‘Said Halim Paşa, İslamcılık, Siyaset ve Islah Tetkikleri’
Bartın Özgür-Der’de ‘Said halim Paşa, İslamcılık, Siyaset ve Islah Tetkikleri’ konusu işlendi. Asım Özdemir’in sunumunu yaptığı seminerde şunlar ifade edildi.
Said Halim Paşa Said Halim 28 Ocak 1865 tarihinde Kahire'de dünyaya geldi. Mehmet Ali Paşa'nın torunudur. Sonradan ailesiyle İstanbul'a yerleşmek durumunda kaldıkları için ilk öğrenimini burada tamamlamıştır. Yüksek tahsilini İsviçre Üniversitesinde yaptı. Fransızca, İngilizce, Arapça ve Farsça'yı iyi biliyor, Doğu ve Batı medeniyet ve kültürlerini iyi tanıyordu. Halim Paşa, Mısır Hidivi İsmail Paşa ile arası açıldığı için ailesiyle birlikte İstanbul'a gelip yerleştiğinde, oğlu Said Halim sekiz dokuz yaşlarında bulunuyordu. Kabiliyetli ve iyi bir eğitim aldığından 1888 lerde genç yaşında Sultan Abdülhamid tarafından "mîrimiranlık" rütbesi ve "ikinci rütbeden Mecîdî nişanı" ile taltif olunarak "Şura-yı Devlet" (Danıştay) ardından 1900 Eylül'ünde Rumeli Beylerbeyiliği" pâyesine yükseltildi. Avrupa'da yüksek tahsil yapmış olmasına rağmen yerli ve dindar kişiliğini koruyanlardandı. Yüksek derecede devlet memurluğunda bulunduğu için tecrübe sahibiydi. Bir şikayet üzerine "muzır evrâk" (hürriyetçi yayınlar) ve silâh bulundurduğu ihbar edilerek yalısı aratıldı. Bir şey bulunamadı ama tâkip, tarassuttan sebep kardeşi Abbas Halim Paşa ile birlikte İstanbul'dan uzaklaştırılarak Mısır'a gönderildi. Mısır'a ve sonra Avrupa'ya giden iki kardeş orada İttihhad ve Terakki Cemiyeti mensupları ile temas kurdular. Cemiyet'in Sultan Abdülhamid aleyhine neşriyat yapılması isteğine Said Halim Paşa, "Padişah'ın hilâfet sıfatı dolayısıyla bu faaliyetin, Cemiyet'in aleyhine olacağını" bildirmektedir.
Meşrutiyetin ilânından (23 Temmuz 1908) sonra İstanbul'a dönen Said Halim Paşa sırasıyla Yeniköy Belediye reisliği, Âyân Meclisi âzâlığı, Ocak 1912'de Şûrâ-yı Devlet'e başkan tâyin olundu ve bu sıfatla kabineye dâhil oldu. 1912 yılı Eylül ayında yapılan Ittihad ve Terakki Cemiyeti kongresinde, "umûmî kâtip'liğine seçildi. 1911 Trablusgarb Harbi'nin sona erdirmek için oluşturulan heyetle İtalyan delegeleriyle görüşmek üzere Lozan'a gitti fakat bu sırada hükümet çekilip, yerine gelen Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesiyle vazifesi yenilenmeyince bir sonuç alamadan geri döndü ve Şûrâ-yı Devlet reisliğinden ayrıldı. 1913'te Mahmud Şevket Paşanın öldürülmesi üzerine kendisine vezirlik rütbesi verilerek sadâret kendisine tevcih edildi. Paşa Hâriciye Nezâretini üzerine alarak hükümetini kurdu. Osmanlı ile savaşın sona ermesinden sonra ele geçirdikleri topraklan paylaşamayan Balkan devletleri arasında çıkan savaştan istifade edilerek, Edirne geri alındı (21 Temmuz 1913), Meriç sınır olarak kabul edildi. Said Halim Paşa'ya Edirne'nin geri alınmasındaki kararlı tutumundan dolayı, Padişah tarafından "murassa imtiyaz nişanı" takıldı. 1913'de yapılan kongrede Said Halim Paşa, îttihad ve Terakki Cemiyeti'nin genel başkanlığına seçildi. Said Halim Paşa hükümeti, kopacak bir büyük savaşta, paylaşılacak ganimet durumunda görünen Osmanlı memâlikini kurtarabilmek için, gerek Almanya'ya ve gerek İngiltere ve müttefikleri olan Fransa ve Rusya'ya yanaştı. Herhangi birisiyle anlaşmak istedi. Ancak kabul edilmedi, çünkü Osmanlı toprakları, galiplerin ödülü sayılıyordu. Bu sıralarda harbi başlatacak olan suikast olayı (28 Haziran 1914) vuku buldu. Almanya ve müttefikleri, Osmanlı hükümetine anlaşma teklif ettiler. Rus korkusu ve nihayet çaresizlik içinde bu teklif kabul olundu. Said Halim Paşa, anlaşmanın "tedâfüî" olmasından istifâde ederek ve henüz ordunun hazırlanamadığı gerekçesi ile harbe çok geç girmeyi, hatta hiç girmemeyi ummaktaydı. Fakat İttihatçı genç subay kadrosunun ham hayalleri, tecrübesiz devlet adamlarının hataları ve daha birçok sebepler yüzünden, harbin talihi iyice aleyhimize dönünce, savaşı zaten asker ve sivil sahada kendi fikirlerine göre idare eden İttihatçı kadro, hiç bir zaman kendilerinden saymadıkları Said Halim Paşa'yı, işlerin tamamen dışında bıraktılar. Bunun üzerine önce Hâriciye vekâletinden ayrılan Said Halim Paşa 3 Şubat 1917'de sadrazamlıktan da çekildi. Savaşın kaybedilmesi üzerine Talât Paşa 8 Ekim 1918'de istifa etmiş ve 30 Ekim'de Mondros Mütarekesinin imzasından sonra 3 Kasım'da Enver ve Cemal Paşalarla birlikte yurt dışına çıkmak zorunda kaldılar. Haklarındaki sorgulamalar 5 Kasım'dan Meclis'in feshedildiği 21 Aralık 1918 tarihine kadar devam etti. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan harp gemilerinin 13 Kasım'da Boğaz'a gelip Dolmabahçe Sarayı'nın önüne demirlemelerinden sonra İstanbul işgal altına girmiş ve Meclis o tarihte, işgal kuvvetlerinin zorlaması üzerine fesh olunmuştu. Said Halim Paşa'nın sürgünlüğü iki buçuk aylık hapislikten sonra, ilk dört ayı Mondros'ta geçmek üzere 29 Nisan 1921 tarihine kadar, iki yıla yakın devam etti. Tahliyesinin ardından Sicilya'ya giden Said Halim Paşa, İstanbul'a dönmek istediyse de zamanın sadrazamı Tevfik Paşa bunu mahzurlu görerek müsâde etmedi. Kardeşi Abbas Halim Paşa yalnız olarak İstanbul'a döndü. Said Halim Paşa, İngiliz işgali altındaki Mısır'a da gidemediğinden Roma'da bir konak kiralayarak oraya yerleşti. Kendisine Ermeni komitecileri tarafından daha Malta da iken öldürüleceğine dair tehdit mektupları gönderilmişti. Talat Paşa Mart 1921'de Berlin'de vurulmuş bulunuyordu. Said Halim Paşa da 5 Aralık 1921 Salı günü akşamı araba ile evinin önüne geldiği sırada bir Ermeni katil tarafından alnından vurularak şehit edildi. Said Halim Paşa'nın İttihat ve Terakki Partisinin önde gelenlerinden birisi olması ve devlet yönetiminde önemli görevler alması onun kişisel tecrübesini ve birikimini artırmıştır. İmparatorluğun zorlu yıllarında yürüttüğü Sadrazamlık görevi ile Osmanlı Devletinin parçalanmasına engel olmaya çalışmış ancak mutlak sona engel olamamıştır. Osmanlının son dönem siyasetinde devlet yönetiminin Meşruti idareden 2. Abdulhamid döneminde vazgeçilmesi ile modernleşmenin halk üzerinde yarattığı en önemli sembol anayasaya dayalı bir özgürlüktü. Yüzyıllar boyunca tek bir irade gücünün sözü altında yönetilen devlet ve tebaa, 3, Selim, 2. Mahmut, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, 1 Meşrutiyet ve 2. Meşrutiyet ile birlikte Osmanlı Devletinin yıkılışı ve Cumhuriyet yönetimine kadar devam eden süreçte eşitlik ve özgürlük taleplerini ortaya koymaya çalışmıştı. Müslüman halkın entelektüelleri arasında devam eden Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük tartışmalarında politikaları arasında en çok kullanılanı İslamcılık idi. Osmanlının etnisite olarak çeşitliliğinin Müslüman halk arasında çimento vazifesi görmesi bakımından İslamcılık 2. Abdülhamid devrinde de, İttihat ve Terakkinin 1. Dünya savaşına girdiği süreçte ilan ettiği "Cihad-ı Ekber"le birlikte dağılmayı engelleyici bir politika olarak kullanılmak istenmiştir. İslamcılık Akımının güçlü simalarından Said Halim Paşa, İttihat ve Terakki gibi milliyetçi damarın ana unsur olarak baskın olduğu bir partide İslamcı kanattan bir kişi olarak Sadrazamlık Makamında görev almıştır.
Said Halim Paşa kendi siyasi kuramını temiz bir Müslüman toplumu için model olarak sunsa da, fikirleri aydınlanmacı düşünürlerin izlerini taşır. Onun siyasi kuramında İslam ve Batı ikiliği İslam'a özgün bir kavram değildir. Klasik İslam doktrininde öteki Batılı değil Kâfir ya da inançsız olandır. Yüzyıllar boyunca Müslüman dünyayı iki ayrı alana ayırmışlardır: Şeriatın hüküm sürdüğü topraklar olan Dâr-ul İslam ve dünyanın geri kalanı, Dârul Harb. İslam'ın Batı'nın antitezi olduğu fikri 19. yüzyıl Avrupalı oryantalistlerin Avrupa'nın İslam'a karşı ahlaki, düşünsel ve maddi üstünlüğünü ortaya koyabilmek için geliştirdikleri modern bir kavramdır. Said Halim'e göre her bir milletin kendi hissetme, düşünme ve eyleme yolları vardı ve her millet kendine özgü değişik bir düşünce yapısına sahipti. Said Halim, şeriatın doğanın yasalarıyla mükemmel bir uyum içerisinde olduğunu söyledi. Hatta şeriatın insanlığa peygamber tarafından açıklanmış eşyanın tabiyatına uygun doğa yasalarından başka bir şey olmadığını söyledi. Doğa yasalarının (Sünnetullah) İslamiyet tarafından yorumlanması Batı'dakinden oldukça farklıdır. Batı'da doğa yasalarının kutsal iradeden tamamen özerk olduğu düşünülür. Said Halim tüm eski batıl inançları ve önyargıları ortadan kaldırarak İslam'ın insanın düşünsel becerilerini hiçbir engelleme olmadan kullanabilmesini sağladığını da yazdı. Dolayısıyla İslam'ın gelişinin Müslümanların ciddi ölçüde katkıda bulunduğu bir bilimsel devrime yol açtığı söylenebilirdi. Tüm insanlığa Rabbimiz tarafından din olarak seçilen İslam, Rasulullah (s) yeniden Kuranı Kerim'le va'z edilmiş bir insanlık dinidir, tektir ve tüm din tasavvurlarının üstündedir. İslam kendi terminolojisinde diğer dinlerin esasen özünde İslam olduğunu, fakat insanların onları muharref (bozulmuş) hale getirdiklerini bildirir. Tebliğin temelini oluşturan kutsal kitap Kur'an'ı Kerim'de Allah "Şüphesiz o zikri (Kur'an'ı) Biz indirdik Biz! Onun koruyucusu da elbette Biziz." (Hicr, 9) diyerek muharref olan beşer faktörünü dikkat çekmiş ve tebliğin ve dinin temelini teşkil eden vahyi koruyacağını bildirmiştir.
İslam'ın Hz Muhammed (S.A.V.) le başlatacağımız devlet geleneğinin teşri' dönemleri Asrı Saadet, Emirul Müminun Dönemi sonrasında asliyetinden değişime uğramakla birlikte (saltanat) Emeviler, Abbasiler, Endülüs Emevileri, Selçuklular ve Osmanlılarla devam etmiştir. Bu süreçler içerisinde İslam gerek toplum gerekse medeniyet olarak değişik duraklamalar yaşasa da sürekli toparlanmış ve ümmet dediğimiz kavram içerisindebüyük sıkıntılar meydana gelmeden 19. Yüzyıla kadar gelmiştir. Müslümanların örfi medeniyetlerinin son dönemi olan Osmanlı'nın zayıflaması ve İslam toplumlarının (ümmet) zahiri ilimler, ekonomi ve askeri açılardan batı karşısında gerilemesi İslam dünyasında iç tartışmaları beraberinde getirdi. Bu süreçler arasında İslam Modernleşmesi ismi altına sıkıştırılmaya çalışılan Afgani'nin ıslah metedolojisi ümmet coğrafyalarında etkisi büyük oldu. Afgani sonrası Mısır'da Abduh, Reşid Rıza, Hasan El Benna, Seyyid Kutup, İran'da Ali Şeriatı ve Mevdudi lerin ihya ıslah çabaları üzerinde kurguladıkları anlayışlarıyla, yenilikçi-modern etkileşim altında Batı aklıyla dini olanı kurgulayan Hind Müslümanları arasında Seyid Ahmet Han ve Fazlurrahman gibi aydınların ve salt Batı ideoelojileri kaynaklı ulus devlet politikalarının etkileşimi altında kalan Müslüman kuşaklar çözüm noktasında yeni paradigmalar (içtihad kağpısını tekrar açmak) ya da kendi deyimleri ile öze dönüş (ıslah ve inşa) çözümleri üretmeye çalıştılar. Batı Modernizmine cevap vermeye çalışarak Din-i İslam'ı tekrar yükseltmeye çalışan bu hareketlerin son dönem Osmanlı Devletinde'ki izleri Said Halim Paşa, Mehmet Akif, Said Nursi, Babanzade Ahmed Naim, Eşref Edip v.b. gibi şahsiyetlerle kesişmektedir. Özellikle Sebil-ül Reşad ve Sıratı Müstakim dergilerinde hayat bulan bu çizgi Cumhuriyet dönemi ve sonrasında köklerini kaybetmiştir. Bu kayboluşta İstiklal Mahkemelerinde İslamcı pek çok insanın asılması ve ceza almasının sebebi çok büyüktür. Kendisinden başka toplumsal muhalefet bırakmayan jakoben uygulamalar 1931'de Türk Ocaklarının kapatılıp yerlerine Halkevlerinin açılması ile farklı bir ideolojik boyut kazanmıştır. Toplum bazında manevi ve milli olabilecek değerler yerine üretilmiş değerler topluma endoktrine edilmeye çalışıldı. Bu koşullar altında Türkiye'de İslam'ın ve İslamcılığın gelişimi pek te parlak bir son yüzyıla sahip değildir. Demokrat Parti iktidarı ile az da olsa değerleri üzerinden nefes almaya çalışan İslamcılık Nurculuk, Milli Görüş ve Büyük Doğu Akımları ile günümüze kadar gelebilmiştir. 70'lerden sonra başlayan yasakların kalkması ve tercüme hareketleri ile Mısır, Hind, İran v.b. ümmet coğrafyalarından mütefekkirlerin fikirleri ile tanışan Türkiye İslamcılığı 28 Şubat'a kadar bu gelişimin sürdürmüştür. 2002 Akparti süreci ile yeni bir dönemece giren Türkiye İslamcılığı komşu coğrafyalarda yaşanan değişim ve gelişimler üzerine yeni bir aşamaya ve tartışma noktasına gelmiştir. Kişisel kanaatime göre toplumsal devamlılık açısından Türkiye'de İslamcılık köklerini tanımak zorundadır. 100 öncesinin fikirlerinde Said Halim ya da Mehmet Akif gibi mütefekkirlerin selef düşüncelerde kendine yer bulan seçim sistemi üzerindeki tartışmaların çok üzerinde noktada olduğunu unutmamak gerekir. Türk İslamcılığının, selef karakterden çok meşveret temelli devlet sistemi üzerinde uzlaştığı 100 yıl önceki seviyesine yeniden ulaşması bakımından Said Halim Paşa ve fikirleri önemli bir noktada burmaktadır.
Said Halim Paşa kitaplarında özellikle bu konuyu ele almış ve İslam Dünyasının gerilemesi üzerine şu fikirleri beyan etmiştir. İslam Dünyasının Çöküşü Üzerine isimli kitabında Said Halim;
"Bugün, İslâm dünyasının her tarafında ıslahattan, gelişme, yükselme ve bağımsızlıktan başka bir konu tartışılmıyor. Görüyoruz ki, Müslüman toplumları bu öldürücü hastalıktan kurtarma görevini üstlenenler, ilgilerini bütünüyle kesecek kadar geçmişlerinden yüz çevirmişler. İslâm dünyasının çöküşü, ancak Müslüman halkların yabancıların boyunduruğuna girmelerinden sonra, bütün gerçeklik ve önemi ile kendini gösterdi. Demek oluyor ki, birçok kuşaktan beri tutulmuş olduğumuz hastalığın farkına, yabancılar sayesinde varıyoruz." "Batılılar, Müslüman ulusların, dinlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak çöktüklerini öne sürerek soruna dinî ve mezhebi bir karakter kazandırdılar. Müslümanlar buna şiddetle karşı çıktılar, reddettiler. Batılılar ise, aynı şiddetle iddia ve suçlamalarını sürdürdüler.. Bununla birlikte, bu tartışmalar sayesinde, sorunun önemini nihayet anlamayı başardık. Böylece, içimizden kimileri, onu daha nesnel ve daha yansız biçimde incelemeye başladılar. Ama bunlar da sorunu bütün boyutlarıyla kuşatmayı bir türlü başaramadılar; ayrıntılar arasında yollarım yitirdiler. İslâm dünyasının çöküşünün getirdiği sonuçlan, çöküş etken ve nedenleri gibi anladılar. Kimi, bu çöküşü, yöneticilerimizin despotluğuna; kimi, din bilginlerimizin cehaletine; kimi de yöneticilerimizin güçsüzlüğüne bağladı.."
Oryantalizme eleştiri getiren Said Halim, bu hastalığın İslam dünyasının en büyük sorunlarından biri olduğunu o günlerde tespit etmiştir. Bu hastalık bugünde devam etmektedir. İslam'ın anlaşılması üzerine toplumsal tespitlerinde Said Halim şu tespitte bulunur; "Bize gelince, Türk Sünnîliğinin Arap Sünnîliğinden, İran Şiîliğinin Hint Şiîliğinden farklı olduğunu söyleyebiliriz." Bu tespitin haklılık payı yüksektir. Çünkü sosyolojik olarak toplumu oluşturan normlar ve değerlerin etkilenme kaynakları her toplumun kendi şartlarına özgüdür. Bu şartların kendi iç özelliklerine değinen Said Halim;"Müslüman uluslar, durmadan değişime uğrayan zamanın gereklerini göz önüne almayarak, zamanın değişmesinden doğan yeni ihtiyaçların, ancak dinlerinin daha yüksek ve daha verimli bir biçimde yorumlanıp uygulanmakla karşılanabileceğini anlayamadıkları için çökmüşlerdir." (ÖZALP, 2003) tespitinde bulunur. İslam dünyasının bu gerilemesine ve batının ilerlemesi üzerine ise Said Halim;
"İslâm öncesi hayatlarının güç ve etkileriyle İslâm'ın güç ve etkileri arasında kurdukları bozulmaz denge, ilerlemelerini engelleyip durmaktadır. Bu nedenle Müslüman ulusların yükselme ve mutluluk yolundaki ilerlemelerini sürdürebilmeleri için İslâm'ın etkisini güçlendirerek bu dengeyi bozmaları gerekir. İslâm dünyası, Doğu'da bitmez tükenmez felsefî tartışmalarla zaman geçirir, metafizik alanında gereksiz ve sonuçsuz kalacak sonsuz çekişmelerle güçten düşerken, beri yanda, yani Batı'da genç ve zinde uluslar deneysel yöntemlere dayanan yeni bir uygarlık kuruyorlardı. Bu yeni yöntem sayesinde Batıklar, doğanın sırlarına nüfuz ederek sonsuz güçlerinden yararlanmayı başarıyorlardı. Fizik ve kimya bilimlerindeki keşif ve icatlar sayesinde bu uygarlıktan doğan sanayi, sürekli az emekle en çok verim sağlayan güvenli ve mükemmel araçlar üretti. Bu durum, Batı uluslarındaki sömürü, yağma ve sömürgeleştirme duygularım sınırsız boyutlara ulaştırdı. Doğu'nun zenginliklerine göz diken bu uluslar, cehennemi araçlar ve tahrip edici silahlarla, gözü dönmüş düşmanlarına karşı savunma gücünden yoksun olan İslâm ülkelerini istila ettiler." (ÖZALP, 2003) şeklinde değerlendirir.
İslamcılık yerine İslamlaşmak şeklinde bir kavram kullanan Said Halim İslamlaşmak isimli eserinde bu konuyu şu şekilde tespit etmeye çalışmıştır.
"Biz, öteden beri, Müslüman toplumların kurtuluşunun, onların gerçek anlamda İslâmlaşmalarına bağlı olduğunu savunuyoruz. Ancak, "İslâmlaşmak" deyimi çeşitli biçimlerde yorumlanmaya müsait olduğu için, deyimden ne anladığımızı, mümkün olabildiğince anlaşılır bir biçimde açıklamayı yararlı görüyoruz. İslâm, kendine özgü bir inanç sistemi, bu inanç sistemi üzerine kurulan bir ahlâk sistemi, ahlâk sisteminden kaynaklanan bir toplum sistemi ve toplum sisteminden doğan bir siyaset sistemini ihtiva etmesi bakımından, en mükemmel ve yetkinliğin en üst düzeyine ulaşmış İnsanî bir dindir. İslâm, bu özelliği nedeniyle, öyle birtakım temel etkenlerin bir toplamıdır ki, bunlar, insan hayatını yönlendirir ve yönetirler. Bu etkenlerden her biri, diğerinden türemiştir. Bu yüzden toplamları uyumlu, mükemmel, ayrılması ve parçalanması imkânsız tam bir bütün oluşturur. Bu bütün, dini bulunduğu toplumda olduğu gibi, idealizm ve pozitivizm öğretilerini de bağdaştırarak içine alır……İslâm, ne bütünüyle idealizm, ne de bütünüyle pozitivizmdir; her ikisidir. Onu bu iki öğretiden biri ya da diğeri gibi anlamak, varlığını inkar etmektir. Bu nedenle bizim için "İslâmlaşmak" demek, İslâm'ın inanç, ahlâk, toplum ve siyaset sistemlerini, sürekli, zaman ve çevrenin ihtiyaçlarına en uygun biçimde yorumlayarak bunlara gereği gibi uymak demektir…….Kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen bir kimse, kabul ettiği dinin temel ilkelerine göre duymadıkça, ona göre düşünüp ona göre hareket etmedikçe, yani İslâm'ın ahlâk, toplum ve siyaset ilkelerine kendini tümüyle uydurmadıkça, yalnızca Müslüman olduğunu söylemekle bir şey kazanamaz; hiçbir mutluluğu elde edemez..'' Sonuç olarak çözüm konusunda Ümmetçi bir bakış açısına sahip, ancak ümmetin her parçasının kendine özgü bir yapısı olduğu ve ancak bütün bu parçalarının nasıl hareket etmesi gerektiğini şu sözlerle çözüm önerisi olarak sunmaktadır.
"Tek kurtuluşumuzun İslâm'da olduğundan kesinlikle şüphe edilemez….Müslüman toplumlar ahlâk, toplum ve siyaset bakımlarından gittikçe Müslümanlaşmaya istekli olmalıdırlar….İslâm toplumunu oluşturan bireylerin her biri, iyi bir Müslüman, hatta mümkün olabilirse Müslümanların en mükemmeli olmaktan başka bir şeyi amaç edinmemelidir….Türk ya da Arap olsun, İranlı ya da Hintli olsun, zayıf ya da güçlü, bilgin ya da bilgisiz olsun her Müslüman, bu hedefe bağlanmalı, yönelmelidir. Müslümanlar ahlâkî, toplumsal ve siyasal görevlerini ancak bu sayede hakkıyla yerine getirebilirler. Güvenli ve seri adımlarla, kurtuluş ve yükseliş alanında yol alabilirler….İslâm dünyası büyük bir ailedir. Onu oluşturan halklar, bu soylu ailenin farklı bölümleridirler. Söz konusu bölümlerin iki temel görevi vardır. Bunlardan biri, her birinin kendine karşı olan özel görevleridir. Diğeri de, diğer bölümlere karşı olan genel görevleridir. Bunlardan ikinci tür görevlerin yerine getirilmesi, birincinin yerine getirilmesine bağlı olduğu için, özel görevler, genel görevlerden önce gelir. İslâm birliği, sınırsız güçlerin, öğe ve etkenlerin tam bir bütünlük içinde olduğu, evrendeki birliğe benzer bir birliktir. Bütün büyüklük ve gerçekliği bu durumundan kaynaklanır…'' Kendi özsel eleştirisi ile yaşadığı devrin en özgün düşünsel yapısını ortay koyan Said Halim Paşa, "kabuk" bir şekilde bütün kurumları ile üzerimize yamanan "potivist" doğmanın bütün değerlerine İslamlaşma ile cevap verme gayretindedir. Bu gayreti gösterirken iğneyi kendine batırmaktan asla çekinmemektedir. Bu özeleştiri kültürünün oluşması, İslamın toplumsal değer olarak yükselmesi açısından önemlidir. Çünkü İslam'da olmayan ruhban sınıfının İslamın doğasında bireye yüklediği sorumluluklarla yükselmesi gerektiğini Kur'an-ı Kerim'de Allah bildirmektedir. Rad suresi 11. Ayette sosyolojik bir sünnetullah (Allah'ın koyduğu kaideler ve kurallar) çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir. Ayette mealen "bir toplum kendini değiştirmeden Allah o toplumu değiştirmez" buyurulmaktadır.
Son dönem Osmanlı Mütefekkirleri arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olan Said Halim Paşa, aldığı batılı eğitim ve devlet kademelerinde üst düzey görevlerine rağmen Osmanlılık bilincini kaybetmeyen modernleştirici düşünce ve fikirlere mesafeli duran bir siyasetçidir. Pozitif ve modern değerler üzerinden siyaset üreten Osmanlı elitinin (Jöntürklerin) yeni Cumhuriyetle beraber pozitivist fikirlerinin doruk noktasında uygulama sahasına ulaşan jakoben Cumhuriyet, kendisine muhalif olan pek düşünce ve ismi susturmuştur. Birinci Meclisin susturulup, İkinci Meclisin açılması ile susturulan muhalefet Takrir-i Sükun kanunu ile tamamen bastırılmış bir hale sokulmuştur. İslamcı muhalefetin İstiklal Mahkemelerinin işletilmesi, Mehmet Akif gibi mütefekkirlerin sürgünü neticesinde İslami kesimler Demokrat Parti, Nurculuk Hareketi, Milli Görüş gibi siyasi ve toplumsal hareketlerle kendine çıkış noktası aramış ancak aynı darbe teamülüyle siniklik sürdürülmüştür. Halim Paşanın fikirlerinde öne sürdüğü gibi her toplumun kendine öz yapısına ait olan ve toplumun Osmanlıdan gelen mirasını (parlamenter sistem, halka dayalı egemenli sistemi v.b.) devam ettirmeye kararlı olduğunu göstermektedir. Sistemsel olarak demokrasinin İslamla örtüşmediği gibi bir takım Selefi Akidenin görüşleri bu topraklarda hiçbir zaman toplum tabanında yer bulmamıştır. Son dönem İslamcı mütefekkirlerin modernizmle değil modernleşmeyle olan problemleri ve çözüm yolları İslami çevrelerde devam eden bir konudur. Bu gün muhafazakar demokrat bir iktidar sürecinde iktidarın sisteme talip oluşu, devlet başkanlığı tanımları gibi konular hakkında Said Halim'in fikirleri ön plana çıkmaktadır. Tabi ki bu konuda toplumda hala çatışma konusu olan sekülerizmin bu sistem değişimi sırasında tartışılması da elzemdir. Neticede Said Halim Paşa, İslam Sosyolojisi ve siyasetinde önemli bir sima olarak güncelliğini korumaya devam edecektir.