya kendi salt ve kayıtsız aklıyla sınırlı veya rüya, ilham iddiaları ve halüsinasyonlarına dayanan yaklaşımlarını kurtuluş yolu olarak gösteren demagogların Kahin, Haman, Samiri veya Belam misyonu ile paralelleşme hatasına düştüklerini vurguladı. Ve bu birikim sahiplerinin af dilemeye, nefis ve perspektiflerini ıslah etmeye davet edilmeleri gerektiğini belirtti.
Şura ortamı oluşturma gibi kaygısı olmayan, kendi nefsini yüceltip kibrini büyüterek üstad olma müstağniliğini yaşayan otorite olma saplantısından kurtulamayıp hak, adalet ve şura yolundan ayrışan bu tür kişilerin hem kendi nefisleri için hem etkiledikleri kişiler için büyük ziyanlar oluşturduğunu belirten Türkmen şunları vurguladı:
"Gerek gaybi konularda gerek fikri ve ameli konularda muhkem olan Kur’an ayetlerini ve Resulullah’ın zamanı aşkın Sünneti’ni temel ölçü olmak konusunda ihmal eden, şura ve şavir gerekliliğini önemsemeyen klasik şeyhlerin veya modern entelektüel şeyhlerin ya da üstadların eleştirilerini kişisel olarak değil usuli yani metodolojik olarak ele almak gerekir. Bu tür kişilerin ıslah çabalarından ve bu tür çabaların istişari aklından ayrışmaları Rabbimizin “Onların işleri aralarında şura iledir” hükmünü şuraya ehil kişilerle gerçekleştirme cehdi yerine fikirde ya da siyasi çabalarda mutlak belirleyen veya sürekli öncü olma yanlışına dayanmaktadır.
Fikri öncülükle ilgili tutum ise, istişare ya da şura paylaşımı yapılacak sosyal çevrenin olmadığı yerlerdeki tebliğciler için doğal liderlik olarak ortaya çıkar. Bu durum da “Allah’a itaat edin, Resulüne ve sizden olan ulu’l-emr’e itaat edin. Eğer Anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Resulü’ne götürün” hükmünü yerine getirebilmek için bir ulu’l-emr olgusu olması gerekir. İhtilaf halinde başvurulacak kişi ise ulu’l-emr değil, İslam’ın esas kaynağı ve mutlak örneği Resulullah’ın uygulamalarıdır. Diğer bir ifadeyle İslam’ın değişmez asılları, sabiteleridir. Eğer Müslüman cemaatin veya daha geniş olarak ümmetin şura meclisi olarak ulu’l-emr yoksa, ve vahyin ve İslami uygulamanın tebliğcisi tek başına ise, o kişi hakkı ve adaleti yerine getirmek için fikri liderliği asıl edinerek, doğal liderlik ile hakkı ve adaleti taşıyacak bir öbek, bir sosyal çevre kurmaya çalışır. O tebliğci oluşturacağı veya toplayacağı İslami ufak sosyal öbeğin doğal lideridir. Ama bu süreç geçici bir durumdur. Asıl olan İslami tebliğe kulak verip tertilen Kur’an taliminden geçen kişiler arasında gerek iç ilmihalimizi, gerek diğer İslami çevrelerle, gerek ötekilerle irtibat kurmak için şuraya ehil ve İslam davasını üstlenmiş şehidler ve salihler yetiştirebilmektir. Böyle bir seviyeye gelindiğinde artık doğal liderlik biter ve işlerin Kur’an talebesi ve Resulullah’ın sünnetine müdrik şuraya ehil insanlarla idari veya ilmi ya da ihtisas şuraları oluşturacak nizami bir hal alabilmelidir.
İslami cemaatlerde veya çevrelerde fikirde ya da siyasi çabalarda sürekli tek belirleyen veya sürekli öncü olma yanlışı, Nahl Suresi’nde belirtilen “İbrahim bir ümmetti” hitabı ile izah ediliyor ki bu yaklaşım şaz bir tutumdur. Adanmışlık, üretim ve fedakarlık ruhu içinde samimiyetle oluşmuş olan öncülüğün mutlaklaştırılması veya fikri otorite statüsü de bu örnekliğin doğru bağlamda anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır.
Bir kere aynı ayetin sibakında Rabbimiz mealen “Ben seni imam kılacağım. O müşriklerden değildi” diyor. Yani o kemal ehli bir Resul’dü. Resullük mirasla geçmez ve taklid edilemez. Kemal ancak yakalanmaya çalışır ki bu hale en yakın olan doğruluk vasfıyla müsemma sıddıklardır. Bu yanlış mukayese, Resulullah’ın Hudeybiye Anlaşması örneği gibi şer’i konulardan kalkarak da yapılmaktadır. Oysa Resulullah Kur’an’daki salat gibi, omuzlardan aşağıya sarkıtılacak örtü gibi kapalı hükümlerin anlaşılması ve uygulaması konusunda bütün müminlere “en güzel örnek” olmuştur. Şer’i konularda hiçbir öncü veya lider kendini Resul yerine koyamaz. Bu tarz mukayeseler de şazdır.
İslam’ı yaşamada bütüncül bir bilince ulaşan ilim ve dirayet ehli mü’minler, üstad veya otorite olmak amacıyla değil, şurayı önceleyen ulu’l el-bab veya rasihun olmak yolunda yani sıddıkların, şühedanın, salihlerin yolunda olmak için çaba sarfetmelidirler."