‘Müslümanların Hukukla İmtihanı’
Bartın Özgür-Der’de bu hafta ‘Müslümanların Hukukla İmtihanı’ konusu konuşuldu.
Bülent Gökgöz'ün konuşmacı olduğu seminerde şunlar ifade edildi:
Bugün Müslümanların gelişen sosyal siyasal olaylara adalet ve hukuk merkezli bakışlarındaki düzey İslami kimliğin olgunluğuyla ilgilidir. 'Adil şahidliği' ve 'Mümin ahlakını' gözeten ilkelerin temsili siyasal ufuk ve ilginin ulaştığı bilinç ve birikimle doğrudan irtibatlı seyretmektedir. Bizleri kuşatan ulus devletler hakların tanınması ya da kısıtlanması noktasında paradigmalarına uygun normlarla meşruiyet çerçevesinde hukuk sistemleri oluşturmuşlardır ve ne yazık ki bazen şartlar gereği bazen de tercihe dayalı olmak üzere Müslümanlar da bunlardan etkilenmiş durumdadırlar.
Hukuk, hak kelimesinin çoğuludur ve Arapçadır. 'Hakk' İslami bir kavramdır. Doğalın ve bozulmamış fıtratın gereği olan her şeyin hak ettiği yerde sadır olması manasınadır. Hukuk da hakkın yerine getirilmesi için vazedilmiş kurallar manzumesidir. Birden fazla anlama sahip olan hakk kavramı Kuranı Kerim'de üç yüze yakın yerde geçmektedir. Allah hakkın gerçekleşmesini ister. Müslümanlar için olgunun hakk ya da batıl olması Allah'ın çizdiği sınırlarda gerçekleşmesi ile ilgilidir. Yani devletlerin, kanun koyucuların kendi normlarına uygun kanunları hukuki olsalar da her kanun meşru olmayabilir. Nitekim 5816 sayılı 'Atatürk'ü Koruma Kanunu' yasal açıdan hukuk formuna sahip olsa da Müslümanlar açısından meşru kabul edilemez.
İslam coğrafyasının adeta kaderi olarak algılanan vesayet rejimlerinde darbeler, muhtıralar eliyle doğrudan askeri müdahalelere ve iktidar değişiklerine tanık olunmaktadır. Coğrafyamızda 1980 lere kadar 70 den fazla darbe söz konusu iken 1980-2010 yılları arası on sekiz askeri askeri darbe yaşandı. Darbe sayısındaki bu düşüş orduların siyasetle veya toplumlarla ilişkilerinin normalleştiğine değil farklılaşarak başka bir düzleme taşındığına işaret etmektedir. Darbeyi engelleyici mekanizmalar şeklinde tanımlamalar olsa da temelde orduların siyaseti kullanma da, toplumu yönlendirecek farklı mekanizmaları devreye koyabilecek tecrübe ve politik manevralara da ulaştıklarını da bizlere gösteriyor.
Kaba şiddete dayalı 15 Temmuz darbe girişimi bu durumun istisnası gibi gözükse de 28 Şubat darbesi, vesayet mekanizmalarının çeşitlenmesine bir örnek olarak hala karşımızda durmaktadır. 15 Temmuz sonrasında darbe geleneğinin dayanakları ve meşruluk iddiası açısından 'Yurtta Sulh Cihanda Sulh' retoriğiyle bir kez daha darbeci yüzüyle aşikâr olan Kemalizm ile de hesaplaşabilmiş değildir. Muhafazakâr bakışın basiretsizce ve de reel politik gerekçelerini öne sürerek yeniden Kemalizm güzellemelerine girdiği bir dönemin örnekliği önümüzde dursa da darbeye model teşkil ettiği gerçeğini de değiştirmemeli.
Mısır'da 3 Temmuz Sisi darbesi kaba şiddeti kullanarak ülkenin seçilmiş ilk cumhurbaşkanı M. Mursi'yi görevden uzaklaştırmıştı. Ordu ekonomiden medyaya sivil toplumla olan ilişkilere değin oluşturduğu kurumsal ağlar ve dış aktörlerin destekleriyle varlığını sürdürmektedir. Bu yönüyle şunu tespit edelim; darbe sonrası süreci yönetebilmek açısından ordu geliştirdiği vesayet çeşitliliğiyle yaklaşık 5 yıldır kendisine ülkeyi yönetme imkânına sahip gibi görünüyor veya halkın sinmişliği üzerine gayrı meşru varlığını sürdürüyor.
Orduların ürettiği farklı vesayet unsurları ve hukuk zırhlarıyla kendilerini sağlama aldıkları bu çağda Müslümanların hukukla ilişkilerinin adalet ve ahlak temelinde daha canlı olması gerektiği konusu çok önemlidir. Hukuksuzlukla adaletin ve ahlaki umdelerin dejenerasyonu olması ve darbe sonrası işletilen, doğalmış izlenimiyle dayatılan sürecin gerçek yüzü olduğu ve darbecilere model sunduğu unutulmadan mücadele edilmeli. Veya hukuksuzluğun böyle bir gerekçeyi güçlendireceği unutulmamalı.
15 Temmuz darbesinin atlatılması konusuna küçük bir hatırlatmada bulunalım; 15 Temmuz darbesinin atlatılması sadece halkın sokağa çıkıp darbeyi protesto etmesi ve karşı koymasıyla izah edilemez bunda aynı zamanda Allah'ın lütfunu yardımını görmemiz gerekir. Zira bu iktidar başından bu yana mazlum İslam coğrafyasında yaşanan mazlumiyete sırtını çevirmedi, onlarla ilgili oldu, kardeşlerinin sağlık, insanı ihtiyaçlar, gıda, barınma, muhtelif kuşatmalara karşı onların direncini yükseltme gibi konularda insani, makul adımlar attı. Dikta rejimlerin kendi halkına açtıkları savaşlar, benzeri bir takım müdahaleler, Kudüs meselesi konularında veya dış vesayetin baskıladığı o halkları yalnız bırakmadı. O halklar da bu iktidara dua ettiler, teşekkür ettiler. Bu da Allah'ın bir lütfu olarak bize döndü. Sünnetullah böyle bir şeydir. Yardım edersiniz yardım edilirsiniz.
Türkiye Anayasası Kemalist vesayet sisteminin kurucu unsurlarının değiştirilemezliğine dayalı ve amentü gibi korunan unsurlar ve 1980 darbesinin izlerini taşımakta olduğundan Ak Parti hükümeti darbecilerin yargılanmasının önünü açan, cuntanın meşrutiyet gerekçelerini ellerinden alan bir girişimle 12 Eylül 2010 tarihinde referanduma gitmişti. Referandumda halkın desteğini aldı, benimsenen bazı konularda iyileşme yönünde adımlar attı ve daha önemlisi adalet beklentilerinin yansımalarını da içinde barındıracak yeni anayasa konusunda umutları yükseltmişti. Bir taraftan seküler ulus devletin statükocu kodlarından ve ithal edilmiş hukuk formundan kaynaklı heterojen unsurlardan arınılacağı inancına geçildiğine dair inancımız artmıştı. 15 Temmuz sonrası süreçte yeniden ulusalcı, Avrasyacı, Kemalist unsurların sahneye dönmesi, milliyetçi forma sahip kadroların tebarüz etmeleri, bahsettiğimiz süreç yaşanmamışçasına bu cenahın bürokraside hatırı sayılır pozisyon elde ettiklerini söylemek abartı olmasa gerekir. Bu olumsuz iklimde güvenlikçi kaygıları kovuşturma ve soruşturma süreçlerinde OHAL vasıtasıyla çıkartılan KHK'lara yansıyarak, adalet beklentilerinin hukuku hırpalarcasına vatanı koruma siyaseti gölgesinin altında kalması süreci nazikleştirmiştir. 15 Temmuzda ortaya konan değerli fedakarlık ve samimiyet darbe sonrası süreçte hukuk ve adalet açısından da aynı hassasiyette devam etmeli, başka bir ifadeyle darbeye karşı direniş motivasyonunun kaynağı olan İslami duyarlılık takibat ve yargılama aşamasında yerini devletçi refleksin beslediği güvenlikçi ve intikamcı tutumlar yerine Müslümanların tedbir ve adalete dayalı müşfik tutumlar arasında denge siyasetinin de uygulanmasıyla işletilmeliydi. 'Başka türlü Fetöcülerle nasıl mücadele edeceğiz ki' türünden ifadeler yerine adaletin tesisinde 'masumiyet karinesi' ön planda olmalıydı. Fethullahçı yapının darbe girişimine ne kadar öfkelensek azdır. Ancak 'bir topluma olan kinimiz bizleri adaletsizliğe sevk etmemelidir' pirensibi unutulmamalıdır. Hz Peygamberimizin Tirmizi'de yer alan bir hadisinde şöyle buyurduğunu görüyoruz; 'Elinizden geldikçe had cezalarını uygulamada eğer şahsın lehine bir şüphe varsa onu uygulamayın. Zira imamın yanlışlıkla affetmesi yanlışlıkla ceza vermesinden daha hayırlıdır'
Önderimiz Hz Muhammed'in sözlerindeki hikmet, suç işlemiş veya işlemeye yaklaşmış insanları kuşatabilmeyi, onlara nedamet süresi vermeyi, haklarında kat'i deliler olmaksızın onları suçlu etkileşiminden arındırarak 'Müslüman' ın itibarını yükseltmeyi hedefliyor. Bu tutum insanları katleden darbecileri, darbeye ön açan ve bu atmosferin içinde yer alan nedamet duymayanlara verilecek en ağır cezalandırılmaların gerekliliğinin üzerini örtmez. Toptancılığa prim veren devletçi refleks Müslümanların örnek alacağı davranışlardan birisi olmamalıdır. Kemalistlerin ne 28 Şubat darbesinde ne de Ergenekon, Balyoz Gezi darbe girişiminde onların mal varlıklarına tedbir koyuluğuna şahit olmadık. Örneğin 11,480 kişiyi mağdur eden Fetönün kullandığı bylock uygulamasındaki mor beyin tuzağı deşifre edilmeden önce 696 sayılı KHK yürürlüğe girseydi şimdi masum olduklarını anlaşılan bu insanlara badem kurusu kıyafetler zorla giydirilmiş olsaydı eşit yargılanma hakkından bahsedebilir miydik? Hükümetin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın açıklamalarının tutumların etkili olduğunun altını çizmek gerekiyor sözgelimi Erdoğan'ın soruşturmaların ilk döneminde samimi olarak dile getirdi at izi it izine karıştı söylemi davaların olasın sulandır alabilme kaygısı ile terkedilmiştir. Oysa asıl sulandırma mağduriyetlerin varlığını küçümseme ve inkarla başladı daha sonra açıklamalarında bunlar takiyye yapıyorlar etraflarında samimi değiller mealindeki açıklamaları pişmanlık kurumunu itibarsızlaştırmak ve son dönemlerde dile getirilen bunlardan pişman olan yok ki açıklamaları adeta hakim ve savcıları daha katı tutumlara sevk etti.
İslami terminolojide 'zann' olarak kullandığımız kavramın bir benzeri modern hukuk terminolojisinde 'öngörülebilirlik' diye yer alıyor. Öngörülebilirlik ölçütü şahsın suçun oluşmasına katkısının olup olmadığı ve soruşturmaya veya suça konu olan eylemin hangi bilinç düzeyinde gerçekleştirildiği, kişinin yapıyla iltisağı veya irtibatlarını tespitte nitelik derecelerini ayırt edici bir ilke olarak maalesef uygulanmadı.
Hülasa, İslami yapıların hükümetin uygulamalarını bütünüyle onaylayan, devletçi refleksi benimseyen tutumlarındaki savrulmalar ciddi bir kimlik erozyonuna işaret ediyor. 'Emri bil maruf nehyi anil münker' ana kriterimizdir. Rabbimiz tüm hayati meselelerde önce adil olmayı, ihsanı, en yakınlarımızdan uzağa doğru toplumu gözetmeyi ve her türlü fahşadan uzak durmayı emrediyor. Bu emirler soyut, hayata dokunmayan minvalde yaşamlaşmaz. Hayata dokunacağız, eğriye müdahale ederek düzeltmeye doğruyu yaygınlaştırmaya ve yaşatmaya çalışacağız. 28 Şubat, Ergenekon, Balyoz, Yasin Börü, Mavi Marmara davalarının takipçisi olmalıyız. Sivas meselesini 15 Temmuz sonrası OHAL iklimi ve KYK lar uygulamalarındaki isabet ve isabetsizlikleri, 5816 ya muhalefet iddiasıyla yargılanan cezalandırılmaları, Hizb-ut Tahrir davasında icra edilen 'silahsız terör örgütü' diye dünyada belki ilk ağır suçlamayla cezalar yağan davaları, cezaevlerindeki tutuklu Müslümanları, mültecileri geri gönderme uygulamalarını, muhacirlerin yaşadıkları şartları ve muameleleri adalet, hukuk, ahlaki, insani açılardan takip edeceğiz ki 'adil şahidler' olmayı hak kazanalım.
Adeta 70 li yıllara dönme özlemiyle yerli ve millilik adına Kemalizmin 'ortak değerler' adıyla cilalanmasına, milliyetçi hamaset sloganları eşliğinde yürütülen reel siyasete, bu aymazlığın şımarttığı pelikancı tetikçi artıklarının medya üzerindeki itibar suikastine, İslamcılık ve İslamcıları yerden yere vuran iktidar dalkavuklarının racon kesmelerine, iç siyaseti dengeleme ve dış politikadaki sıkışmayı yönetme kaygısıyla olaylardaki faydacı sapmayı görmezden gelme tavırsızlığına ve yanı başımızda kardeşlerimizi katleden Rusya İran'ın ellerini sıktığımız gibi Esad'ın da elini sıkalım ahlaksızlığına vb karşı Müslüman mahallenin bu derin suskunluğunun üzerine düşünme vakti gelmedi mi?...